Saygınlık tutkusu, ruhsal yaşamda bir gerginliğin doğmasına yol açar; bu gerginlik nedeniyle insan güçlülük ve üstünlük amacını daha bir açıklıkla gözüne kestirir ve normalden daha yoğun çabalarla söz konusu amaca ulaşmaya çalışır. Sanki tüm yaşam, büyük bir zafer beklentisine dönüşür. Böyle bir insan, nesnelliğe sırt çevirir çünkü yaşamla ilişkisini yitirir, kafasını kurcalayan bir tek sorun vardır, o da başkaları üzerinde nasıl bir izlenim bırakacağı ve başkalarının kendisi hakkında neler düşüneceğidir. Bunun bir sonucu olarak eylemsel özgürlüğü alabildiğine engellenir ve hepsinden sık karşılaşılan bir karakter özelliği, yani kendini beğenmişlik böylece doğup ortaya çıkar.
Alfred Adler: “Üstünlük Kompleksi” olan kişide gizli bir aşağılık duygusu saklıdır
Kendini beğenmişliğe (Hırs) çok az miktarda da olsa her insanda rastlanır. İnsanın kendini beğenmişliğini apaçık sergilemesinin başkaları üzerinde istenilen etkiyi yapmayacağı düşünülerek ilgili özellik, çoğu zaman güzelce saklanıp gizlenerek çeşitli kılıklara büründürülür. İnsan belirli ölçüde bir alçakgönüllüğü içinde barındırabilir ama yine de kendini beğenmiş olabilir. Kendini beğenmişliğinde o kadar ileri gidebilir ki, ya başkalarının kendisi hakkında vereceği yargıyı hiç önemsemez ya da açgözlülükle söz konusu yargının peşine düşer ve onu kendi lehinde etkilemeye çalışır.
Kendini beğenmişlik belirli bir ölçüyü aştı mı, son derece tehlikeli nitelik kazanır. İnsanı, daha çok görünüşü hedef alan bir sürü yararsız eyleme sürüklemesi, onu daha çok kendini ya da başkalarının kendisi hakkında vereceği yargıyı düşünür duruma getirmesi bir yana, gerçekle bağın kolaylıkla kaybolmasına yol açar. İnsanlararası ilişkilere karşı anlayış göstermez, her türlü bağın uzağında yaşar, yaşamın kendisinden neler istediğini ve kendisinin insan olarak yaşama neler vermek zorunda olduğunu unutur. Kendini beğenmişlik, başka hiçbir olumsuz özellikte görülmedik şekilde insanı özgür gelişiminden alıkoyacak gücü gösterir; çünkü kendini beğenmiş kişi herhangi bir davranışta bulunurken, acaba işin sonunda kendisi için bir çıkar söz konusu mudur diye düşünür hep.
Bazen insanlar, kendini beğenmişlik ya da kibir sözcüğü yerine kulağa daha hoş gelen hırs sözcüğünü kullanarak kendilerini biraz temize çıkarmaya çalışır. Birçok insan vardır ki, kendisinin pek hırslı bir kişi olduğunu gururla açığa vurur. Bazıları da “hamaratlık” sözcüğüne sığınır. Topluma yararı dokunduğu süre, hamaratlığa bir itirazımız olamaz. Ne var ki, genellikle ilgili deyimlere başvurulmasının nedeni, alabildiğine bir kendini beğenmişliği kamufle etmekten başka bir şey değildir.
Kendini beğenmişlik, çok geçmeden insanı oynanan bir oyunun gerçek bir oyuncusu olmaktan çıkarıp, bir oyunbozana dönüştürür. Kendini beğenmişler kendini beğenmişliklerine doyum sağlamaktan alıkonuldu mu, hiç değilse başkalarına üzüntü vermek, acı çektirmek isterler. Kendilerini beğenmişlikleri henüz gelişmekte olan çocukların nazik durumlarda bütün prestijlerini seferber ederek kendilerinden güçsüzlere güçlerini kanıtlamaya kalktığını sık sık gözlemleriz. Kimi çocukların hayvanlara eziyet etmesi de yine aynı nedenden kaynaklanır. Bu arada artık eskisi gibi atak davranamayan daha başka çocuklar ise, akıl almaz ayrıntılara başvurarak kendini beğenmişliklerine doyum sağlamaya bakar, çalışma turnuvalarının yapıldığı büyük pistin uzağında, kaprislerinin yarattığı bir ikinci savaşın alanında oyalanarak saygınlık isteklerini gerçekleştirmeye çaba harcarlar. Yaşamın güçlüğünden yakınıp, hayatta biraz haksızlığa uğradıklarını ileri sürenler, bu gibi kimseler arasında yer alır. Kendilerine sorarsanız, doğru dürüst eğitilmiş ya da falanca terslikle karşılaşmamış olsalar, herkesten ileri durumda bulunacaklardır. Bu ve benzeri sızlanmaları yineleyip dururlar. Hep bir bahane bulur, yaşamın cephe kesimini boylamaktan yakayı sıyırır, kendilerini beğenmişlik duygularını bol bol doyuma kavuşturacak düşler görürler.
Böyleleri karşısında diğer insanların durumu imrenilecek gibi değildir; kendini beğenmişlerin büyük ölçüde yergilerine hedef olurlar. Kendini beğenmiş kişi, uğradığı başarısızlıkların suçunu âdet olduğu üzere, kendisi üstlenmeyerek başkalarının üzerine yıkmaya başlar. Hep kendisi haklı, başkaları haksızdır; oysa yaşamda önemli olan haklı ya da haksız sayılmak değil, ilerlemek ve başkalarının ilerlemesine katkıda bulunmaktır. Gelgelelim, kendini beğenmişlerin ağzından işitilen hep yakınma ve özür dilemelerdir. İnsan ruhunun birtakım numara ve oyunlarıdır bunlar; kendini beğenmişlik duygusunu ayakta tutabilmek, üstünlük duygusunun yara almadan varlığını sürdürmesini sağlayıp, bir sarsıntı geçirmesini önlemek için başvurulan önlemlerdir.
İnsanlığın büyük eserlerinin, hırs denilen şey olmadan yaratılamayacağı ileri sürülür sık sık. Ama bu, gerçekle ilgisiz bir görüş ve yanlış bir perspektiften başka bir şey değildir. Kendini beğenmişlikten arınmış kimse gösterilemeyeceği için, herkeste ilgili özellikten bir parça var demektir. Ancak, insanın izleyeceği temel doğrultuyu belirleyen ve yararlı işler yapması için onu gerekli güçlerle donatan, böyle bir özellik değildir kuşkusuz. Toplum hiç hesaba katılmadan, dâhice bir işin başarılabileceği düşünülemez. Bunun tek koşulu, her zaman toplumla ilişkinin sürdürülmesi ve toplumu ileriye götürme konusunda bir isteğin duyulmasıdır. Yoksa elde edilecek başarıya değerli gözüyle bakmamız olanaksızdır. Bir başarıda kendini beğenmişlik rol oynarsa, kuşkusuz salt aksatıcı ve engelleyici nitelik taşır bu rol; başarıyı olumlu yönde pek etkileyemez.
Bugünkü toplumsal düzende insanın kendini beğenmişlikten tümüyle yakayı sıyırması gerçekleşecek gibi değildir. Bir kez bunu bilmek yararlıdır bizim için; böylelikle uygarlığımızın alabildiğine güçsüz bir yanına parmak basmış oluruz. Öyle bir güçsüzlük ki, bir sürü insanın mahvolup gitmesine, ömür boyu mutsuzluk içinde yaşamasına ve her zaman felakete kaynaklık eden yerlerde oyalanmasına yol açar. Böyleleri olduklarından daha iyi görünmeyi kendilerine amaç edindiklerinden, başkalarıyla geçinemez, yaşama ayak uyduramazlar. Dolayısıyla, bir kimsenin kendisine biçtiği yüksek değeri pek umursamayan gerçekle kolaycacık çatışma durumuna girerler. Kendilerini beğenmişlikleri, bu gibi kimseleri başkalarının alaylarına konu yapmaktan öte bir işe yaramaz. İnsanlığın karşılaştığı bütün çapraşık durumlarda, kendini beğenmişlik duygusuna doyum sağlamadaki başarısızlık en önemli etken rolünü oynar. Karmaşık bir kişilik yapısı gösteren birini anlamak istiyorsak, bu kimsede kendini beğenmişliğin hangi boyutlara ulaştığını, bu kimsenin hangi doğrultuda devindiğini ve ne gibi yollara başvurarak kendisine doyum sağlamaya çalıştığını araştırmak izlenecek önemli bir yoldur. Söz konusu durumlarda hep ele geçireceğimiz bir sonuç vardır ki, o da kendini beğenmişliğin toplumsallık duygusuna önemli ölçüde sekte vurduğudur. Kendini beğenmişlikle toplumsallık duygusu birbiriyle bağdaşmaz hiç; çünkü kendini beğenmişlik, toplumsallık ilkesine boyun eğmeye yanaşmaz.
