Öfkeli kimseleri yaşam karşısında düpedüz düşmanca bir tutum sergileyen kimseler olarak tanımlayabiliriz. Sitemli davranmayı yine elden bırakmış olmamak için şurasını bir kez daha belirtelim ki, her güçlülük eğilim ve çabasının temelini bir güçsüzlük ve aşağılık duygusu oluşturur. Elindeki güçler bakımından içi rahat kimse böylesi taşkın hareketlere, böylesi zorbalık taşıyan önlemlere başvurmaz. Aradaki bu ilişkinin asla gözden kaçırılmaması gerekir. Özellikle öfke nöbetinde güçsüzlük duygusu, üstünlük amacı doğrultusunda gayet belirgin biçimde açığa vurur kendini. İnsanın kişilik duygusunu başkalarının sırtından, başkalarının çıkarını hesaba katmadan güçlendirmeye kalkması ucuz bir yoldur.
Bir insanın karakterini can sıkıcı psikolojik çözümlemelerden çok, gülüşünden anlamak mümkündür. [Dostoyevski]
Heyecanlar, karakter özellikleri diye nitelediğimiz belirtilerin üst dereceleridir. Ruhsal organın zaman bakımından sınırlı devinim biçimleri olup, bizce bilinen ya da bilinmeyen bir zorlamanın sonucu ani bir deşarj kimliğiyle kendilerini açığa vurur ve tıpkı karakter özellikleri gibi belirli bir amaca yönelik nitelik taşırlar. Açıklanamayacak bilmecemsi belirtiler değillerdir; görüldükleri her yerde bir anlam taşırlar, insanın yaşam yöntemine ve ana yaşamsal doğrultusuna uygundurlar. Heyecanlar da, sağlayacakları değişiklikle ortadaki durumu ilgili kişinin lehine çevirme amacını güderler. Güçlenmiş devinim niteliğini taşıyan heyecanlara, belirli bir konuda başarı için diğer olanaklardan el çekmiş ya da ilgili konuda başka olanakların varlığına inanmayan ya da bundan böyle inanmak istemeyen insanlarda rastlanır.
Anlaşıldığına göre heyecanın bir yönünü yine bir aşağılık, bir yetersizlik duygusu oluşturmakta ve bu duygu, kişiyi tüm güçlerini toparlayarak normaldekinden daha geniş boyutlu devinimleri gerçekleştirmeye zorlamaktadır. Heyecanlanan kişi her zamankinden fazla çaba harcayarak kendini ön plana çıkarmaya ve zaferi ele geçirmeye çalışır. Örneğin düşmansız bir öfke düşünülemez, dolayısıyla öfkenin amacı belirli bir düşmana karşı kazanılacak zaferdir. Boyutları büyütülmüş böylesi devinimlerle başarıya ulaşmak, günümüz uygarlığında hâlâ rağbet gören geçerli bir yoldur. Böyle bir yoldan söz sahibi olma olanağı bulunmasaydı, insanların çok daha az öfke ve kızgınlık nöbetlerine kapıldığı görülürdü.
Demek oluyor ki kendilerini, pek üstünlük amaçlarına ulaşacak yetenekte görmeyen, güven duygusundan yoksun insanlar, çoğunlukla söz konusu amaçtan el çekmeyip heyecanları da yardıma çağırarak daha bir ısrarla ilgili amaca yaklaşmaya çalışırlar. Böyle bir yöntemde, aşağılık duygusu tarafından körüklenen ve ister istemez kendini heyecanlara kaptıran insan ilkel ve vahşi kavimlerdeki gibi davranarak, gerçek ya da sözde gerçek hakkını ele geçirmeye, söz sahibi olmaya uğraşır.
Heyecanlar da kişilik yapısıyla sıkı ilişki içindedir; hiç de bazı insanlarda rastlanan karakteristik bir özellik sayılmayıp, çoğu kişide bir bakıma düzenli olarak karşımıza çıkar. Yeter ki gerekli durum yaratılabilsin, heyecanları herkeste gözlemleyebiliriz. İlgili durumu da ruhsal organın heyecan hazırlığı diye niteleriz. İnsanla çok sıkı bir bağlantı içinde bulunan olaylardır heyecanlar; öyle ki, hepimiz bunları kafamızda canlandırabiliriz. Bir insanı şöyle yarı buçuk tanıyalım, yaşamında yer alacak heyecanları, daha önce bunlarla hiç karşılaşmamış olsak bile zihnimizde tasarlayabiliriz.
Bedenle ruhun sıkı bir biçimde birbiriyle kaynaşmış olduğu düşünülürse, ruhsal yaşamda büyük rol oynayan heyecanların beden üzerinde de etkisiz kalmayacağı açıktır. Heyecanların fiziksel dışavurumları yüzde kızarma ve sararma, solunum faaliyetinde değişiklik gibi kan damarları ve solunum organlarıyla ilgili belirtilerdir.
Öfke
Bir insanın güçlülük eğilimini ve egemenlik hırsını adeta simgeleyen bir heyecan varsa, o da öfkedir. Bu ruhsal dışavurumun amacı, öfkelenmiş kişinin karşısına çıkan her engeli zorla ve çarçabuk yıkmaktır. Şimdiye kadar edindiğimiz bilgilere dayanarak diyebiliriz ki, öfkeli insan normalden daha büyük bir güç harcayarak üstünlük amacına ulaşmak isteyen kişidir. Prestij eğilimi bazen yozlaşarak öylesine büyük bir güçlülük sarhoşluğuna dönüşür ki, güçlülük duygusunu sınırlandıracak en ufak bir neden karşısında ilgili kimsenin bir öfke nöbetine kapılmasını anlamak güç değildir. Bazı kimseler, belki sık sık denenmiş böyle bir yolu izleyerek bir başkası üzerinde hepsinden kolay egemenlik kuracağına inanır. Söz konusu yolun izlenmesi kuşkusuz pek de seçkin bir yöntem sayılamaz; ne var ki, sıklıkla etkisini gösterir. Çoğumuz düştüğü güç bir durumda bir öfke nöbetine kapılarak nasıl prestijini kurtarabildiğini anımsayacaktır.
Öfkeye kapılmak kimi zaman haklı bir nedene dayanabilir. Ancak, biz burada böyle bir öfkeden söz etmiyoruz. Bizim üzerinde durmak istediğimiz, açık seçik ve güçlü bir şekilde ön plana çıkan öfke ve öfkenin bir alışkanlık olarak gözlemlendiği kişilerdir. Öyleleri vardır ki, öfkeye kapılmayı bir yöntem durumuna getirmişlerdir amaçlarına ulaşabilmek için öfkeden başka bir yol izlemeyişleriyle dikkati çekerler. Burnu kaf dağında olup, son derece alıngan kimselerdir hepsi, yanı başlarında ya da üstlerinde hiç kimsenin bulunmasına katlanamazlar; her zaman bir üstünlük duygusuna gereksinim duyar, dolayısıyla başkalarının kendilerine fazla yaklaşıp yaklaşmadığını, başkalarınca yeteri kadar takdir edilip edilmediklerini hep pusuda araştırıp dururlar. Normal olarak tabloda bir güvensizlik özelliği de yer alır; dolayısıyla, böyleleri kimseye bel bağlamak istemezler. Yine aynı insanlarda daha önce sınır özellikleri diye nitelediğimiz kimi özelliklere de rastlarız. Bazen son derece açgözlü böyle bir kimse, karşısına çıkacak ciddi her ödevden irkilip kaçmakta alır soluğu ve toplumsal yaşama güçlükle uyum sağlar. Gelgelelim istedikleri şeyi ele geçiremediler mi hep aynı yönteme başvurarak ortalığı kavga gürültüye boğar, yakınlarını pek büyük üzüntülere sokarlar. Örneğin bir aynayı tutup kırar ya da başka değerli eşyalara zarar verirler. Ancak, daha sonra o anda ne yaptıklarını bilmedikleri gibi bir bahaneyi ciddi ciddi öne sürmeleri inanılacak gibi değildir. Çünkü çevrelerine bir ders vermek amacını güttükleri açıktır. Kapıldıkları heyecan durumunda hep kırıp dökecek değerli bir eşyaya el atar, asla değersiz nesnelere el sürmezler. Bu da, bize onların belirli bir plan uyarınca davrandıklarını gösterir.
Dar bir çevrede bu yöntem kuşkusuz belirli bir değer taşıyabilir; ne var ki, bu çevreden çıkılır çıkılmaz yitirir değerini, çevreyle kolaycacık bir çatışma durumu baş gösterir.
Söz konusu heyecanın dış belirtilerine gelince, daha öfke sözcüğünü işitir işitmez, öfkeye kapılmış kimsenin hayali kafamızda canlanır. Başkalarına karşı düşmanca bir tutum, tüm şiddeti ve belirginliğiyle ön plana çıkar. Toplumsallık duygusu hemen hemen tümüyle geri plana itilir. Güçlülük isteği, söz konusu heyecanın içine girip yuvalanır; öyle bir istek ki, düşman gözüyle bakılan kimsenin yok edilişine kadar gelip dayanabilir. Heyecanlar, bir insanın karakterini açık seçik ortaya koyar; dolayısıyla, ilgili ruhsal durumlar insanı tanıma egzersizlerimizi kolayca yapabileceğimiz bir alan oluşturur. Öfkeli kimseleri yaşam karşısında düpedüz düşmanca bir tutum sergileyen kimseler olarak tanımlayabiliriz. Sitemli davranmayı yine elden bırakmış olmamak için şurasını bir kez daha belirtelim ki, her güçlülük eğilim ve çabasının temelini bir güçsüzlük ve aşağılık duygusu oluşturur. Elindeki güçler bakımından içi rahat kimse böylesi taşkın hareketlere, böylesi zorbalık taşıyan önlemlere başvurmaz. Aradaki bu ilişkinin asla gözden kaçırılmaması gerekir. Özellikle öfke nöbetinde güçsüzlük duygusu, üstünlük amacı doğrultusunda gayet belirgin biçimde açığa vurur kendini. İnsanın kişilik duygusunu başkalarının sırtından, başkalarının çıkarını hesaba katmadan güçlendirmeye kalkması ucuz bir yoldur.
Öfke nöbetinin patlak vermesini alabildiğine kolaylaştıran etkenler arasında özellikle alkolü sayabiliriz. Bazı insanlarda pek az miktarda alınan alkol, çoğu zaman öfke nöbeti için yeterlidir. Bilindiği gibi alkol, uygarlığın kişi önüne çıkardığı engelleri zayıflatıcı ya da ortadan kaldırıcı yönde etki yapar. Alkolle zehirlenen insan, sanki uygarlıktan hiç nasibini almamış biri gibi davranır. Kendisi üzerindeki denetimi yitirir, başkalarını hiç umursamaz. İnsan soydaşlarına karşı beslediği düşmanlığı alkol almadığı zamanlar güçlükle baskılayıp saklarken, içkili durumda söz konusu duygu sere serpe açığa vurur kendini. Dolayısıyla, yaşama uyum sağlayamayan insanların kendilerini içkiye vermeleri bir rastlantı değildir. Böyleleri içkide avuntu ararlar kendilerine, önce içkiyi, unutmalarını sağlayacak bir çare olarak görür, beri yandan bunu, erişmeyi çok istedikleri kimi şeylere erişemeyişleri için bir bahane olarak öne sürerler.
Çocuklarda öfke nöbetlerine büyüklerden çok daha sık rastlarız. İncir çekirdeğini doldurmayan bir neden, sıklıkla bir çocuğu kızdırmaya yeter. Bu da, daha büyük çapta bir güçsüzlük duygusunu içlerinde barındıran çocuklarda prestij eğiliminin daha belirgin nitelik taşımasından kaynaklanır. İkide bir kızıp öfkelenen bir çocuk, saygınlık peşinde koştuğunu ve bu arada çarptığı güçlüklere yenilmez değilse bile hayli çetin gözüyle baktığını ortaya koyar.
Bazen aşağılayıcı sözlerin yanı sıra öfke nöbetlerinin normal içeriğini oluşturan fiili saldırganlıklar o dereceyi bulur ki, kızıp öfkelenenin bizzat kendisine zarar verir. Buradan kalkarak, intihar girişimlerini de anlayabiliriz. Söz konusu eylemlerin temelinde insanın yakın ve uzak çevresindekileri üzüntüye sokma, onların kendisine reva gördüklerine inanılan ihmalin böylece öcünü alma isteği saklı yatar.
Üzüntü
Bir kimsenin bir şeyden yoksun bırakılması ya da bir kayba uğraması ve yoksun bırakıldığı ya da kaybettiği şeyden ötürü kolay kolay teselli bulamaması durumunda kendini açığa vuran bir duygudur. Üzüntü kişinin bir keder yani bir güçsüzlük duygusunu ortadan kaldırarak kendisine daha iyi bir durum sağlama isteğinin tohumlarını içerir. Bu bakımdan öfke nöbetleriyle eşdeğerdir; ne var ki, başka nedenlerle ortaya çıkması bakımından daha değişik bir görünüm taşır, bir başka yol izler. Ama her şeye karşın aynı üstünlük eğilimini kendisinde barındırır. Öfke, başkalarına yönelik olup öfkeye kapılan kişiyi hemen bir yücelmişlik duygusuna ulaştırma, düşmanını ise yenilgiye uğratma işlevini görürken, üzüntüde ilkin ruhsal mülkiyet bir sınırlandırmaya konu yapılır. Ne var ki, bu sınırlandırma kısa süre sonra ister istemez yine ruhsal mülkiyeti genişletme eylemine bırakır yerini, çünkü üzülen kişi bir yücelme ve tatmin duygusuna ulaşmak için çaba harcamaya koyulur. Bu çaba, başlangıçta bir deşarj, bir başka biçimde olmakla birlikte yine çevreye yönelik bir devinim kılığında açığa vurur kendini. Çünkü üzüntüye kapılmış kimse aslında davacı rolündedir, çevresine cephe almış bir tutum sergiler. Her ne kadar üzüntünün insan yaşamında doğal bir yeri varsa da, aşırısı çevre için düşmanca ve zararlı öğeleri içerir.
Üzüntüye kapılan kişinin erişeceği üstünlüğü, ona çevrenin tutumu sağlar. Bir kimsenin yardımına koşmasının, ona acımasının, ona bir şey vermesinin, onu destekleyip avutmasının üzüntü içindeki kimseyi nasıl ferahlattığını biliriz. İçini boşaltma olayı ağlamalar ve yakınıp sızlanmalar eşliğinde gerçekleşiyorsa, böyle bir davranışla çevreye karşı yalnızca bir saldırı başlatılmaz, aynı zamanda üzüntüye kapılan kişi bir davacı, bir yargıç, bir eleştirmen gibi çevresi üzerinde bir üstünlük duygusuna kavuşur. İsteme, talep etme özelliği ilgili davranışta açıkça kendini belli eder. Üzüntü başkaları için bağlayıcı, karşı durulmaz, dolayısıyla önünde boyun eğmek gereken bir etken rolünü oynar.
Demek oluyor ki, bu duygu da aşağıdan yukarıya bir doğrultu izler; dengeyi koruma, çaresizlik ve güçsüzlük duygusunu yok etme amacı güder.
Kötüye Kullanımlar
Heyecanların önemi insana içindeki aşağılık duygusunu yenme ve kişiliğine gereken saygınlığı kazandırma olanağını verdikleri ve bu amaçla izleyeceği yolu ona gösterdikleri anlaşıldıktan sonra gereği gibi kavranılabilmiştir. Dolayısıyla, ruhsal yaşamda son derece geniş ölçüde başvurulur heyecanlara. Kızıp öfkelenen ya da kendini ihmal edilmiş görerek üzülüp ağlayan bir çocuk, diyelim ki bu yöntemi deneme fırsatını ele geçirdi; bu davranışı ufak nedenlerle de sergilemek, söz konusu duygulara başvurup kendisine kimi çıkarlar sağlamak gibi bir yola kolaycacık başvurabilir. Duygularla çalışmak bir alışkanlığa dönüşerek, normal görülemeyecek bir biçim kazanabilir. Bu gibi çocuklar büyüdüklerinde de ilgili duyguları hep kötüye kullanır ve oyun oynarcasına öfke, üzüntü ya da öteki duyguları sergilemek gibi sakat ve sakıncalı bir yol izler, bunu da salt amaçlarına ulaşabilmek, kafalarına koydukları şeyi gerçekleştirmek için yaparlar. Söz konusu durumlar adeta düzenli olarak yinelenir, örneğin kendisinden bir şey esirgenen ya da egemenliği bir sınırlandırılma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan böyle bir kişi hemen bu yola başvurur. Çoğu zaman üzüntü o kadar yüksek perdeden ve ısrarla açığa vurulur ki, sanki üne kavuşturacaktır kişiyi, dolayısıyla dışarıdan biri üzerinde tiksindirici bir izlenim bırakır. Bazen üzüntünün nasıl bir yarışma konusu yapıldığını gözlemlemek doğrusu ilginçtir.
Heyecanların eşliğindeki bedensel belirtiler de yine kötüye kullanılabilir. Bilindiği gibi bazı insanlar vardır, kapıldıkları öfkenin etkisini sindirim sistemine o kadar ustalıklı yansıtırlar ki, öfke nöbeti sırasında kustukları görülür. Böylelikle, çevrelerine karşı besledikleri düşmanlık daha bir elle tutulur şekilde açığa vurur kendini. Kusma, karşıdaki başka kişi ya da kişilerin mahkûm edilmesi ve aşağılanması anlamını taşır. Üzüntüye çoğunlukla yeme içmeden kesilme gibi bir durum da eşlik eder; öyle ki, üzüntüye kapılan kişi oldukça kötüleşip elden ayaktan düşer, gerçekten “acınacak bir manzara” oluşturur.
Toplumsallık duygusuyla ilişkisi bakımından üzüntü özellikle dikkatimizi çeker. Toplumsallık duygusuyla üzüntülü kişiye yaklaşım, söz konusu heyecanda çoğunlukla bir yumuşama sağlar. Ama öyle insanlar vardır ki, başkalarının toplumsallık duygusuna aşırı bir gereksinim duyar, üzüntülü durumlarını bir türlü terk etmek istemezler; çünkü üzüntülerine başkalarının ortak olması ve başkalarından görecekleri yakınlık, kişilik duygularında bir yücelme sağlar.
Bizi, dereceleri değişik bir duygu ortaklığı içine çekip almalarına karşın, öfke ve üzüntü ayırıcı heyecanlardır. İnsanları birleştirici bir rol oynamaz, toplumsallık duygusunu yaralayarak insanlar arasında bir karşıtlığın doğmasına yol açarlar. İzleyeceği seyrin ileriki aşamasında bağlayıcı bir işlev görürse de, bu işlev iki tarafın da toplumsallık duygusuyla davranmasında saptanacağı gibi normal yoldan gerçekleşmez; doğru yoldan bir sapma gösterir, çevresini yalnızca veren durumuna sokar.
Tiksinti
Ayırıcılık özelliğini, pek geniş boyutlarda olmasa bile, tiksinti duygusunda da buluruz. Organik nitelikteki tiksinti, mide çeperinin belirli bir tarzda uyarılması sonucu ortaya çıkar. Ne var ki, bir şeyi dışarı atmak isteği ruh için de söz konusudur. Kendisine eşlik eden belirtiler de doğrular böyle olduğunu; tiksinti duyan kişi, belirli bir şeye sırt çevirmek istiyormuş gibi davranır. Takındığı yüz ifadesiyle çevresini mahkûm eder, tiksinti uyandıran durumun aşağılama yoluyla hesabını görmeye çalışır. Bazen ilgili duygunun da bir sömürü aracı olarak kullanıldığı görülür, tatsız bir durumda bulunan kişi kendisinde bir tiksinti duygusu uyandırarak söz konusu durumdan yakayı sıyırabilir örneğin. Tiksinti diğerlerine göre istemli yoldan belki çok daha kolay oluşturulabilecek bir duygudur. Özel bir egzersiz sonucu insan öyle bir duruma gelebilir ki, içinde uyandıracağı tiksinti duygusundan yararlanarak kendisini güçlük çekmeksizin çevresinden koparıp alır ya da çevresine karşı bir saldırı eylemini gerçekleştirebilir.
Korku
Korkunun, insanların yaşamında son derece büyük bir önemi vardır. Yalnızca ayırıcı bir duygu olmayıp, üzüntüdeki gibi kişiyi kendine özgü bir biçimde başkalarına bağlayıcı rol oynaması, söz konusu duyguya çapraşık bir nitelik kazandırır. Örneğin, korkuya kapılarak kendini belirli bir durumdan kurtaran çocuğun bir başka kişiye yanaştığı görülür. Ne var ki, korkunun mekanizması çevre üzerinde doğrudan bir üstünlüğün ele geçirilmesini sağlamaz. İlkin, ilgili kişinin görünürde uğradığı bir yenilgi durumunu sergiler. Korkan kişi, bir azalma hisseder gücünde. Korkunun birleştirici özelliği de işte buradan kaynaklanır; bu özellik, aynı zamanda bir üstünlük eğilimini içinde barındırır; korkuya kapılan kişi, bulunduğu durumdan kaçarak bir başka duruma sığınır, kendisini bu yoldan güçlendirmeye çalışır, tehlikenin yeniden karşısına çıkacak ve onu bu kez alt edebilecek duruma gelmeye bakar.
Korku, organik açıdan kökü çok derinlerde bir olaydır. İnsanların günlük hayatlarındaki korkuda, tüm canlıların yaşadığı o ilk korkunun yansıdığı görülür. Özellikle insanda bu korkuyu doğuran neden, onun doğa karşısındaki genel güvensizliği ve güçsüzlüğüdür. Örneğin bir çocuğun yaşamın güçlüklerine ilişkin bilgisi öylesine yetersizdir ki, tek başına çaresizlik içinde bulunur, başkalarının kendisine yardım etmesi ve ondaki eksikliği gidermesi gerekir. Hayatın kapısından içeri adım atan çocuklar, dış dünyanın koşulları seslerini duyurur duyurmaz sezgisel yoldan ilgili güçlüklerin bilincine varır. Tehlike eksik değildir hiç; dolayısıyla, güvensizliklerinden sıyrılma yolunda harcadıkları çaba başarısız kalan çocuklar kötümser bir dünya görüşü edinir, kendilerinde daha çok çevrenin yardım ve ilgisini temel alan karakter özellikleri geliştirirler. Yaşamsal ödevlerle aralarındaki uzaklık gibi, davranışlarındaki ihtiyatlılık özelliği de aynı şekilde büyüktür. Böylesi çocuklar gün gelip her şeye karşın ileri harekette bulunma zorunluluğunu duydular mı, geriye çekilme planlarını da kendileriyle birlikte taşır, yarı kaçmaya hazır bir konumu hiçbir zaman elden bırakmazlar; bu arada en sık kapıldıkları ve en dikkati çeken duygu korkudur.
Daha bu duyguyu dışa vuran devinimlerde ama hepsinden çok ilgili mimiklerde korkuya karşı bir eylemin başlatıldığına tanık oluruz. Ne var ki, söz konusu eylem doğru-çizgisel, yani saldırgan özellik taşımaz. Böylesi belirtiler bazen yozlaşıp bir hastalığa dönüşür ve birçok durumda ruhsal mekanizmanın içyüzünü gayet kolaylıkla görebilmemizi sağlar. Bu gibi durumlarda ruhumuzda uyanacak açık seçik bir duyguyla biliriz ki, korkuya kapılmış kimsenin eli bir başkasına uzanmakta, onu tutup kendisinden yana çekmek ve bir daha koyvermemek istemektedir.
Korku duygusunu daha çok irdelersek, karakter özelliği olarak korkuyu incelerken vardığımız sonuçları yeniden karşımızda buluruz. Korkuya kapılanlar hayatta kendilerini destekleyecek birini ararlar hep; her zaman birinin, emirlerine hazır bulunmasını isterler. Gerçekte bir egemenlik durumunun kurulmasına yönelik çabadan başka bir şey değildir korkuları; sanki başkaları kendilerine salt destek olmak için dünyaya gelmiş gibi bir davranış sergilerler. Biraz daha kurcalarsak, başkaları kendileriyle pek yakından ilgilenmesi gerekiyormuş gibi, söz konusu kişilerin bir beklenti içinde yaşadıklarını görürüz. Hayatla doğru dürüst bir bağlantı kuramamaları sonucu bağımsızlıklarını öylesine yitirmişlerdir ki, alabildiğine büyük bir özlem ve ısrarla söz konusu ayrıcalığın peşinde koşarlar. Başkalarını ne kadar arasalar da, pek fazla bir toplumsallık duygusuyla donatıldıkları söylenemez. Yani bir korku durumunun sergilenmesi kişiye ayrıcalıklı bir yer sağlayabilmekte, yaşamın zorunluluklarından sıyrılarak, başkalarını kendi hizmetine koşmasına olanak vermektedir. Nihayet korku, yaşamın tüm ilişkileri içine yuvalanmış, çevrenin egemenlik altına alınmasında etkili bir araç niteliği kazanmıştır.
Alfred Adler
İnsanı Tanıma Sanatı – Say Yayınları