Goethe’ye gelince, onun İslamiyet konusundaki tutumunu (ki önemli olan budur) başından beri yalnızca ve sırf hoşgörü temelli ve geçmişteki yanlış adımları silmeye çalışan ilerici bir aydınlanma belirlemiyordu. Goethe, Muhammed’e onun dinine çok daha kişisel bir ilişkiyle yaklaşıyordu. Bu nedenle İslamiyet üzerine ifadeleri o zamana kadar Almanya’da mevcut her şeyi kışkırtıcı cesaretiyle fersah fersah aşıyordu. İslamiyet’e karşı gerçek olumlu bir tutuma Goethe, bazı ana ilkelerin kendi inanç ve düşüncesiyle uyum göstermesiyle ulaştı. Bu, onun içinde temelleri çok derin bir sempati yarattı ve bu sempatinin sonucunda, burada birkaç örnekte duyulan böylesine özgür itiraflar tınladı.
Herder sayesinde Goethe çok erkenden, belki de 1770-71 kışında Strassburg’ta Kuran’ı okuma fırsatı buldu. Hemen ardından, İslamiyet ’e ve Muhammed Peygamber’e şaşırtıcı ruhsal bir katılımın belgelerine rastlıyoruz. Goethe’nin yaşlılık yıllarındaki Batı Doğu Divanı’ndaki o Kuran hayranlığının temeli o zaman atılmıştı. Bu eserde, İslamiyet ve Kuran, eşsiz biçimde övülmüştür.
Goethe daha gençken, Müslümanların Kutsal Kitabına büyük ilgi gösteriyordu. İslamiyet’le uğraşmak, önceleri çok genel olarak entelektüel gençlerin o sınırsız açıklığına ve “dini hoşgörü” hevesine dayanıyordu. Edebiyat ve Hakikat’te (12. Kitap) belirttiği gibi hoşgörü, “o devrin parolası”ydı. Bu aydınlanmacı hoşgörü bağlamında Goethe de Kuran’ı ve manasını, İncil’in yanı sıra, insanlığın büyük kısmınca kutsal olan başka kitapların da var olduğunun somut bir örneği olarak görüyordu. Hinduizm, Budizm ve başka dinlerin henüz incelenmediği sürede Kuran, İncil’e en önemli paralel olarak görünüyordu. Hoşgörülü tutumunu genç Goethe daha dindar gençlik arkadaşlarıyla tartışmalarında ortaya koymuştu. Bu bağlamda Frankfurter Gelehrten Anzeigen’ın bir yazarı olarak, geleneksel bir dini geçerli kılmak isteyen koyu Hıristiyan bakış açısına karşı çıkıyordu. Kırk sene sonra, Batı Doğu Divanı döneminde ise, Romantizmin içindeki o tek yanlı “Hristiyancılık”a muhalefetti bu ve Goethe’nin Kuran’ı yeniden göz önüne almasına vesile olmuştu.
Ama Goethe’nin Kuran’la ilk ilgilenişi; asla sırf dini hoşgörü gösterisi değildi, ki zaten o hoşgörünün arkasında çoğu zaman kayıtsızlıktan başka bir şey gözlenmiyordu. Goethe’nin Kuran’ı incelemesi, daha ziyade, ulaşabildiği bütün dini görüşleri tanımak konusundaki bireysel merakıyla ilgiliydi. Edebiyat ve Hakikat, Goethe’nin çocukluğundan beri kendine uygun bir din arayışı içinde olduğundan söz eder. Onun hayat hikâyesi de bu din tutumunun 1755 yılındaki din sarsıntısına bağlı olduğunu gösterir. O yıl Lizbon’da olan korkunç depremde “Göklerin ve yerin yaratıcısı ve sahibi” hiç de “baba”lığını göstermemiştir (1. Bölüm, 1. Kitap; WA I 26, 41-43; 49). Altı yaşında çocukken Lizbon depreminden sonra artık insan biçimi Tanrı tasavvuruna sahip değildir: “Çocuk, varlığa bir biçim veremiyordu, öyleyse onu eserlerinde arayacaktı.” (a.y. s. 64). Kendi Tanrı ibadeti için özel bir yol buldu: Doğa Tanrısına, farklı basamaklarda doğa ürünlerinin yerleştirildiği piramit biçiminde bir minber kurdu. “Burada herkes sadece iyi düzenlenmiş bir doğal ürünler koleksiyonu görüyordu, oysa çocuk, sussa da daha iyisini biliyordu.” (a.y. s. 65). Otobiyografinin anlattığı, bu “genç rahip”, güneş, çatıların üstüne yükseldiğinde, bir mercekle hafif hafif yanıp tüterken en hoş kokuları salan o mumları yakıyordu. “Herşeyi, istediği gibi başarıyordu ve ibadet kusursuzdu.” (a. y. s. 65). “Her insan sonunda kendi dinine sahiptir” özdeyişine, Goethe’nin eserlerinde sık sık rastlanır. Keza otobiyografisi, bu dâhiyane bireye uygun inancın tutarlı bir gelişim çizgisini