Ancak, kendini beğenmişliği bekleyen kötü akıbet, yine kendisinden kaynaklanır; çünkü ilgili özellik, hiçbir şeyin önünde duramayacağı mutlak doğrular gibi toplumsal yaşamda gelişip ortaya çıkan karşıt mantıksal nedenlerin tehdidi altında bulunur. Dolayısıyla, henüz çok erkenden kendini saklamak, bir başka kılığa bürünmek, dolambaçlı yollar izlemek zorunda kalır; nitekim ilgili özelliği kendisinde barındıran kişi de, kendini beğenmişliğine doyum sağlamak için gerekli gördüğü görkem ve zaferi ele geçirip geçiremeyeceği konusunda kuşkular içinde kıvranır. Kendisi böyle düşler ve düşüncelerle oyalanırken, zaman geçip gider. Derken sonuçta bir bahane kalır elinde, o da harekete geçmesi için bundan böyle koşulların elverişli sayılamayacağıdır. Genellikle şöyle bir seyir izler durum: Söz konusu kimseler, yaşamda kendilerine hep ayrıcalıklı bir yer arar, kıyıda kenarda durur, çevrelerinde olup bitenleri gözlemlemekle yetinirler. Yürekleri kuşkuyla doludur, insan soydaşlarına düşman gözüyle bakar, bir savunma, bir savaş durumu yaşıyormuş gibi bir tutum takınırlar. Çoğu zaman kararsızlık içinde bocalar, insana oldukça mantıklı gelen derin düşüncelere dalar, bunda da haklı gibi görünürler. Ne var ki, varlıklarının temel sorununa el atmayı unutur, yaşamla, toplumla, yüklenmeleri gereken ödevlerle ilişki kurmayı ihmal ederler. Yakından bakıldığında bir kendini beğenmişlik uçurumuna yuvarlandıkları anlaşılır, herkesten üstünlük özlemlerini akla gelmedik yollardan dışa yansıtırlar. Davranışlarında, giyinişlerinde, konuşma biçimlerinde, başkalarıyla ilişkilerinde bu özlem açığa vurur kendini. Kısaca, nereye bir göz atılsa herkesten ileri geçmeye çalışan ve bu amaçla başvuracağı çarelerin seçiminde hiç titizlik göstermeyen kendini beğenmiş bir insanla karşılaşılır. Kendini beğenmişliğin bu gibi dışavurumları çevredekiler üzerinde hoş bir izlenim bırakmadığından ve kendini beğenmişler, eğer akıllı kimselerse, toplumun yasalarını çiğnediklerini ve topluma ters düştüklerini çok geçmeden fark ettiklerinden, söz konusu özellikte kimi zaman bazı yumuşatmalara başvururlar. Dolayısıyla, kendini beğenmiş kişi bazen alabildiğine alçakgönüllü bir izlenim uyandırmaya çalışır, dıştan neredeyse sallapati bir kimse görünümü sergiler; bununla amaçladığı tek şey de, kendini beğenmiş biri sayılamayacağını kanıtlamaktır. Anlatıldığına göre, bir gün Sokrates, konuşmak için kürsüye çıkan hırpani kılıklı birine şöyle seslenir: “Ey Atinalı genç, kendini beğenmişliğin, üstündeki giysinin yırtıklarından başını çıkarmış sırıtıyor.”
İnsanlar çoğunlukla kendilerini beğenmiş kimseler olmadıklarına inanırlar. Dikkatlerini dış görünümleri üzerinde toplar, kendini beğenmişlik denilen şeyin çok daha içerilerde yuvalandığından habersiz yaşarlar. Örneğin böyle bir kendini beğenmişlik, kişinin toplulukta hep konuşması, susmak nedir bilmemesi, bazen kendisine konuşma fırsatı verilip verilmediğine bakarak bu topluluğu değerlendirmek istemesiyle belli eder kendini. Yine kendini beğenmiş kimi insan vardır ki, öne çıkmaya hiç yanaşmaz, kalabalık arasına hiç karışmayarak, kendini topluluklardan uzak tutar. Topluluktan böyle bir kaçış da, değişik biçimlerde kendini açığa vurur: Ya alınan bir davet geri çevrilir ya da bir hayli ricadan sonra kalkılıp gidilir. Yine kendini beğenmiş birçok kimse vardır ki, topluluk arasına karışması ancak belirli koşullara bağlıdır; dünyaları ben yarattım havası içinde yanına yaklaşılmaz bir tavır takınır, bazen böbürlenerek kendisinin yüksek bir kimse olduğunu ileri sürer. Bazıları da, bütün toplantılarda hazır bulunmayı bir tutku edinir.
Bu gibi şeylere önemsiz ayrıntılar gözüyle bakmak doğru değildir; hepsi de çok derinlerde saklı yatan nedenlerden kaynaklanır. Gerçekte kendini beğenmiş insan, toplumsal yaşamı hiç umursamayan biridir; toplumsal yaşamı ileriye götürmekten çok engeller, onun gelişimini aksatır. Bütün bu tipleri tüm girdisi çıktısıyla eksiksiz anlatabilmek için büyük yazarların yaratıcı güçleri gereklidir. Kendini beğenmişlikte o yukarılara doğru tırmanan çizgiyi açık seçik gözlemleyebiliriz; öyle bir çizgi ki, bir insanın yetersizlik duygusuyla kendisi için alabildiğine büyük bir amaç belirlediğini ve başkalarından üstün olmaya çalıştığını gösterir. Kendini beğenmişliği özellikle dikkate çarpan bir kimsenin, kendisine fazla bir değer vermediği ve bu değer vermeyişinin çoğu zaman kendisinin de ayrımına varmadığını düşünebiliriz. Ama kendini beğenmişliklerinin bir yetersizlik duygusundan kaynaklandığının bilincinde olan kimseler de vardır kuşkusuz. Ancak, bunu bilmek, söz konusu kimseler için pek önem taşımaz, dolayısıyla bilgilerinden gereği gibi yararlanamazlar.
Kendini beğenmişlik insanın ruhsal yaşamının daha erken bir döneminde gelişip ortaya çıkar, hep de çocuksu bir yanı vardır, kendini beğenmiş kimseler her zaman çocuksu bir görünüm sergiler. Böyle bir karakter özelliğinin oluşumuna yol açan durumlar çeşitlidir. Bazen doğru dürüst eğitilmediği için küçüklüğünden eziklik duyan bir çocuk, ihmal edildiği, evdekilerden gerekli ilgiyi görmediği duygusuna kapılır. Bazen de çocuklar, söz konusu özelliği bir aile geleneği gibi atalarından devralır. Bu gibi kimselerin ağzından sık sık, anne ve babalarının da kendilerini başkalarından ayıracak ve başkaları karşısında kendilerine ayrıcalık sağlayacak böyle “aristokrat” bir özelliğe sahip olduklarını duyarız. Ancak, söz konusu kof isteğin altında, kendini başkalarına benzemeyip “olağanüstü” bir aileden gelen, mükemmel amaç ve duygularla donatılıp doğuştan bir ayrıcalığa hak kazanmış, herkesten üstün bir kimse gibi hissetme eğiliminden başka bir şey yatmaz. Bir ayrıcalık iddiasıdır ki, kendisine izleyeceği doğrultuyu gösterir, davranışlarını yönetir ve dışavurum biçimlerini belirler. Gelgelelim yaşam bu tiplerin gelişimini kolaylaştırmaya pek elverişli nitelik taşımadığından ve bu gibileri çevreden düşman davranışı gördüğü ya da alay konusu yapıldığı için, içlerinden çoğu kısa süre sonra gözleri korkarak toplumdan elini eteğini çeker, münzevi bir hayat sürmeye başlar. Kimseye hesap vermek zorunda olmayıp kendi dört duvarları içinde yaşadıkları sürece, sarhoşluklarından bir türlü ayılıp kendine gelemez, hatta tutumlarını haklı birtakım nedenlere oturtmaya bakarlar. Bu tipler arasında üst düzeyde eğitim ve öğrenim görmüş, yetenekli insanlar yer alır çoğu zaman. Beceri ve yeteneklerini terazinin bir kefesine koysalar, küçümsenmeyecek bir ağırlık oluşturacaktır. Ne var ki, kendilerini bir sarhoşluk havasına kaptırarak bu durumu kötüye kullanırlar. Toplumda aktif rol oynamak için hayli ağır koşullar öne sürerler. Falan ya da filan şeyi yapmış, öğrenmiş ya da bilmiş olsalardı, başkaları falan ya da filan şeyi yapsa veya yapmasaydı, bazen de kadınlar ya da erkekler böyle olmasaydı gibi yerine getirilemeyecek koşullardır bunlar; ne kadar istense de hiç biri gerçekleştirilemez. Bu da gösterir ki, boş bahanelerdir hepsi, ancak nelerin ihmal edilip elden kaçırıldığını insana unutturacak bir içkinin hazırlanıp kotarılmasına elverişli nitelik taşırlar.
Dolayısıyla, bu insanların içleri hayli düşmanca bir duyguyla doludur, başkalarının acılarını hafife almaya ve bu acılar üzerinden atlayıp geçme eğilimi gösterirler. Nitekim büyük insan sarrafı La Rochefoucault, bu tiptekilerle ilgili olarak şöyle der: Başkalarının acılarına kolaycacık katlanabilirler; içlerindeki düşmanlık, çoğu zaman sert yergiler biçiminde açığa vurur kendini. Hiçbir şeyde en ufak iyi bir yan bırakmaz, alay ve suçlamalarıyla her şeye yetişirler; kendilerini sürekli haklı çıkarmaya bakar, her şeye lanet okurlar. Oysa bize göre kötüyü bilip tanımak ve mahkûm etmek fazla bir önem taşımaz; insanın hep kendisine sorması gereken soru, var olan koşulların düzeltilmesine kendisinin nasıl bir katkıda bulunduğudur. Gelgelelim, kendini beğenmiş kişiler, yeter ki yapacakları bir hamleyle çevresindekilerin üzerinde bir yere çıkıp otursun ve karalayıp kötülemenin asitiyle onları dağlasın, başka şey istemezler. Çoğunlukla bu konuda sahip oldukları inanılmaz ölçüde zengin deneyimden geniş ölçüde yararlanırlar. Alabildiğine ince esprili, şaşılacak derecede hazırcevap kişiler bulunur aralarında. Her şey gibi, espri ve hazırcevaplık da kötüye kullanılabilir ve büyük yergi üstatlarında görüldüğü gibi, kötü bir huy bir sanat aşamasına çıkarılabilir. Bu tiptekilerin bir türlü doyamadığı aşağılayıcı ve küçümseyici davranış, kendini beğenmişlik özelliğinde sık görülüp bizim değerden düşürme eğilimi dediğimiz bir olayın dışavurumudur. Kendini beğenmiş kimsenin hangi noktayı saldırısına hedef seçtiğini bize gösterir; bu da, başkalarının taşıdığı değer ve önemdir. Böylece, ilgili kişiler, başkalarını batırarak kendilerine bir üstünlük duygusu sağlamaya çalışır. Bir kimsenin değerini benimsemeyi kendileri için bir aşağılama sayarlar. Buradan da yine, söz konusu kişilerin ruhlarının çok derinliklerinde bir güçsüzlük duygusunun yaşadığı sonucuna varabiliriz.
Kendisinde söz konusu özelliklere rastlanmayan kimse gösterilemeyeceğinden, pekâlâ bu irdelemelerden yararlanıp kendi üzerimizde uygulayacağımız bir ölçüt ele geçirebiliriz. Bin yıllık bir geçmişe dayanan bir uygarlığın, içimize serpiştirdiği nesneleri kısa sürede söküp atamasak da, körlükle davranıp bir an sonra zararlı olduğu anlaşılacak yargılara kendimizi bağımlı kılmaktan el çekmemiz ileri bir adım sayılacaktır. Başka türlü insanlar olmanın ya da çevremizde bu gibi insanlar görmenin özlemini çekiyor değiliz; birbirimize elimizi uzatmak, birbirimizle bir dayanışma, bir işbirliği içinde yaşamak benimsediğimiz bir yasadır. İşbirliğini her zamankinden çok ihtiyaç duyduğumuz günümüzde, kişisel kendini beğenmişliklerin yeri yoktur. Özellikle bizimki gibi dönemlerde kendini beğenmişliği bekleyen çelişki ve çatışmalar pek sivri ve kaba nitelik taşımakta, böyle bir tutumdaki insanlar pek kolay başarısızlığa uğramakta, sonunda ya kendileriyle savaşılarak saf dışı edilmekte ya da acımalara konu yapılmaktadır. Öyle görülüyor ki, özellikle içinde yaşadığımız çağ, kendini beğenmişlik için elverişli nitelikten yoksundur; dolayısıyla, hiç değilse bir kimsenin kendini beğenmişliğine toplum için yararlı alanlarda doyum sağlamasını mümkün kılacak yolların aranması gerekiyor.
Kendini beğenmişliğin çoğunlukla hangi yollardan etkinliğini sürdürdüğünü aşağıdaki örnekle açıklamaya çalışalım.
Birden çok kardeşin en küçüğü olan genç bir kadın, çocukluğunun erken bir döneminden başlayarak evdekilerce şımartılmıştır. Özellikle annesi, etrafında pervane olmuş, kızının her arzusunu yerine getirmiştir. Bu yüzden, vücutça da pek güçsüz sayılan kızın istekleri ölçüsüz derecede artmıştır. Derken kız günün birinde bir şey keşfeder, hastalandığı zaman çevresindekiler üzerindeki egemenliğinin her zamankinden geniş boyutlara ulaştığını sezer. Çok geçmeden, hastalık gözüne önemli bir servet gibi görünmeye başlar. Normalde insanların hastalanmaya karşı duyduğu hoşnutsuzluğu duymaz olur, zaman zaman kendini iyi hissetmemeye hiç de tatsız bir gözle bakmaz. Çok sürmeden bu konuda öylesine ustalaşır ki, istediği zaman hastalanmayı başarır ama özellikle kafasına koyduğu bir şeyi yapmak istediğinde bu yola başvurur. Ama hep de kafasında gerçekleştirmek istediği bir şey bulunduğundan, başkaları karşısında her zaman hasta bir durumda yaşamaya başlar. Çocuklarda ve büyüklerde hastalanmanın bu türüne pek sık rastlarız; söz konusu kimseler, sahip oldukları gücün böylelikle artıp büyüdüğünü hisseder, aile içinde baş köşede bir yeri ele geçirir, çevresindekileri kayıtsız şartsız egemenlikleri altına alırlar. Hele bir de zayıf yapılıysalar, söz konusu durumun gerçekleşme olasılığı alabildiğine büyür. Kuşkusuz böyle bir yolu izleyenler, daha önce sağlıkları konusunda çevresindekilerin kapıldığı tasa ve endişelerin tadını alanlardır. Bu arada, söz konusu kişiler bu durumun gerçekleşmesine katkıda bulunur, örneğin yemek yemekte biraz nazlı davranırlar. Bununla da küçümsenmeyecek başarılara kavuşur, örneğin sağlıksız bir görünüm sergiler ve evdekileri ahçılık konusundaki bütün hünerlerini göstermeye zorlarlar. İçlerinde bir özlem duygusu gelişir, yanlarında hep biri bulunsun ister, yalnız bırakılmaya hiç gelemezler. Varmak istedikleri amaca ulaşmaları da kolaydır, kendilerini hasta göstermeleri ya da başkaca bir tehlike içinde bulundurduklarını açığa vurmaları yeterlidir, bunun da tek çaresi özdeşleşme yoluyla bir hastalığın ya da bir güçlüğün kucağında soluğu almaktır. İnsanın böyle bir özdeşleşme yeteneğine ne büyük ölçüde sahip olduğunu, uykuda görülen düşler bize gösterir; düşte insan, sanki belirli bir durum gerçekten varmış gibi bir izlenime kapılır.
Söz konusu kimseler böyle bir hastalık duygusunu içlerinde yaratabilme gücüne sahiptir. Hem de bunu öylesine ustalıkla yaparlar ki, uydurmanın, düzmeceliğin ve kuruntunun asla sözü edilemez. Bir durumla özdeşleşmenin, sanki o durum gerçekten varmış gibi bir sonuç doğurduğu bilmediğimiz bir şey değildir. Örneğin bu insanlar mideleri bulanıyormuş gibi gerçekten kusabilir, kendilerini tehdit eden bir tehlike varmış gibi gerçekten korkuya kapılabilirler. Bazen bu işi nasıl becerdiklerini de ele verdikleri görülür. Örneğin hastamızın açıkladığına göre, bazen “sanki hemen bir yerine felç inecekmiş” gibi bir korkuya kapılır. Kimi insanlar vardır, diyelim bayılacaklarını öylesine ayrıntılı biçimde tasarlarlar ki, gerçekten de bayıldıkları görülür, herhangi bir kuruntudan ya da uydurmadan söz edilemez. Bir kimse bu yoldan çevresindekilerin karşısına hastalık belirtileri ya da en azından sinirsel semptomlarla dikildi mi, çevresindekilerin onun yanından bir yere ayrılmaması, ona göz kulak olması gerekir kuşkusuz; çünkü toplumsallık duygusu bunu gerektirir. Dolayısıyla, böyle bir hasta da amaçladığı güçlü konumu ele geçirir.
Böyleleri insanın soydaşlarına geniş ölçüde saygı göstermesini isteyen toplum yasasıyla çelişkiye düşer. Genellikle soydaşlarının mutluluğuna katkıda bulunmak bir yana, bu mutluluğu engellemekten kolay kolay kendilerini alamaz. Tüm güçlerini, tüm kültürlerini ve eğitimlerini seferber ederek insan soydaşlarını düşünmenin üstesinden gelebilirler belki, hiç değilse çevresindeki bir kişiyle çok yakından ilgileniyorlarmış süsünü uyandırabilirler. Ama yine de davranışlarının dayandığı temel, kendini sevmekten ve kendini beğenmişlikten başka bir şey olmayacaktır. Bizim hastamızda da işte böyle bir durum söz konusuydu. Hastamızın kendi aile bireylerine karşı açığa vurduğu ilgi görünürde tüm sınırları aşıyor, örneğin annesi kahvaltısını odasına getirmekte yarım saat gecikmeyegörsün, alabildiğine büyük bir meraka kapılıyor, kocasını yataktan kaldırıp annesinin başına bir şey gelip gelmediğine baktırmadan içi bir türlü rahat etmiyordu. Annesini yavaş yavaş kahvaltıyı tam zamanında getirmeye alıştırmıştı. Bir işadamı olarak müşterilerini ve ticari yaşamındaki dostlarını düşünmesi gereken kocasının durumu da pek başka türlü sayılmazdı; eve ne zaman belirlenen saatten biraz geç gelse karısını yığılıp kalmış, korkudan ter içinde kalmış buluyor, karısı perişan bir halde, o gelinceye kadar nasıl alabildiğine korkunç acılar içinde kıvrandığını anlatıyordu. Dolayısıyla, adam da bu gibi durumlarda dakik olmaktan başka çıkar yol görememişti.
Birçok kimse böyle davranmaktan kadının bir çıkarı olmadığını, sözü edilen durumların kadın için büyük zaferler sayılamayacağını söyleyecektir. Ne var ki, ilgili davranış bütünün ancak küçük bir parçasıdır, yaşamın tüm ilişkileri açısından bir “unutma bak!” uyarısı anlamını taşır, karşıdaki kişi eğitilmeye çalışılır böylece. Kadının ruhu dizginlenemeyecek bir hükmetme hırsıyla dolup taşar ve bu hırsın doyuma kavuşturulması bir bakıma kendini beğenmişlik duygusunun da doyuma kavuşturulmasıdır. Beri yandan kadının, istediğini elde etmek için çok çaba harcaması gerekecektir; bütün bunlar düşünülürse, bu kadın için söz konusu davranışın bir zorunluluk durumuna geldiği anlaşılmaktadır. Söyledikleri mutlaka ve anında yapılmadı mı, içi bir türlü rahat etmez kadının. Ama ortak bir yaşam, karşıdaki kişinin belirlenen saatte eve gelmesinden oluşmaz, daha başka binlerce ilişki vardır ki, kadının bu emredici tutumuyla düzenlenir; binlerce emir vardır ki, kadının korku nöbetleri kendilerine eşlik eder. Kadın o kadar büyük bir tasa ve meraka kapılır ki, karşıdaki kişi için istediğini mutlaka yerine getirmekten başka çıkar yol yoktur. Buradan görüldüğüne göre, tasa ve merak kendini beğenmişlik duygusunun doyuma kavuşturulmasında bir araç olarak kullanılmaktadır.
Söz konusu davranış çoğunlukla o dereceyi bulur ki, buna başvuran için istenilen şeyin yapılması, yapılan şeyin kendisinden daha çok önem taşır. Bunu altı yaşındaki bir kızda açıkça gözlemleyebiliriz. Kız öylesine inatçı biridir ki, aklına ne gelirse yapılmasına çalışır, gücünü çevresindekilere gösterip onları dize getirmek isteğiyle dolup taşar içi, bu davranışının neye mal olacağına hiç aldırmaz. Kızla iyi geçinmek isteyen ama bunu nasıl başaracağını bilemeyen anne bir defasında kızına bir sürpriz yapmak ister, onun en sevdiği yemeği pişirerek şu sözlerle getirip önüne koyar: “Pek sevdiğini bildiğim için, bu yemeği yaptım sana.” Ne var ki, kız nefis yemeği devirip yere döker, ayaklarıyla üzerinde tepinirken şöyle bağırır: “İstemiyorum işte! İstemiyorum! Sen getiriyorsun çünkü, ben kendi istediğim yemeği yerim.” Bir başka kez, annesi okulda büyük teneffüs için kahve mi, süt mü istediğini sorunca, kapıda dikilen kız açıkça işitilebilir bir sesle şöyle mırıldanır: “O süt dedi mi kahve içerim ben, o kahve dedi mi süt içerim.”
İçindeki niyeti açık seçik belli eden bir kızdı bu. Ama unutmayalım ki, çoğu çocuk aynıdır da niyetini açığa vurmaz; her çocukta biraz bu kızdaki özellik bulunur, olağanüstü bir çaba ve enerjiyle istediğini çevresindekilere yaptırmaya çalışır, bunun kendisine yarar sağlamayacağını, hatta zararı dokunacağını bile bile böyle bir davranışı sergiler. İradelerini özgürce kullanabilecekleri düşüncesi şu ya da bu şekilde kafalarına sokulmuş, böyle bir ayrıcalıkla donatıldıkları duygusu kendilerine aşılanmış çocuklardır hepsi. Böyle bir düşünce ve duygunun çocuklarda uyandırılmasına yol açacak nedenler ise günümüzde hiç eksik değildir. Bunun da sonucu olarak büyükler arasında insan soydaşlarının ilerlemesine yardım edecekken, kendi isteklerini gerçekleştirmeyen çalışan kişilere daha sık rastlarız. Bazı insanlar kedini beğenmişliklerinde o kadar ileriye gider ki, dünyanın en doğal işi sayılacak, hatta mutluluklarını belirleyecek bir şey bile olsa, bir başkasının kendilerine salık verdiği bir işi yapacak gücü gösteremezler; her konuşmada bir itiraz fırsatı kollar, böyle bir anı bekleyip dururlar. Kimi insanların istemleri kendini beğenmişlik sonucu öylesine uyarılıp kamçılanır ki, “evet” demek isteseler de yine “hayır” sözü çıkar ağızlarından.
İnsanın her istediğinin sürekli yerine getirilmesi gibi bir durum, aslında yalnız aile çevresinde söz konusu olabilir, hatta bazen bunun burada bile gerçekleşemediği görülür. Başkalarıyla ilişkilerinde insanın üzerinde sevimli ve uysal bir izlenim bırakan kimseler, çoğunlukla bu tipler arasında yer alır. Ne var ki, böylelerinin başkalarıyla dostluk ve ahbaplığı uzun ömürlü değildir, çok geçmeden sona erer ve zaten bu dostluğun pek de arzu edildiği söylenemez. Gelgelelim, yaşam insanları bir araya getirici özellik taşıdığından, bazen ilgili kimselerden birini görürüz, kalpleri bir yandan fetheder durur, öte yandan fethettiği kalpleri yine yüzüstü bırakıp gider. Hemen hemen her zaman aile çevresi içinde kalmak isteyen kimselerdir, bunlar. İşte bizim hastada da durum tıpkı böyleydi. Aile çevresi dışındaki sevimli ve güleryüzlü davranışıyla herkesin sempatisini kazanmıştı; gelgelelim, ne zaman sokağa çıksa çok geçmeden yine kendini gerisin geri eve atıyordu. Dışarıdan ailesine dönüp gelmesi çeşitli şekillerde gerçekleşmekteydi. Diyelim bir toplantıya gitti, ansızın başına bir ağrı giriyor, ister istemez evin yolunu tutuyor, çünkü toplantıda mutlak üstünlüğünü evdeki kadar güçlü bir biçimde hissedemiyordu. Yani hastamız o yaşamsal kendini beğenmişlik sorununu ancak ailesi içinde çözümleyebiliyorsa, kendisini gittiği yerden aile çevresine geri döndürecek, aile çevresi dışında rahatını kaçıracak bir şeylerin olup bitmesi gerekiyordu. Sonunda iş o dereceye varmıştı ki, ne zaman yabancı insanlarla bir araya gelse korku ve heyecan nöbetleri geçirmeye başlamıştı. Tiyatroya gidemez olmuş, çok geçmeden de sokağa hiç çıkamaz duruma gelmişti; çünkü sokakta başkalarının kendi iradesine tabi olduğu duygusunu yitirmekteydi. Aradığı durumlar aile çevresinin dışında, yani sokakta ele geçirilecek gibi değildi. Bu da, yanında kendi “saray erkânından” kişiler olmadan tek başına niçin sokağa çıkmaya yanaşmadığını açıklamaktaydı. Çevresinde sürekli kendisiyle ilgilenecek kişiler görmek, sevdiği ideal bir durumdu. Araştırmalarımız, onun bu davranış modelinin erken çocukluk döneminden kaynaklandığını göstermişti. Hastamız birkaç kardeşin en küçüğüydü evde, zayıf ve hastalıklı bir kızdı; kendisine öbür kardeşlerden daha bir sıcaklık ve sevecenlikle davranılması gerekmişti. O da böyle el üstünde tutulmayı tüm gücüyle benimsemiş, bir daha bundan yoksun kalmak istememişti. Böyle davranmasının sonucunda yaşamın koşullarıyla çelişkiye düşmeyip söz konusu koşullar kendisini rahat bırakmış olsaydı, bir kez saptadığı yoldan belki hiç dönmeyecekti. Başkalarının itirazına hiç izin vermeyecek kadar güçlü huzursuzluğunun ve korku belirtilerinin gösterdiğine göre, kendini beğenmişlik sorununu çözümleyeyim derken yanlış bir yola sürüklenmişti. Bulunan çözüm yolu için iyi denilemezdi, çünkü toplu yaşam koşullarına uymak gibi bir isteğe yer vermiyordu. Sonunda rahatsız edici belirtiler işi o kadar azıtmıştı ki, hastamız bir hekime görünmek zorunda kalmıştı.
Kadının yıllardan beri kurmaya çalıştığı yaşam planı üzerindeki örtünün yavaş yavaş aralanması gerekmekteydi. Tedaviye karşı gösterdiği direniş büyüktü; bunun da nedeni, hekime başvurmasına karşın yaşamında içten içe herhangi bir değişikliği istememesiydi. İleride de aile çevresinde egemenliğini sürdürse sokakta korku nöbetlerine yakalanmasa güzel bir şey olacaktı kendisi için. Gelgelelim, birini alıp öbürünü bırakmak olanaksızdı; alınacak şeyin karşılığında bir bedelin ödenmesi gerekiyordu. Tedavi sırasında bilinçsiz yaşam planının tutsağı olduğu, ilgili planın avantajlarının zevkini çıkarmak istediği, sakıncalarından ise korktuğu açık seçik anlatıldı kendisine.
Bu örnek, ileri derecede kendini beğenmişliğin nasıl tüm yaşam için bir yük oluşturup, insanın ilerlemesini engellediğini ve sonunda bir yıkıma yol açtığını gayet belirgin olarak göstermektedir. Kendini beğenmişliğin yalnızca yararlarına çevrilmiş gözlerin ortadaki ilişkileri gereği gibi algılamayacağı açıktır. Bu yüzden birçok kimse hırsın, daha doğru bir deyimle kendini beğenmişliğin tümüyle değerli bir özellik sayılacağına iyice inanmıştır; çünkü bu özelliğin her zaman bir hoşnutsuzluk kaynağı oluşturduğunu, kendisine rahat ve uyku yüzü göstermeyeceğini fark etmez.
Buna bir başka örnek olarak da şu vakayı verebiliriz. Yirmi beş yaşındaki bir genç, tam son sınavlarına girip de okulu bitireceği bir sırada vazgeçer, çekilir bir kenara; çünkü ansızın üzerine bir duygu çullanmış, hiçbir şeyle ilgilenmez olmuştur. Alabildiğine sıkıcı ruh durumları yakasına yapışır, kendi kendini karalayıp kötüler, yeteneksiz ve mıymıntı biri olduğu düşüncesini kafasından bir türlü söküp atamaz. Çocukluğunu anımsayarak anne ve babasına en ağır suçlamaları yöneltir, onların anlayışsızlığının kendisini doğru dürüst gelişmekten alıkoyduğuna inanır. Böyle bir hava içinde yaşarken, insanların gerçekte bir değer taşımadığını ve kendisini hiç ilgilendirmediğini düşünür. Söz konusu düşünceler, nihayet kendisini toplumdan soyutlamasına yol açar.
Bu durumda da yine kendini beğenmişliğin alttan alta itici güç rolünü oynadığı görülmektedir; ilgili özellik, kendisini denemeden geçirmek zorunda kalmaması için hastamızın eline çeşitli bahane ve mazeretler tutuşturur. Çünkü tam gireceği sınavlardan önce kafasına bu çeşit düşünceler üşüşen hastamız, başkalarının karşısına çıkmaktan çekinmeye başlamış, ruhunu geniş ölçüde bir isteksizlik sarıp kendisini işe yaramaz duruma getirmiştir. Ne var ki, bütün bunlar onun için kesin bir önem taşımaktaydı. Çünkü bir şey başarıp ortaya koyacak gücü gösteremediğinde kişisellik duygusu esenliğe çıkacaktı. Altında gerilmiş bekleyen bir ağ hazırda bulunuyordu; darda kaldığında içine atlayıverecek, eleştirilerden yakasını kurtaracaktı. Hasta olduğu, içyüzü karanlık bir yazgı tarafından işe yaramaz duruma getirildiği düşüncesiyle avutabilecekti kendini. İnsanın tehlikeli durumlarla yüz yüze gelmesine izin vermeyen böyle bir davranış da, kendini beğenmişliğin bir başka türünü oluşturmaktadır. Beceri ve yeteneği üzerinde karar anının arifesinde, ilgili özellik hastamızı bir dönüş yapmaya zorlamaktaydı. Halen içinde bulunduğu parlak durumu, uğrayacağı bir yenilgiyle kaybedebileceğini düşünmekte, yetenekliliği konusunda kuşku duymaktadır. Kendilerini toparlayıp bir türlü kesin karar veremeyen tüm insanların gizi de, işte burada saklı yatıyor.
Hastamız da söz konusu kimseler arasında yer almaktadır. Aslında hep böyle davranan biri sayıldığını araştırmalarımız ortaya koymuştur. Ne zaman bir karar anı yaklaşsa hep bocalamış, döneklik göstermiştir. Daha çok bir insanın devinim çizgisiyle hal ve gidişini inceleme ve araştırma konusu yapan bizler için böyle bir davranışın içerdiği tek bir anlam vardır: Kendi kendini frenlemek ve olduğu yerde kalıp ileriye gitmemek.
Hastamız, ailenin en büyük çocuğu ve tek erkek evladıydı; dört kız kardeşi vardı. Aile içinde beş çocuktan yalnızca onun yüksek öğrenim görmesi kararlaştırılmıştı. Adeta ailenin gözbebeği olup, kendisinden çok şey beklenmekteydi. Babası oğlunu hırslı bir kimse gibi yetiştirmek için hiçbir fırsatı kaçırmamış, ileride ne büyük bir adam olacağını kendisine hep tekrarlayıp durmuştu; dolayısıyla, hastamızın gözü çok geçmeden bir tek amaçtan başkasını görmez olmuştu: Herkesten ileri geçmek. Derken kendisinden beklenilenleri yapabileceği konusunda bir güvensizliğe kapılmış, kendini beğenmişliği onu geri çekilmeye zorlamıştı.
Bu durum, hırs ve kendini beğenmişlik özelliğinin gelişimi sırasında nasıl kendiliğinden zarların atılıp, ileriye giden yolu yürünmez duruma soktuğunu göstermektedir. Kendini beğenmişlik, toplumsallık duygusuyla alabildiğine büyük bir çelişki içine sürüklenmekte, ilgili çelişkiden insanı kurtaracak bir çıkar yol bulunamamaktadır. Durum böyleyken, kendini beğenmiş kişilerin, çocukluklarından başlayarak toplumsallık duygusunda hep bir gedik açmaya ve bir kez tuttukları yolu izlemeye çalıştıklarını görürüz. Böyleleri, bir kentin planını kendi hayal güçlerine göre hazırlayıp, ellerinde böyle bir planla kenti dolaşmaya çıkan ve her şeyi o dikkafalılıklarının ürünü planda işaretledikleri yerde bulmaya uğraşan insanlara benzer. Elbette aradıklarını asla bulamaz ve bunun sorumlusu olarak gerçeği suçlarlar. Kendini beğenmiş, dikkafalı insanların yazgısı aşağı yukarı böyledir. İnsan soydaşlarıyla ilişkilerinde kendini beğenmişlik ilkesini ya zorla ya da hile ve entrikayla geçerli kılmaya çalışırlar. Pusuda bekler, başkalarını haksız çıkaracak ya da hatalarını kanıtlayacak bir fırsat gözlerler hep. Başkalarından akıllı ya da daha iyi insanlar olduklarını gösterebildiklerinde, mutluluk duyarlar. Oysa karşısındakiler buna pek dikkat etmez ama savaş çağrısını yine de kabullenirler; bir süre devam eden savaş kendini beğenmiş kişilerin ya zaferi ya da yenilgisiyle sonuçlanır; ne var ki, kendini beğenmiş kişiler, her iki durumda da savaştan kendi üstünlüklerinin ve haklılıklarının bilinciyle çıkarlar.
Ucuz oyunlar, numaralardır bunlar. Böyle bir yoldan herkes, canı istediği şeye sahip olduğu kuruntusunu içinde yaşatabilir. Ve sonunda, hastamızda görüldüğü gibi, ansızın bir okulda okumak, bir kitabın bilgeliğine boyun eğmek ya da gerçek becerisinin boyutlarını ortaya çıkaracak bir sınavı sineye çekmek zorunluluğuyla yüz yüze gelir ve tüm yetersizliklerinin bilincine varırlar. Olaylara bakıştaki yanlış perspektifin kendilerini içerisine soktuğu durumu aşırı ölçüde önemser ve sanki yaşamlarının tüm mutluluğu, tüm anlam ve önemi söz konusuymuş gibi değerlendirirler her şeyi. Kimsenin katlanamayacağı bir gerilimin içine sürüklenirler.
Ayrıca, başkalarıyla her karşılaşmaları onlar için büyük ve olağanüstü bir olay olup çıkar. Birinin onlara seslenişi, biri tarafından yöneltilen bir söz, yengi ya da yenilgi açısından yorumlanıp değerlendirilir hep. Aralıksız bir savaş sürer gider. Kendini beğenmişlik, hırs ve büyüklenme özelliklerini kendilerine yaşam modeli yapan kişilerin önüne habire yeni güçlükler çıkarır bu savaş, yaşamın gerçek sevinçlerinden onları yoksun bırakır. Çünkü ancak koşullar benimsendiği zaman, yaşamın sevinçleri ele geçirilebilir. Bu koşulları bir kenara iten kimse, kıvanç ve mutluluğa götüren yolu kendi eliyle kendisine kapatır, başkaları için memnunluk ve mutluluk kaynağı olan her şeyden ister istemez el çeker. Düşler ve hayaller kurarak, başkalarından yüce ve üstün olduğu duygusunu yaşatır içinde; ama bu duygunun hiçbir yerde hiçbir şekilde gerçekleştiğini göremez. Bir şekilde böyle bir şeyle karşılaşsa bile, saygınlığını yadsımaktan zevk duyan yeterince insan bulur karşısında. Bunu önleyecek hiçbir çare yoktur. Kimse bir kişinin üstünlüğünü benimsemeye zorlanamaz. Dolayısıyla, kendini beğenmiş kişiye kala kala kendisi hakkında vereceği tümüyle kesinlikten uzak ve büyüklenmeyle dolu yargısı kalacaktır. Böyle bir kişinin zaman bulup gerçek başarılar elde etmesi ya da insan soydaşlarının ilerlemesine yardımcı olması güçtür. İçlerinde kazançlı çıkacak kimse yoktur böylelerinin. Hepsi de sağdan soldan gelecek saldırılara hedef oluşturur, sürekli bir tükenişin pençesinde kıvranırlar. Sanki her zaman dışa karşı bir büyüklük ve üstünlük sergilemek gibi sebat ve hamaratlık isteyen bir ödevi üstlenmişlerdir.
Oysa bir insanın değerinin, başkalarının gelişim ve ilerlemesine yardım etmek gibi haklı bir nedenden kaynaklanması bir başka durumdur. Böyle bir durumda insan değer ve önem peşinde koşmaz, değer ve önem kendiliğinden gelip insanı bulur. Başkaları çıkıp ilgili değer ve önemi yadsısa bile, bunun bir hükmü olmaz. İnsan, bütün umudunu kendini beğenmişliğine bağlamadığı için, söz konusu yadsımalar karşısında serinkanlılığını yitirmez. Kesin önem taşıyan bir şey varsa, insanın bakışlarını kendi şahsına yöneltmesi, kendi kişiliğini yüceltme yolunda sürekli bir arayış içinde bulunmasıdır. Kendini beğenmiş kimse, hep bekleyen ve hep alan biri durumundadır. Gelişmiş bir toplumsallık duygusunu içinde barındıran ve “Başkalarına ne verebilirim?” sorusunu soran biri tüm karşıtlığıyla kendini beğenmiş kişiyle yan yana getirildiğinde arasında ne büyük bir değer farkının bulunduğu hemen anlaşılacaktır.
Bu da, ulusların daha binlerce yıl önce müthiş bir kesinlikle sezdiği ve İncil’in o bilgelik dolu “Vermek almaktan daha hayırlıdır” sözünde dile gelen bakış açısına götürür bizi. Alabildiğine eski bir insanlık deneyiminin dışavurumu sayılan bu sözün anlamı üzerinde düşündük mü görürüz ki, burada anlatılmak istenen ruhsal bir durumdur; vermenin, kollayıp gözetmenin, yardım elini uzatmanın insanın ruhunda yarattığı havadır; bu hava, ruhsal yaşamda kendiliğinden bir denge ve uyum sağlar, veren kimsenin kendiliğinden ele geçirdiği bir Tanrı armağanıdır adeta. Daha çok almaya eğilimli kimse ise, çoğu zaman dağınık ve tutarsız biridir; hoşnut olmak nedir bilmez, tam bir mutluluğa ulaşabilmek için elindekiler dışında daha nelere kavuşması ve neleri kendisine mal etmesi gerekeceği düşüncesiyle oyalanıp durur hep. Gözlerimi çevirip de başkalarının gereksinimlerine bakayım demez; başkalarının mutsuzluğunu kendi mutluluğu saydığından, bir uzlaşmanın sağlayacağı huzur düşüncesine kafasında yer yoktur. Dikkafalılığının yarattığı yasalara başkalarının boyun eğmesini ister amansız bir tutumla, var olandan başka bir gökyüzü ister, bir başka türlü düşünce ve duygu ister. Kısaca, onda gördüğümüz her şey gibi hoşnutluk ve alçakgönüllülük duygusundan uzaklığı da alabildiğine dehşet vericidir.
Kendini beğenmişliğin tamamen dışsal ve daha ilkel biçimlerini sergileyen kimseler ise, aşırılığa kaçarak giyinir, süslenip püslenir, başkalarının dikkatini üzerlerine çekmek ister, bu davranışlarıyla geçmiş çağlardaki görkemli görünmek, caka satmak isteyen insanları anımsatırlar. Bugün bile ilkel kavimlerde aynı durumla karşılaşırız; örneğin, ilkel bir insan çok uzun bir tüyü saçlarında taşımaktan dolayı gururlanıp böbürlenir. Pek çok insan son modaya uygun giyinip kuşanmaktan alabildiğine haz duyar. Yanlarında taşıdıkları portreler ve çeşitli ziynet eşyaları, kimi zaman başvurdukları sert sloganlar, savaşçıl amblemler ve düşmanı korkutacak silahlar, bu insanların kendini beğenmişliklerini gösteren belirtilerdir. Özellikle erkeklerde gördüğümüz cinselliği çağrıştıran figür ve dövmeler vb. hoppa ve hafifmeşrep bir izlenim bırakır üzerimizde.
Böyle bir manzara karşısında bencil bir çabanın gösterildiği, hayasızlıkla da olsa karşıdakinin etkilenmek istendiği duygusuna kapılırız. Çünkü hayasızca davranmak, bazı insanlara bir tür büyüklük ve üstünlük duygusu sağlar. Bazıları da sert ve duygusuz, dikbaşlı ya da kendi içine kapanık ve soğuk bir davranışı sergilemeleri durumunda böyle bir duyguya kavuşur. Ne var ki, bu davranış da bazen gösterişten başka bir şey değildir; gerçekte böyleleri, kabalıktan ve hoyrat şövalyelikten daha çok yufkayürekliliğe yakın kişilerdir. Özellikle erkek çocuklarında toplumsallığa karşı bir tür duyarsızlık, düşmanca bir tutum gözlenir. Başkalarının acı çekeceği bir rolü seve seve üstlenen kendini beğenmiş insanların duygularına seslenmek, izlenecek en kötü yoldur. Çünkü böyle davranmak çoğunlukla onları daha fazla kamçılar, tutumlarını sertleştirmelerine yol açar. Genel olarak böyle bir durumda karşılaşılan tablo şudur: Örneğin anne ve baba, ricayla böyle bir kimseye yaklaşır, üzüntülerini açığa vurur, ilgili kişi ise onların acılarından kendine adeta bir üstünlük duygusu sağlamaya bakar.
Kendini beğenmiş kişilerin kendilerini maskelemekten hoşlandığını daha önce belirtmiştik. Kendini beğenmiş kimseler, egemenlikleri altına alabilmek için çoğu zaman başkalarının gönüllerini kazanıp onları kendilerine bağlamak zorundadır. Dolayısıyla, bir insanın güleryüzlü, dost ve nazik davranışına bakarak hemen ona bağlanmaktan sakınmalı, böyle bir görünümün arkasında başkalarından ileriye geçmek ve başkalarını egemenliği altına almak için çalışan savaşçıl ve saldırgan birinin saklı yatabileceği unutulmamalıdır. Çünkü böylelerinin giriştiği savaşta ilk adım, karşı tarafta güvenlik içinde bulunduğu sanısını uyandırmak ve onu ihtiyatı elden bırakacak duruma getirmektir. Savaşın bu ilk evresinde, yani bu dostluk ve güleryüzlülük döneminde, toplumsallık duygusuyla donatılmış biri karşısında bulunulduğu sanısına kapılmak işten bile değildir. Ne var ki, birincisini izleyen ikinci perde bize yanıldığımızı gösterir. Çoğunlukla haklarında “Beni düş kırıklığına uğrattı” sözü kullanılmadan durulamayan ve iki ruh taşıdığı öne sürülen kimselerdir bunlar. Ama gerçekte hepsinin de güleryüzlü bir başlangıcı savaşçıl bir tutumla sürdüren bir tek ruhları vardır. Başlangıçtaki yüze gülüp karşısındakini tuzağa düşürme işi o denli geniş boyutlara ulaşır ki, bundan bir ruh avcılığı doğup çıkabilir ortaya. İlgili kişiler çoğunlukla alabildiğine bir özveri sergiler; tek başına böyle davranmak bile onlar için adeta bir zaferden farksızdır. Alabildiğine saf ve temiz bir insanlığı ele veren sözleri ağızlarından eksik etmez, eylemleriyle de sözde bunu kanıtlamaya çalışırlar. Gelgelelim, bunu çoğunlukla öylesine gösteriş düşkünü bir tavırla yaparlar ki, durum, işin acemisi olmayanların hemen dikkatini çeker. Bir İtalyan kriminoloji profesörü şöyle demiştir: “Bir insanın ideal davranışı belirli bir ölçüyü aşıp da, iyi kalpliliği ve insancıllığı göze batar bir boyut kazandı mı, durumdan kuşku duymanın yeridir.” Böyle bir görüş karşısında da ihtiyatı elden bırakmamak gerekir; ancak ilgili görüşün kuram ve pratikte haklı nedenlere dayandığı gerçeğine de gözlerimizi kapatamayız. Goethe de Venedik apigramlarının birinde buna yakın bir düşünceyi şöyle dile getirir:
Her hayalperesti çarmıha gerin otuz yaşında,
Tanımaya görsün dünyayı bir kez, aldatılan aldatan olup çıkar.
