Frankfurt’da Goethe’nin müze olan evini gezmeye gitmişim, ama yazarı bir pencerenin önünde, arkası bana dönük sokağa bakarken göreceğimi biliyormuşum. Goethe, sabah erken, yataktan kalktığı kılığında olacakmış. Yani bacaklarında uzun fanila don, ayaklarında yumuşak pantuflar, sırtında da boğazdan düğmeli bol beyaz pamuklu gömlek. Saçı arkadan ince bir kurdeleyle bağlanmış.
Goethe’yi, bir tabloya bakar gibi, arkadan tam böyle görüyor, bir yandan da, konak kapısı önünde dikilmiş, soluk soluğa öyle, işte beni bekliyor, diye düşünüyorum. Her zamanki gecikmişlik duygusu içindeyim. Kapıyı çalmak için sol elimi yukarı uzatıyorum; bakıyorum bir tokmağa değil, bildiğimiz apartıman katlarının kapı ziline uzanmışım! Zilin yanındaki minicik pirinç levhada ise Mme de Sevigne diye yazıyor. Nasıl olur, ben şimdi Paris’de L’Ile de France’daki evin önünde miyim? Böyle olduğuna göre, Frankfurt’da beni bekleyen Goethe’ye nasıl yetişeceğim peki? Ah işte, büsbütün geciktim! Hem şimdi
Mme de SevignĞ ile ne konuşacağım? “Dostlukların olmadığı yerde beni yalnızlığımdan mahrum bırakma,” sözü onun muydu, yoksa Mme de Stael’in mi?
Kokteyllerde falan yarımyamalak tanıdığımız kişilerle karşılaşınca nasıl olunursa, işte öyle, unuttuklarımı hatırlamaya çalışmanın gerginliği içindeyken, kapı birden açılıver-mez mi? Fakat bakıyorum, karşımda Mme de Sevignö yerine Peride Celal Hanım duruyor. Çok şaşırıyorum. Peride Hanım da benimle karşılaşmaktan hiç hoşnut kalmışa benzemiyor. Bu sefer içimden, tabii, bilmeden ona karşı bir hata işledim de ondan, diye geçiyor.
Peride Hanım’a karşı işlediğim hata, gerçek hayatta olmuş bir şey. Ben bunun gerçek hayatta olduğunu biliyor-muşum, öyleyse uykudayım şimdi. Fakat Goethe de beni, gerçek hayatta, konağının penceresi önünde beklemiyor muydu? Şimdi koşup gitsem, Peride Celal Hanım’a büsbütün ayıp olmaz mı? Hem ona anlatmalıyım: Arkadaşım Gökçin, kendisinin çok sevdiği YAZSONU romanımı sizin de çok sevdiğinizi bir dergiden öğrenince, tanışmak istemişti de… Bütün mesele buydu. Ama aslında bir yazara böyle bir nedenle tanışma teklif edilmez ki, bir ân düşünemedik, ayıp ettik… falan gibi birbirini tutmaz bir şeyler söylemek istiyorum. Fakat Peride Hanım eşikte durmuş, benim kıyıya çekilmemi bekleyerek öyle tepeden bakıyor ki, içimden geçen cümlelerin hiçbirini söyleyemiyorum. Bu sırada yazar, nasılsa kıpkızıl saçları üstüne tirşe yeşili bir bere giymiş olarak, dantel eldivenli elini içeri uzatıyor; oradan kendisine verilen bir şemsiyeyi alıyor, zeytin yeşili taftadan uzun eteklerini hışırdatarak yanımdan geçip gidiyor; ilerde kendisini bekleyen bir atlı arabaya biniyor. Ama koyu yeşil tafta eteğin hışırtısı heryanı sarıyor, uğultu gibi, büyüdükçe büyüyor. Bu sefer kendimi koyu bir ormanda sanıyorum.
Atlı araba ormanın içinden geçen ince bir yolda çıngırak sesleriyle uzaklaşıyor. Arabanın arkasından koşmak, “SelmaL.” diye bağırmak istiyorum, ama ikisini de yapamıyorum. Sözde, arabaya binip giden Peride Celal değil, gazeteci dostlarımdan Selma Tükel imiş!
Arabaya yetişseydim koskoca Goethe’yi daha fazla bek-letmezdim, diye, yerinden bir milim kımıldamayan ayaklarımla koşmaya çalışırken, bir fino sol kolumun bileğine saldırmaz mı? Köpek, ince sivri dişlerini bileğime geçirmiş, bırakmıyor. Kolumu çekiyorum, öteki elimle finonun başını itiyorum, boş! Hayvan dişlerini etime daha kötü geçiriyor. Ben kurtulmak istedikçe dişler derine, daha derine batıyor…
Uyanıyorum, bakıyorum, sanki sol bileğimde köpek dişi
izleri…
II. Uyku:
Goethe’nin sırtı dönük beklediği bol ışıklı, yerleri tahta döşeli odaya giriyorum. Beni köpeğin dişlediğini, gecikmemin bu yüzden olduğunu biliyormuş. Ben de zaten ona bileğimdeki köpek dişi izlerini göstermeye hazırlanıyorum.
Ona doğru ilerlemekteyken Goethe dönüyor; bakıyorum, bu adam Goethe değil, ışıl ışıl ak güzel saçlarıyla babam.
Babam meğer ölmemiş, birbirimizi çok özlemişiz de Frankfurt’da Goethe’nin evinde buluşmak üzere sözleşmişiz. Babamın kravatı bağlanmamış, ben de içimden: Ah yine annemle araları açık herhalde, diye geçiriyorum. Aman canım sağlar ya, babam beni görmeye gelmiş ya!
Özlemle birbirimize doğru ilerliyoruz. Babam ellerini bana doğru uzatıyor, ben ona sarılmak üzere uzanıyorum; fakat bakıyorum babamın elleri benim boğazımda, parmakları gırtlağımı sıktıkça sıkıyor: Nasıl olur, babamla kucaklaşmayacak mıydık?
Babam beni boğmaya çalışıyor!
içime doğru ağlıyor, ağlıyorum.
Ağlıyor, ağlıyorum.
Sessizce ağlarken yüreğim yanarak uyandım.
(Aynı şeyi eskiden de görmemiş miydim? Babam beni boğmak istiyordu. Bunun acısı, neyse, kâbusmuş, demekle de geçmiyor ki!…)
Adalet Ağaoğlu
Kaynak: Gece Hayatım