“İnsanın erişebileceği en yüksek aşama kendini tanımasıdır” Shakespeare – Goethe

420

Yazar William Shakespeare

İnsanın erişebileceği en yüksek aşama kendi duygu ve düşüncelerinin bilincine sahip olması, kendini tanımasıdır. Bu tanıma insana, yabancı ruh hallerini de kavraması için kılavuzluk eder. Şair işte bu yeteneğe doğuştan sahip kimsedir. Shakespeare’de birdenbire kendimizi erdeme, rezilliğe, büyüklüğe, küçüklüğe, soyluluğa ve alçaklığa yatkın görürüz.

Shakespeare tümüyle iç dünyamıza seslenir ve bu iç dünya sayesinde düş gücü imgeler evrenini harekete geçirir. Hamlet’teki hayalet, Macbeth’deki cadılar ve bazı zalimlikler düş gücü sayesinde değer kazanır. Yazar etkisini daha çok canlı söz ile yapar. Bunu yapıtı yüksek sesle okurken anlayabiliriz. Şairin bizden istediği iç yaşamda neler geçtiğinden birtakım sözcükler ve sözler sayesinde haberdar olmamızdır. Yüreğin korkakça gizlediği ve sakladığı şeyler, serbest ve akıcı bir biçimde göz önüne konur. Böylece yaşamın gerçeğini öğreniriz. Güçlü ama erdemsiz insan, iyi düşünen ama öte yandan sınırlı adam, heyecan ve tutkularının elinde sürüklenmiş ya da olayları sakince düşünebilen kimse, hepsi yüreklerini ellerinde taşırlar. Herkes çok konuşur ve “Artık yeter, giz meydana çıkmalı ve gerekirse bu gizi taşlar bile açıklamalı,” der. Cansız varlıklar bile gizleri söylemek için can atarlar. Nesneler, gök, yer ve deniz, gök gürültüsü ve şimşek, vahşi hayvanlar çoğu zaman simgesel bir biçime bürünerek olaya katılırlar ve seslerini yükseltirler. Shakespeare’in yapıtları büyük bir panayırdır. Bu panayırda o dünyamızın sınırlarından dışarı çıkmaz. Evet, yapıtlarında lal, delilik, kahinlik, bilicilik, duygular, tansıklar, periler ve cinler, hayaletler, kötü ruhlar var ve bunlar büyülü bir öğe oluştururlar, ama hiçbir zaman yapıtın esası değildirler. Onların varoluşunun dayandığı temel, dünyanın gerçeğidir. Bunun içindir kı Shakespeare’in çağımızın romantiklerinden değil de safdil (naif) şair ve yazarlardan olduğu saptanır. Zira değeri çağdaş yazının onu çağdaş kabul etmesinden doğar, Romantızm’in nostaljisine de en ince cephesinden değil, kurduğu evrenin ancak kıyısından, köşesinden yaklaşır. Buna karşın eskilerden de büyük bir uçurumla ayrılır ve tümüyle çağdaş bir şairdir.

İnsanın çekebileceği en büyük azaplar, daha doğrusu, insan azaplarının çoğunluğu her bireyin içindeki, zorunluluk ile istek, zorunluluk ile bu zorunluluğun yerine getirilmesi ya da istek ile isteğin yerine getirilmesi arasındaki oransızlıklardan doğar. Kişiyi yaşamı boyunca bu oransızlıklar güç duruma düşürür. Beklenmedik ve zararsız bir biçimde hallolunabilen hafif bir yanlışın doğurduğu pek küçük bir sıkıntı gülünç durumlara zemin hazırlar. Buna karşın, hallolunamayan ya da halledilmemiş olan çok güç durumlar trajik öğeleri yansıtır.