Genellikle bu tipteki insanları tanımak kolaydır. Yüze gülen ve yaltaklanan davranışları sevilmez, tiksindirir bizi; çok geçmeden böylelerinden kendimizi sakınmaya, kollamaya başlarız. Açgözlü insanlara doğrusu böyle bir yola başvurmaktan el çekmelerini salık vermemiz gerekir. Söz konusu yolu izlememek, daha sade bir çareye başvurmak kendilerine daha çok yarar sağlar.
Ruhsal gelişimde karşılaşılan başarısızlıkların hangi durumlarda ortaya çıkacağını kitabın “Genel Bilgi” bölümünde görmüştük. Eğitimleri güçlük doğuran çocuklar, çevreleriyle bir savaş durumunu sürdürür. Eğitim işini üstlenenler yaşam mantığından kaynaklanan yükümlülüklerini bilseler de, aynı mantığı çocuk için de bağlayıcı kılmanın olanağı yoktur. Tek çıkar yol, bir savaş durumunun baş göstermesini elden geldiğince önlemektir; bu da çocuğa nesne değil, özne gözüyle bakılarak, ona diğer insanlarla tamamen eşit haklara sahip biri, kısaca bir arkadaş gibi davranarak sağlanır. Böyle yapıldı mı, çocukların bir ezilmişlik ve ihmal edilmişlik duygusuyla çevrelerine karşı savaşçıl bir tutum takınması kolay olmaz pek, bu tutumdan içinde yaşadığımız uygarlıkta ikiyüzlü hırs gelişip ortaya çıkma olanağını pek bulamaz; öyle bir hırs ki, tüm düşünce, davranış ve karakter özelliklerimizde çeşitli derece ve miktarlarda yer alır ve her zaman yaşamı güçleştiren bir etken rolünü oynar, bazen de çetin sorunlara, yenilgilere ve kişilik yapısında yıkımlara yol açar.
Hepimizin insanı tanımaya yönelik bilgilerimizi ilk planda sağladığımız kaynaklar sayılan masalların, kendini beğenmişlik özelliğini ve bunun yol açacağı tehlikeli sonuçları gösteren bir sürü örneği içermesi çok karakteristiktir. Biz burada kendini beğenmişliğin serbestçe gelişip serpilişini ve bunun yol açtığı otomatik çöküşü gayet belirgin çizgilerle göz önüne seren bir masaldan söz açacağız. Andersen’in “Sirke Testisi” adlı masalıdır bu. Bir balıkçı avladığı bir balığı serbest bırakır; buna teşekkür etmek isteyen balık da balıkçıya bir dilekte bulunmasını söyler. Balıkçının dileği gerçekleşir. Ne var ki, balıkçının bir karısı vardır, gözü yukarıda olup hiçbir şeyle yetinmez; ilkin kontes, sonra kral, en sonunda da Tanrı olmak isteyerek, balıkçıyı sürekli olarak balığa yollayıp durur. Kadının son isteğine içerleyen balık da, balıkçıya artık hiçbir dilekle kendisine gelmemesini söyler.
Açgözlülük sınır diye bir şey tanımaz, büyür, gelişir sürekli. Gerek masalda, gerek yaşamda, gerekse kendini beğenmiş kişinin cadı kazanından farksız ruhsal yaşamında güçlülük eğiliminin giderek büyüyüp sonunda bir Tanrısallık idealine dayandığını gözlemlemek ilginçtir. Söz konusu vakaların en ağırlarında karşılaşıldığı üzere, böyle bir kimsenin ya bir Tanrı ya da Tanrı’nın yerini alan biri gibi davrandığı ya da sanki bir Tanrı’ymış gibi belirli isteklere kapılıp, belirli amaçlar güttüğünü görmek için çoğunlukla, uzun boylu araştırmalara gerek yoktur. Böyle bir durum, yani Tanrı gibi olma çabası, böyle birinin kişiliğinin sınırlarını aşma yolunda içinde taşıdığı eğilimin en uç noktasını oluşturur. Özellikle günümüzde alabildiğine sık karşılaştığımız bir durumdur bu. Spiritizm ve telepati fenomenleri çevresinde yoğunlaşan tüm çaba ve ilgiler, bize öyle insanların varlığını gösterir ki, kendileri için belirlenmiş sınırları bir an önce aşmakta sabırsızlanır, normal insanlarda rastlanmayan birtakım güçleri ellerinde bulundurdukları kuruntusuna kapılır, zaman ve mekânın dışına çıkıp örneğin ölmüş kişilerin ruhlarıyla bağlantı kurmaya çalışarak, zaman öğesini adeta ortadan silip atmaya kalkarlar. İşi biraz daha derinleştirirsek, insanlardan büyük bölümünün hiç değilse Tanrı’nın yanı başındakendilerine küçük bir yer sağlama eğilimini içlerinde barındırdıklarını saptarız. Günümüzde hâlâ uyguladıkları eğitimle insanları Tanrı’ya benzer duruma getirmek idealini gerçekleştirme amacını güden pek çok akım vardır. Eskiden bütün dinsel eğitimlerin paylaştığı bir idealdir bu. Böyle bir eğitimin sağladığı sonucu ise, dehşetle anımsamamak elde değildir. Dolayısıyla, eğitim açısından daha sağlam bir ideali arayıp bulmak gereği ortadadır. Ne var ki, sözü edilen eğilimin insan ruhuna alabildiğine güçlü bir şekilde kök salmış olmasının şaşılacak yanı yoktur. Psikolojik nedenler bir yana, insanların büyük bir bölümünün insanın özüne ilişkin ilk bilgilerini hemen hemen Kutsal Kitap’taki sözlerden edinmesi ve Kutsal Kitap’ta Tanrı’nın kendini model alarak insanı yarattığının yazılı olması bunda büyük rol oynamakta, ilgili sözler çocuk ruhunda çoğu zaman tehlikelere yol açan önemli izler bırakmaktadır. İncil’in harikulade bir yapıt olduğu ve gerekli olgunluğa erişilince her zaman hayranlıkla okunacağı kuşkusuzdur. Ama okuma işinin çocuklardan başlatılması istendi mi, hiç değilse onlara bazı açıklamalarda bulunmak, alçakgönüllülük denilen şeyi öğretmeye çalışmak, onları birtakım sihirli güçlerin varlığı kuruntusuna kapılmaktan ve sözde Tanrı’ya benzer biçimde yaratıldıkları için her şeyin onlara boyun eğmesini istemekten onları alıkoymak gerekir.
Çocuklarda sık karşılaşılan benzeri bir ideal de, tüm isteklerin gerçekleştiği ekmek elden su gölden ülkesidir. Kuşkusuz çocuklar masallarda karşılaştıkları bu gibi hayallerin gerçekliğine asla ihtimal vermez. Ne var ki, sihir ve büyüye karşı ne müthiş ilgi duydukları düşünülürse, en azından bu konuda kafa yormak ve derinleşmek gibi bir ayartıya karşı duramadıkları kesindir. Büyüleme ve büyü yoluyla başkalarını etkileme düşüncesinin insanlar arasında hayli savunucusu vardır ve bu tür bir düşüncenin çok ileri yaşlara kadar bu gibi kimselerin kafasından asla çıkmadığı görülür. Ancak, kadının erkek üzerinde yaptığı büyüleyici etki konusunda bu düşünce ve duyguları paylaşmayan kimse gösterilemez. Bugün de hâlâ öyle insanlara rastlarız ki, sanki cinsel ilişki kurdukları erkek ya da kadının büyüleyici gücünü üzerlerinde hissediyorlarmış gibi davranırlar. Bunu düşünürken, söz konusu inancın şimdikinden çok daha yaygın olduğu bir dönem geliyor aklımıza; öyle bir dönem ki, kadınlar en sudan nedenlerle büyücü ya da cadı gözüyle yakılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış, söz konusu durum bir karabasan gibi tüm Avrupa’nın üzerine çöreklenmiş, kısmen kader yolunu çizmiştir. Bir milyon kadının, söz konusu hezeyana kurban gittiği hatırlanırsa, asla önemsiz bir hata sayılamayacak bu durum, olsa olsa engizisyon mahkemelerinin ya da bir dünya savaşının yol açtığı yıkımla kıyaslanabilir.
Tanrı gibi olma çabasını gözden geçirdiğimizde, dinsel gereksinimlerine doyum sağlayan kişilerin kendini beğenmişliklerinin amacına ulaşmaktan başka bir şeyi umursamadıklarını saptarız. Örneğin, ruhsal bakımdan yıkılmış biri için başkalarının üzerinden atlayarak Tanrı’yla bağlantı kurmanın ve onunla bir diyaloğu sürdürmenin ne büyük önem taşıyacağını, böyle bir kimsenin nasıl dindarca eylem ve yakarışlara başvurarak Tanrı’nın, iradesini kendisi için gerekli gördüğü yollara kanalize edebileceğine inandığını, Tanrı’yla nasıl senli benli bir ilişki içinde yaşadığını ve bu yoldan kendisini Tanrı’ya alabildiğine yakın hissettiğini düşünelim. Bazen söz konusu davranışlar gerçek dindarlık denilen şeye o denli uzak düşer ki, üzerimizde hastalık belirtileri gibi bir izlenim bırakır. Örneğin, dua okumadan uyuyamayan, böyle yapmasa uzaktaki bir insanın başına bir felaket gelebileceğine inandığını açıklayan bir kimsenin durumu böyledir. Böyle bir açıklamayı tersine çevirip, “Ben bu duayı okursam, o zaman başına bir şey gelmez” gibi anlarsak, ilgili açıklamanın bir övünmeden, bir yüksekten atmadan başka bir şey sayılamayacağını görürüz. Bir kimsede sihirli bir büyüklüğe sahip olduğu duygusunu kolaycacık uyandıracak davranışlardır bunlar. Örneğin, sözünü ettiğimiz kişi ettiği duayla birinin başına gelecek felaketi önlemiş görür kendini. Ayrıca gündüz düşlerinde de bu gibi kişiler insani ölçülerden hayli uzaklaşır. Yapılanların tümü boş girişimler, nesnelerin gerçek özünü değiştirmeyip yalnızca hayalde bir değer taşıyan ve kişiyi gerçekle dostluk kurmaktan alıkoyan eylemlerdir.
Uygarlığımızda kuşkusuz sihirli bir güce sahip olduğu duygusunu insanda uyandıran bir nesne vardır ki, o da para’dır. Çoğu kişi, para sayesinde her şey elde edilebilir sanır; hırs ve kendini beğenmişliğin şu ya da bu şekilde parayla ve mal mülkle ilgili olmasının şaşılacak yanı yoktur. Dolayısıyla, mal mülk edinmek için harcanan, neredeyse bir hastalık belirtisi ya da ırksal nedenlerden kaynaklanan bir belirti gözüyle bakılacak katıksız çabayı anlayabilmekteyiz. Ne var ki, bu da yine kendini beğenmişlikten başka bir şey değildir; kendini beğenmişlik bir kimsenin hep daha çok şeye ulaşmak, elinde bu büyülü güçten de biraz bir şeyler bulundurmak ve böylece bir üstünlüğe kavuşmak istemesine yol açar. Aslında yeterince para sahibi olmasına karşın hâlâ para peşinde koşan gayet varlıklı kimselerden biri, şöyle bir itirafta bulunmuştur: “Evet, öyle bir güç ki, insanı dönüp dolaşıp kendisine çekiyor.” Bu kişi durumu anlamıştı ama çoğunluk bunu anlayacak yeteneği gösteremez. Güç sahibi olmak bugün para ve mal mülke öylesine bağlı duruma gelmiş bulunuyor, zengin olma ve mal mülk edinme çabası bazılarına öylesine doğal görünüyor ki, para pul peşinde koşan çoğu kişiyi önüne katıp götüren gücün kendini beğenmişlikten başka bir şey sayılamayacağı fark edilmiyor.
Son olarak konunun tüm ayrıntılarını gözlerimizin önüne serecek bir vakadan daha söz açacağız. Bu vaka, aynı zamanda kendini beğenmişliğin büyük rol oynadığı bir başka durumu da anlamamızı sağlayacaktır: ihmal ve bakımsızlık. Ortada iki kardeş vardır; erkek olan küçüğü beceriksiz bir çocuk sayılır, abla ise becerikliliğiyle ün yapmıştır. Erkek çocuk ablasıyla rekabet durumundadır; sonunda başarı kazanamayacağını anlayıp, yarıştan el çeker. Daha baştan beri evdekilerden gereken ilgiyi görmemiştir. Son durum üzerine her ne kadar kendisine yardım eli uzatılır ve düştüğü güçlüklerden kurtarılmak istenirse de, sırtında hissettiği yükte bir hafifleme olmaz, yetersiz sayıldığı yolunda gerçek denilemeyecek bir duyguyla dolup taşar içi. Çünkü çocukluktan beri ablasının güçlüklerle daha kolay başa çıkabileceği, kendisinin ise dünyadaki küçük işler için yaratıldığı düşüncesi kafasına sokulmak istenmiştir. Ablasının daha elverişli konumundan ötürü kendisinin bir yetersizlikle donatıldığı gibi hiç doğru sayılmayacak bir sonuca varmıştır. Üzerinde böyle bir yükle okula başlamış, burada her ne pahasına olursa olsun yeteneksizliğini itirafa yanaşmayan karamsar bir çocuk yaşamını sürdürmüştür. Zamanla yaşı ilerlemiş ve buna paralel olarak aptal bir çocuk gibi bakılmayarak, yetişkin bir insan davranışı görmek için duyduğu özlem giderek büyümüştür. Henüz on dört yaşındayken sık sık büyüklerin düzenlediği toplantılara katılmaya başlamıştır. Ruhunun derinliklerine kök salan aşağılık duygusu kendisi için sürekli bir uyarı kaynağı oluşturmuş, nasıl edip de büyük bir beyefendi rolünü oynayabileceğini durmadan düşünüp taşınmaya başlamıştır. Günün birinde de fahişelerin arasında almış soluğu, o gün bugün onlardan bir türlü kopamamıştır. Böyle bir yaşam bir sürü para harcamasını gerektirdiğinden, içindeki büyük adam sevdası da babasından para istemesine izin vermediğinden, fırsat buldukça babasının kasasından para çalmaya koyulmuştur. Söz konusu hırsızlıklar onu asla rahatsız etmemiş, kendisini babasının kasası üzerinde istediği gibi tasarruf yetkisini ele geçiren bir büyük adam gibi görmüştür. Bu, bir zaman sürmüş, erkek çocuk günün birinde sınıfta kalmak gibi ağır bir başarısızlık tehlikesiyle yüz yüze gelmiştir. Böyle bir durum, yeteneksizliğinin bir kanıtını oluşturacaktır, dolayısıyla buna asla izin vermemesi gerekmektedir. Derken yaptıkları için ansızın vicdan azabı duymaya başlar; giderek artan vicdan azabı da kendisini sonunda öylesine rahatsız etmeye başlar ki, okuldaki çalışmalara ayak uyduramaz olur. Durum da düzelir böylece; çünkü sınıfta kalır bu durumu artık kendisine ve başkalarına karşı bağışlatabilecek, duyduğu vicdan azabının kendisini pençesinde kıvrandırdığını, yerinde kim olsa sınıfta kalacağını söyleyebilecektir. Ayrıca, onu okula ayak uydurmaktan alıkoyan bir neden de ileri derecede dalgınlığıdır. Bu dalgınlık, kendisini durmadan başka şeyler düşünmeye zorlar. Böylece bütün gün geçer, gece olur, o da, yorgun argın, ders çalışmak isteyip çalışamadığı bilinciyle gidip yatar yatağına. Oysa gerçekte ödevlerini asla umursamayan biridir. Rolünü başarıyla oynamasına yardım eden başka durumlar da vardır kuşkusuz. Sabahleyin erkenden kalkması gerekir, dolayısıyla bütün gün uykulu ve yorgundur; sonunda derslerde dikkatini hiç mi hiç toplayamaz duruma gelir. Düşüncesine göre, böyle birinden, ondan daha becerikli ablasıyla yarışmasını kimse isteyemez. Bunun da nedeni yeteneksiz olması değildir; her şey, ikinci plandaki elverişsiz birtakım koşullardan, örneğin yaptıklarına pişman olmasından, kendisine hiç rahat yüzü göstermeyen vicdan azaplarından kaynaklanmaktadır. Böylece kendisine yöneltilecek tüm suçlamalara karşı silahlanır, dört bir yandan gelecek saldırılara karşı kendisini güven altına alır; kötü bir durumla karşılaşması bundan böyle olanaksızdır. Sınıfta kaldı diyelim; hafifletici nedenler vardır elinde, hiç kimse yetersiz sayılacağını ileri süremez. Sınıfını geçtiğini düşünelim; bu da kendisinde varlığı bir türlü kabullenilmek istenmeyen becerisinin bir kanıtını oluşturacaktır.
İnsanı böyle sapa davranışlara ayartan kendini beğenmişliğidir kuşkusuz. Bu vakadan görülüyor ki, gerçekte var olmayan sözde bir yeteneksizliğin ortaya çıkmasını önlemek için, insan hatalı davranışında sefaletin kucağına yuvarlanacak kadar ileri gidebilmektedir. Bu da söz konusu kişinin yaşamına hırs ve kendini beğenmişliği getirip yerleştirebilmekte, onu doğallığından yoksun bırakıp, gerçek insani hazları, yaşam kıvancını ve mutluluğu elinden çekip alabilmektedir. Yakından bakıldığında, bütün bunlara sadece bayağı bir hatanın yol açtığını görmekteyiz.
Alfred Adler
İnsanı Tanıma Sanatı – Say Yayınları