Çocukları alaya almak gibi yakışıksız bir davranış, onların gelişimi için son derece sakıncalıdır. Alay edilme korkusunun bazen bu çocukların yaşamlarının çok ileri bir dönemine kadar kaybolmayarak sürüp gittiğini görebiliriz. Bu çocuklar büyür, erişkin insanlar olur, yine de bu korkuyu üzerlerinden sıyırıp atamazlar.
Bugün artık, doğadan üvey evlat davranışı görmüş çocukların yaşam ve insanlar karşısında, hayatın haz ve kıvançlarını erken yaşta tatmaya başlamış çocuklardan ayrı bir tutum takındığını biliyoruz. Şunu bir temel ilke olarak öne sürebiliriz ki, yetersiz organlara sahip çocuklar yaşamla kolaycacık bir savaşa tutulmakta, bu da onları toplumsallık duygularını sınırlandırmak gibi doğru olmayan bir davranışa zorlamaktadır; dolayısıyla bu gibilerin rahatlıkla benimsediği bir yaşam modeli vardır: Kendileriyle ve çevre üzerine yapacakları etkiyle günden güne daha çok meşgul olur, başkalarının çıkarlarını pek düşünmezler.
Yetersiz organların yol açtığı bu sonuç, dıştan etkilenmeleri çocuğun ağır bir yük gibi üzerinde hissetmesi durumunda yine karşımıza çıkar ve çocuk sık olarak çevreye karşı düşmanca bir tutum takınabilir, çocuğun yaşamındaki bu dönüm noktası, henüz çok erken bir zamanda açığa vurur kendini. Daha iki yaşındayken sözü geçen çocuklar kendilerini başkaları gibi aynı yeteneklerle donatılmış, başkalarıyla eşdeğer kimseler gibi hissetmez, başka çocukların arasına karışmaz, onlarla kimi ortak girişimlerde bulunmaya pek eğilim göstermez, çeşitli yoksunluklardan kaynaklanan aşağılık duygusuyla içlerinde öbür çocuklardan daha çok beklentilere yer verir, çevrelerine çeşitli istekler yöneltmekte hak sahibi oldukları gibi bir duyguya kapılırlar.
Gerçekte her çocuğun yaşam karşısında yetersiz sayılacağı ve yakınlarının önemli ölçüdeki toplumsallık duygusu olmasa hiç de ayakta kalamayacağı düşünülür, beri yandan çocuğun küçüklüğü ve çaresizliği, bu çaresizliğin uzun süre kaybolmayarak çocukta hayatla kolay başa çıkamayacağı gibi bir duygunun uyanmasına yol açtığı göz önünde tutulursa, her ruhsal yaşamın başında az çok bir aşağılık duygusunun yer aldığını kabul etmek gerekecektir. Söz konusu duygu da öyle bir itici güç oluşturur ki, çocuğun, gelecekte kendisine huzur ve güvenlik sağlayacağını umduğu bir amaç belirlemesine ve böyle bir amaca götürecek elverişli bir yol izlemesine yönelik tüm çabaları buradan kaynaklanır.
Organsal yeteneklerle sıkı sıkıya ilişkili bulunan ve söz konusu yeteneklerin de rol oynadığı bu kendine özgü tutum, çocuğun eğitilebilirliğinin temelini oluşturur. Her ne kadar bütün çocuklarda bulunursa bulunsun, ilgili temeli sarsacak özellikle iki etken vardır. Bunlardan biri normalden daha güçlü, daha yoğun ve daha uzun süreli aşağılık duygusu, ötekisiyse çocuğa yalnızca huzur, güvenlik ve eşdeğerlilik sağlamakla kalmayıp, çocuğun içinde bir güçlülük eğiliminin doğmasına yol açacak ve onu çevresi üzerinde bir üstünlük kurmaya yöneltecek türden bir amacın varlığıdır. Bu yoldan, söz konusu kimseleri ileride de her zaman tanıyabiliriz. Eğitilebilmeleri güçtür böylelerinin, çünkü kendilerini her zaman ihmal edilmiş hisseder, doğa tarafından haklarının yenildiğine ve insanlardan da gereken ilgiyi görmediklerine haklı ya da haksız inanırlar. Bütün bunları daha bir dikkatle incelediğimizde, bazen her türlü yanlışlığı içeren çarpık bir ruhsal gelişimle karşılaşabileceğimizi anlayabiliriz.
Aslında her çocuk böyle bir tehlikenin kucağına yuvarlanabilir, çünkü benzeri bir durumu yaşamayan çocuk yoktur. Erişkinlerin oluşturduğu bir çevre içinde dünyaya gözlerini açması, her çocuğu kendisini küçük, güçsüz, eksikliklerle dolu ve yetersiz görmeye iter. Böyle bir ruh durumunda da önüne çıkarılacak ödevleri kendisinden beklendiği gibi kolay ve hatasız yapıp çıkarabileceğine güvenemez. Bir kez, bu noktada eğitimcilerin çoklukla yanlış davrandığı görülür. Çocuktan gereğinden fazla şey istemek, onu zaten içinde yaşayan hiçlik duygusuyla daha bir yakından yüz yüze getirir. Hatta bazı çocukların pek bir önem taşımadıkları ve küçüklükleri üzerine sürekli dikkatleri çekilir. Kimi çocuklardan da oyun topları gibi yararlanılır, bu çocuklar bir eğlence aracı gibi görülür, büyük bir titizlikle kollanıp gözetilmesi gereken bir mülk sayılır ya da bıkkınlık verici bir yük bilinirler. Bazen de bütün bu değişik davranışlara toplu olarak rastlanır; büyüklerin bir eğlencesi ya da onların bir baş belası olduğuna çocuğun dikkati çekilir. Bu şekilde çocukların içinde uyanacak aşağılık duygusuna yaşamımızın bazı özellikleri daha bir güçlülük kazandırır. İlgili özelliklerden biri, çocukları adam yerine koymamamız, aslında bir hiç sayılacaklarını, bir hak ve hukuka sahip olmadıklarını, büyüklerle hiçbir zaman yarışamayacaklarını kendilerine tekrarlayıp durmamızdır. Bunlar arasında doğru sayılacak kimi şeyler öylesine tatsız bir biçimde çocukların karşısına çıkarılır ki, bunları işiten çocukların telaşa kapılmalarında anlaşılmayacak bir yan yoktur. Ayrıca, bir hayli çocuk vardır ki, ne yapsalar alay konusu edilecekleri korkusunu sürekli içlerinde taşırlar. Çocukları alaya almak gibi yakışıksız bir davranış, onların gelişimi için son derece sakıncalıdır. Alay edilme korkusunun bazen bu çocukların yaşamlarının çok ileri bir dönemine kadar kaybolmayarak sürüp gittiğini görebiliriz. Bu çocuklar büyür, erişkin insanlar olur, yine de bu korkuyu üzerlerinden sıyırıp atamazlar. Kendilerine doğruyu söylemeyerek onları insan yerine koymamak da, çocuklar için çok zararlı sonuçlar doğurabilir; böylesi bir davranış, çevrelerinin ve yaşamın ciddiliğinden kolaycacık kuşku duymaya iter onları. Öyle durumlarla karşılaşılmıştır ki, okula başladıkları ilk günlerde kimi çocuklar sıraların üzerinde oturmuş ve okul işini anne ve babalarının bir şakası olarak gördüklerini, dolayısıyla hiç önemsemediklerini açıklamışlardır.
Alfred Adler
İnsanı Tanıma Sanatı – Say Yayınları