ortaya çıkarır. Bu gelişimin en önemli kilometre taşları, Edebiyat ve Hakikat’e göre; çocuğun Klopstock’un Messias’ına hayranlığı, İncil ve Tevrat’ı orijinal dilde inceleyip tam bir “İncil inancı”, aktarılanın gerçekle ve muhtemel olanla çelişkilerini fark etme, teolojik tefsirlerle hesaplaşma, patrik dünyasına ayrıntısıyla anlatılan düşüş, ki otobiyografinin yazarı sonunda şöyle der: “Böylece Şark taraflarına severek kaçtım, Musa’nın ilk kitaplarına daldım ve orada yaygın çoban kabilelerinin arasında kendimi aynı zamanda en büyük yalnızlık içinde ve en büyük toplum içinde buldum.” (I. Bölüm, 4. Kitap WA I. 26.5.205). Hayat hikâyesinin ikinci bölümünde Protestanlığa girenin Protestan din işlerinin eksiklerine karşı iç isyanı anlatılır ve kalbin içsel dini ile dış kilisenin uyuşmasından kendisinin vazgeçişi anlatılır. (II. Bölüm 7. Kitap WA I 27, s. 118-127) Kiliseden ve minberden kesin ayrılma ise dini gelişimin Leipzig Üniversitesi’ndeki öğrenimle örtüşen bir sonraki basamağıdır. (II. Bölüm, 8. Kitap, WA, 27 s. 190) Ağır bir hastalıktan sonra, din bilgini Ernst Theodor Langer’le İncil üzerine yoğun sohbetlere bir dönüş görülür. Langer, İncil’e sadık Goethe’nin şahsında “sadık ve iyi hazırlanmış bir yeni dönme” kazanır. (II. Bölüm, 8. Kitap, s. 190)
Bedence ve ruhça acı çekenin Frankfurt’a dönüşünde dahi dindar Susanne von Klettenberg’le dostane bir ilişki başlar; o da Goethe’de “meçhul bir şifa arayan varlık” görür. (a.y.) Yeni Platoncu Okulun kimya-alşimist kitapları okunmaktadır; amaç, “tabiatın sırlarını bağlam içinde” tanımaktır. Sonra Arnoldt’un Kilise ve Zındık Tarihi’nin etkisi büyük olur. (II. Bölüm, 8. Kitap, s. 217) Goethe şimdi bilinçli olarak “kendi dini”ni oluşturmaktadır: “Yeni Platonculuk vardı temelde; hermetiklik, mistisizm, Hurufilik de katkıda bulundu.” Edebiyat ve Hakikat’in sekizinci kitabı, o zamanki Tanrı düşüncelerinin tasviriyle son bulur. Bu Tanrı, “ezelden beri kendiliğinden üretmektedir” ve tüm yaratılmış olan her şey de “şimdi ve geçmişteki hiçe düşme ve geri dönüş”tür. (II. Bölüm, 8. Kitap, s. 221) Goethe’nin Strassburg’ta 1770-71 yılındaki hukuk öğrenimi sonundaki bir sonraki hayat bölümü ona Herder’le tanışmayı kısmet etmiştir ve Herder onun Kuran’la uğraşmasına vesile olur. Hayatının bir sonraki bölümünde, ki Kuran özetleri bu zamana rastlar, onu Frankfurt ve Wetzlar’da buluruz.
Goethe’nin Kuran’a hayranlığının esas nedenlerinden biri, şüphesiz onun özel dilsel değerini hissetmesiydi. Herder’in Kuran’a saygı duyması da bu bağlamda genç arkadaşta tam bir yankı uyandırmıştı. Goethe’nin Kuran’ı bir dil anıtı olarak değerli buluşu, tekrar tekrar ifadesini bulur: Batı Doğu Divanı’nın kullanılmamış bir teşekkür sayfasında şair hayrete değer Kuran’ı Arap edebiyatının öbür eserlerinin yanında anar. Notlar ve Yazılar’da da Goethe’nin Kuran’daki üslup güzelliğinden duyduğu haz şu sözlerde dile gelir: “Kuran’ın üslubu […] disiplinli, büyük, müthiş, yer yer hakikaten yüce.” (WA 1, 7, 35) Goethe’nin kelime hazinesini bilen, anlar ki “hakikaten yüce” sözleri, onun bir dil sanat eserine ödül olarak vereceği en yüksek notlardandır.
Ama Goethe’yi Kuran’a özellikle çeken şey, dini yakınlıklardı. İslam öğretisinin bu odak noktaları, şunlardı: Tanrı’nın doğada tecelli ettiğinden, çeşitli elçilerde insanlığa hitap ettiğinden, “mucize”nin reddinden ve dindarlığın hayırsever işlerde kendini kanıtlaması gerektiğinden emin olmak. Goethe’nin İslam diniyle bütün bu içten uyumları, özel bir akrabalık duygusu yaratmıştır; hatta bu yakınlık olmasa Batı Doğu Divanı’nın ortaya çıkması zordu denecek kadar yoğun.”
Katharina Mommsen
Goethe und die arabische Welt, Frankfurt/M. 1988 s. 166-171