Eski yapıtlarda daha çok zorunluluk ile bu zorunluluğun yerine getirilmesi arasındaki, yenilerde ise istek ile bu isteğin yerine getirilmesi arasındaki oransızlıklar egemendir, insanda zorunlulukla istek birlikte bulunur. Zorunluluk dıştan yükletilir, isteği ise insan kendisi yüklenir, yani içsel bir olaydır. Sürekli ve ısrarlı bir zorunluluk insana ağır gelir, bu zorunluluğu yerine getirmemek ise korkunçtur. İstek’te iş değişir. Sürekli bir istek kişiyi hoşnut eder, bu isteği yerine getiremese bile, sağlam bir iradeye sahip insan bunda da bir avuntu bulabilir.

İstek yeni çağın tanrısıdır

Eski tragedyalar kaçınılamayan bir zorunluluğa dayanır. Ne kadar değişik şekiller altında görünürlerse görünsünler, ister aktöre ve yönetim yasaları gibi usa, ister oluş, büyüme ve yok olma, yaşam ve ölüm yasaları gibi doğaya değin olsunlar, her zaman buyurgandırlar. Amaçları toplumun esenliğidir, ama biz bunu düşünmeden bile bu zorunluluklar önünde korkudan titreriz, istek ise, zorunluluğun tersine özgürdür, bireye karşı lütufkardır, bireyin gururunu okşar. Ortaya çıkar çıkmaz insana egemen olur, istek yeni çağın tanrısıdır, ona kendimizi veririz. Sanatımızı ve algılarımızı antik çağdan ayıran bu noktadır. Tragedya zorunlulukları işlediği için büyüktür. Dram eskilerin bu korkunç zorunluluğunun yerini isteğin almasıyla ortaya çıkar. Shakespeare eski ile yeniyi, yani tragedya ile dramı coşkuyla birleştiren bir şairdir. Onun piyeslerinde zorunluluk ile istek denge kurmaya çalışır. Her ikisi, şiddetle, ama sonunda hep istek zararlı çıkacak şekilde, birbirleriyle savaşır. Kişi zorunluluğa bağlı, yazgısı çizilmiş insandır.

Ama öte yandan onun, insan olarak, iradesi ve istekleri de vardır. Zorunluluk ve yazgının istekle savaşması sonucu bireyin içinde de çatışmalar çıkar. Shakespeare bu iç çatışmaya yapıtlarında önemli bir yer ayırır. Kişinin içindeki isteğe bazen dışsal bir istek de eklenir, böylece iç istek daha bir güçlenir. Örneğin Hamlet’ten babasının ruhu öcünün alınmasını ister. Macbeth’i büyücüler, Hekate ve karısı, Brutus’u dostları güç duruma sokarlar. Çağdaş sanat bireyin gücünü aşan isteği işler. Antik sanatta zorunluluk ve yazgı egemendir, irade insanlar için mümkün şeylerle sınırlıdır. Shakespeare isteği dışsal zorlamalara bağlayarak zorunluluk haline getirir ve böylece de antik sanata yaklaşır. İstek, zorunluluk ve istekle zorunluluğun yerine getirilmesi arasında güzel bir denge kurulur. Zorunlu olanı aktörel kılar ve böylece eski dünyayı yem dünyaya bizde sevinçle karışık bir hayret uyandıracak şekilde bağlar. Eğer Shakespeare’den bir şeyler öğrenmemiz gerekiyorsa öğreneceğimiz işte budur. Romantizmimizi aşırı bir biçimde ve tek varlıkmış gibi göklere çıkaracak ve ona tek yanlı bir inatla bağlanıp, güçlü, dinç ve üstün yanını yadsıyacak ve bozacak yerde uzlaşması olanaksız görünen zorunluluk ve istek çelişkisini kendi içimizde birleştirsek daha iyi etmiş oluruz. Shakespeare işte bu tansığı gerçekleştirdi. Ama unutmayalım ki o, tam hasat zamanına yetişmiş, içinde dindarlık deliliğinin bir aralık sustuğu, yaşam dolu bir Protestan ülkede çalışmak ayrıcalığına sahipti. Bu doğaya tapan kişi herhangi bir dinin yaptırımlarına uymak zorunda kalmadan saf içini geliştirdi.

Johann Wolfgang Von Goethe

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz