GOETHE İLE KONUŞMALAR: YAŞAMAYA ZAMAN AYIRIN, ZİRA ZAMAN BUNUN İÇİN VAR

“Dünya hiç değişmiyor,” dedi Goethe, “bir ulusun başka uluslar gibi yaşadığı, sevdiği, hissettiği şeyler tekrarlanıp duruyor, o zaman niçin bir şair diğerleri gibi yazmasın? Yaşanan olaylar aynı, niçin şiirlerin konuları aynı olmasın?”

“İşte yaşamın ve duyguların bu benzerliği,” dedi Riemer, “diğer ulusların şiirlerini de anlayacak durumda olmamızı sağlıyor. Şayet böyle olmasaydı, yabancı ulusların şiirlerinde neden bahsedildiğini bile anlamazdık.”

Salı, 18 Ocak 1825

Bugün Saat beşte Goethe’ye gittim, birkaç gündür kendisini görmemiştim, onunla güzel bir akşam geçirdim. Onu akşam karanlığında oğlu ve doktoru Saray Danışmanı Rehbein ile sohbet ederken odasında buldum. Ben de masaya oturup onlara katıldım. Akşamın alacasında biraz daha konuştuk, sonra lamba getirildi, Goethe’yi tümüyle sağlıklı ve neşeli gördüğüme sevindim.

Her zamanki gibi ilgiyle son günlerde nelerle karşılaştığımı sordu, ben de ona şair bir bayanla tanıştığımı söyledim. Bir de onun sıradan bir yetenek olmadığını ekledim, onun bazı şiirlerini okumuş olan Goethe benim bu övgümü onayladı. “Memleketini anlattığı şiirlerinden biri,” dedi, “oldukça kendine özgü bir karaktere sahip. Dış dünya ile ilgili şeyleri çok iyi ifade ediyor, ayrıca iç dünya ile ilgili bazı güzel özelliklere de sahip. Elbette onda da eleştirilebilecek bazı şeyler var, ama onları bir yana bırakalım, yeteneğinin doğruyu göstereceği yolda onu şaşırtmayalım.”

O anda konu genel olarak bayan şairlere gelmişti, Saray Danışmanı Rehbein, kadınların şiir yazma yeteneğinin kendisine düşünsel açıdan bir tür cinsel dürtü gibi geldiğini söyledi. Goethe bir yandan bana bakıp gülerek, “Duydunuz işte, düşünsel açıdan cinsel dürtü! Doktor çok doğru ifade etti!” – “Doğru ifade edip edemediğimden emin değilim,” diye devam etti o da, “ama buna yakın bir şey. Kadınlar genellikle aşk denen mutluluğu tatmamışlar, düşünce ile ilgili konularla bu boşluğu gidermek istiyorlar. Vaktinde evlenmiş ve çocuk sahibi olmuş olsalar, şiir yazmak akıllarına bile gelmez.”

“Bu konuda ne ölçüde haklı olduğunuzu,” dedi Goethe, “araştırmak istemem, ama evlilikle beraber yaratılarına son veren, başka işlerle uğraşan kadınları çok gördüm. Mükemmel resim yapan kızlar tanıdım, eş ve anne olur olmaz uğraşıları son buldu; çocuklarıyla ilgilenmeye başladılar ve bir daha ellerine kalem almadılar.”

“Bayan şairlerimiz,” diye devam etti Goethe oldukça heyecanlı, “istedikleri kadar şiir ya da yazı yazsınlar, yeter ki erkekler kadınlar gibi yazmasın! Benim hoşuma gitmeyen bu. Gazetelerde ve kitaplarda her şeyin yetersiz, gittikçe de daha yetersiz olduğunu görüyoruz! Şimdi Cellini’nin bir bölümünü Morgenblatt’ta bastırsak, acaba nasıl karşılanır!”

“Bu arada,” diye devam etti, “iyimserliğimizi yitirmeyelim ve bizi erkeksi bir ruhla Sırp dünyasına sokan Halle’deki güçlü kızımızla yetinmesini bilelim. Şiirleri muhteşem! İçlerinde bazıları Hz. Süleyman’ın Ezgiler Ezgisi’ni bile geride bırakır, bu da çok önemli bir şey. Bu şiirler üzerine yazdığım makaleyi bitirdim, şu anda da basılmış durumda.” Bunları söylerken içinde o makaleyi gördüğüm Kunst und Altertum’un yeni sayısına ait formanın ilk dört sayfasını bana uzattı. “Her bir şiirin içeriğine bakarak kısa kısa konusundan bahsettim, şiirlerindeki güzel motifleri beğeneceğinizden eminim. Rehbein da şiirden anlar, en azından içerik ve konu ne demek bilir, bu bölümü sesli sesli okursanız belki dinlemek onun da hoşuna gidecektir.”

Tek tek ele alınan şiirlerin konusunu yavaş yavaş okudum. Dikkat çekilen konular öyle canlı öyle açık bir şekilde anlatılmıştı ki, her bir sözcük bütün şiiri hayalimde canlandırmama yetiyordu. Aşağıda yazılanları özellikle çok beğendim:

1 Güzel kirpiklerini asla yerden kaldırmayan genç bir Sırp kızın terbiyesi.
2 Sevgilisini, sağdıç olarak bir üçüncü kişiye götürmek zorunda olan seven bir erkeğin iç çatışması.
3 Sevgilisi için endişelenen genç kız, mutluymuş gibi görünmemek için şarkı söylemek istemez.
4 Delikanlının dul kadına, yaşlı erkeğinse bakireye talip olması geleneğinin altüst olmasından yakınma.
5 Bir delikanlının, annenin kızına çok fazla özgürlük vermesinden yakınması.
6 Efendisinin kendisine olan ilgisini ve kendisiyle ilgili niyetlerini açıklayan atla, genç kızın özel ve neşeli konuşması.
7 Genç kız sevmediği adamı istemez.
8 Güzel garson kız; sevgilisi, gelen müşteriler arasında yoktur.
9 Seven erkeğin sevgilisini bulup nazikçe uyandırması.
10 Kocanın mesleği ne olacaktır?
11 Aşkla ilgili sevinçler kendini belli eder.
12 Seven erkek yabancı memleketlerden döner, genç kızı gündüz vakti görür, gece vakti ise ona sürpriz yapar.

Sanki şiirlerini okumuşum gibi sırf bu motiflerin bile bana yeterli olduğunu, bu nedenle okuduklarımdan sonra, onun şiirlerini okuma isteğimin kalmadığını söyledim.

“Tümüyle haklısınız,” dedi Goethe, “bu böyle. Ama siz bundan, kimsenin bir türlü kavrayamadığı bir şey olan motiflerin çok önemli olduğunu anladınız. Kadınlarımız bundan tamamen habersizler. Bu şiir güzel derler, bunu söylerken yalnızca duyguları, sözcükleri ve dizeleri düşünürler. Oysa bir şiirin gerçek gücünün ve etkisinin olaylardan, motiflerden kaynaklandığını kimse düşünmez. Bu yüzden de motif diye bir şeyin olmadığı, sadece duygularla, uyaklı dizelerle konuya benzer bir durumun uydurulduğu binlerce şiir yazılıyor. Bir de bu işin acemilerinde, özellikle de kadınlarda şiir kavramı tam oturmuş değil. Genellikle teknik sorunları çözdüler mi, işi kavradılar, işin uzmanı oldular zannediyorlar; ama çok yanlış yoldalar.”

Profesör Riemer’in geldiği haber verildi; Saray Danışmanı Rehbein müsaade isteyip gitti. Riemer bize katıldı. Sırp aşk şiirlerinin motifleri üzerine sohbet devam etti. Riemer konuya yabancı değildi, yukarıda sözü edilen konulara bakılarak şiir yazılacağı gibi, Sırpça’da varlığından habersizce aynı motiflerin Almanlar tarafından kullanılıp yazılabildiğini de belirtti. Bunun üzerine Riemer kendi şiirlerinden bazılarını anımsadı, şiirleri okurken Goethe’nin bazı şiirleri aklıma geldi, ben de o şiirlerin isimlerini andım.

“Dünya hiç değişmiyor,” dedi Goethe, “bir ulusun başka uluslar gibi yaşadığı, sevdiği, hissettiği şeyler tekrarlanıp duruyor, o zaman niçin bir şair diğerleri gibi yazmasın? Yaşanan olaylar aynı, niçin şiirlerin konuları aynı olmasın?”

“İşte yaşamın ve duyguların bu benzerliği,” dedi Riemer, “diğer ulusların şiirlerini de anlayacak durumda olmamızı sağlıyor. Şayet böyle olmasaydı, yabancı ulusların şiirlerinde neden bahsedildiğini bile anlamazdık.”

“Bu yüzden de,” diye söze girdim, “şiirin kaynağının yaşam değil, kitaplar olduğunu söyleyen bilim adamları bana hep çok garip gelmiştir. Söyledikleri hep şudur: Bunu şuradan, şunu buradan almış! Örneğin Shakespeare’de, antikçağ yazarlarında bölümler bulurlar, o halde Shakespeare bu yazdıklarını o yazarlardan almıştır! Başkalarında olduğu gibi Shakespeare’de de güzel bir kıza bakarken onu kızları olarak gören anne-babanın, onu gelin diye evine götürecek delikanlının talihli sayıldığı bir konu vardır. Homeros’ta da aynı konu işlenmiş diye Shakespeare bunu Homeros’tan almış oluyor! Çok şaşırtıcı! Sanki insanın böyle şeyleri bilmesi için bu kadar derine inmesi şartmış, sanki böyle şeyleri her gün yaşayıp, hissedip konuşamazmış gibi!”

“Evet öyle,” dedi Goethe, “bu çok gülünç.”

“Bu konuda,” diye devam ettim, “Lord Byron’ın da daha farklı bir yaklaşımı yok, sizin Faust’unuzu incelerken, bunu şuradan, şunu buradan almış olduğunuz şeklinde değerlendirmelerde bulunuyor.”

“Lord Byron’ın bulmuş olduğu bu parlak şeylerin,” dedi Goethe, “büyük bir bölümünü okumadım, ben Faust’u yazarken ondan çok daha az kafa yormuştum tüm bunlara. Bence Lord Byron sadece şair olarak büyük, fikirlerini açıklamaya kalkışınca, çocuktan farkı kalmıyor. Aynı şekilde kendi ulusunun kendisine yönelttiği haksız saldırılar karşısında da ne yapacağını bilemiyor; oysa onlara karşı kendini daha iyi ifade etmesi gerekirdi. Ortada duran şey benimdir diyebilmeliydi; ister yaşamdan, ister kitaplardan alınmış olsun fark etmez, tartışılması gereken şey alınan şeylerin doğru kullanılıp kullanılmadığıdır! Walter Scott Egmont’umun bir sahnesini kullanmıştı, bunda haklıydı da, sağduyulu bir yaklaşım olduğu için övgüye değer. Aynı şekilde benim Mignon karakterimi de romanlarının birinde aynen kullanmıştır; tabii aynı bilgelikle mi, bu ayrı bir konu. Lord Byron’ın değişime uğramış şeytanı, Mephistopheles’in bir devamıdır, fena da sayılmaz! Orijinalinden kaçınmış olsaydı, ortaya daha iyi bir şey çıkmazdı. Böylece benim Mephistopheles’im Shakespeare’den bir lied okur, neden olmasın? Şayet Shakespeare’in liedi gerekli motifleri içeriyorsa, yeni bir şey bulmak için niçin zahmete katlanayım? Eğer benim Faust’un giriş bölümü, Eski Ahit’in Hz. Eyüp’ü ile bir benzerlik taşıyorsa, doğru yapmışım demektir, bu nedenle eleştirilere hedef olmamam, aksine övgüye değer görülmem gerekir.”

Goethe’nin neşesi yerindeydi. Bir şişe şarap getirtip, bana ve Riemer’e ikram etti; kendisi de Marienbad suyu içti. Belki ifade açısından bazı yerlerde bazı şeyleri düzeltmek gerekir diye, Riemer’le beraber Goethe’nin biyografisinin devamını anlatan elyazmasının akşamleyin incelenmesine karar verilmişti. Goethe, “Eckermann da bizimle kalıp, dinleyecek,” dedi, bunu duymak çok hoşuma gitti; Riemer’in önüne elyazmasını koydu, o da 1795 yılından itibaren okumaya başladı.

Yaz boyunca Goethe’nin hayatını anlatan yılların basılmamış tüm bölümlerini günümüze kadar tekrar tekrar okuma ve inceleme mutluluğunu yaşamıştım zaten. Ama şimdi Goethe’nin yanında bu bölümleri sesli sesli okunurken duymak, ayrı bir keyif olmuştu. Riemer dikkatini ifade tarzına vermişti, ben ise Goethe’nin büyük yeteneğine, kullandığı sözcüklerin ve deyimlerin zenginliğine hayran olma fırsatını elde etmiştim. Anlatılan dönem Goethe’nin gözlerinde yeniden canlandı, anılara dalmıştı, bazı şahıslardan ve olaylardan bahseden metnin eksiklerini anlattığı ayrıntılarla giderdi. Muhteşem bir geceydi! Goethe’nin çağdaşı birçok isim anıldı; doğal olarak söz sıkça 1795-1800 yılları arasındaki dönemde gündemden düşmeyen Schiller’den açıldı. Tiyatro onların ortak çalışma alanıydı, Goethe’nin en önemli yapıtları da bu döneme rastlamaktaydı. Wilhelm Meister bitmiş, Hermann ve Dorothea hemen arkasından tasarlanmış ve yazılmış, Horen dergisi için Cellini çevrilmiş, Xenien Schiller’in Musenalmanach’ı için beraberce yazılmış; hemen her gün bir şeylerle uğraşılmıştı. Bunların hepsi bu akşam konuşuldu, Goethe’nin ilginç şeyler anlatması için çok fırsat çıktı.

Konuşma sırasında, “Hermann ve Dorothea hâlâ okurken beğendiğim nehir şiirlerimden en önemlisi,” dedi, “şimdiye dek onu duygulanmadan okumam mümkün olmadı hiç. Özellikle de Latince çevirisi çok hoşuma gidiyor; bu çevirisi bana daha soylu geliyor, sanki biçim yönünden aslına kavuşmuş gibi.”

Wilhelm Meister’den de tekrar tekrar söz açıldı. “Schiller,” dedi, “trajik öğenin romanın dokusuna dahil edilmesini eleştirmişti. Bildiğimiz gibi bunda çok da haklı sayılmazdı. Bana yazmış olduğu mektuplarda Wilhelm Meister’le ilgili önemli düşünceler ve yorumlar vardır. Ayrıca bu yapıt, benim bile çözümleyemediğim şifrelere sahip yapıtlardandır. Bir odak noktası aranıyor, bunu bulmak oldukça zor ve doğru da değil. Şunu düşünmüş olmalıyım, önümüzden geçip giden zengin ve renkli bir yaşamın, kendi içinde bir anlamı olan dile getirilmemiş bir eğilimi olabilir. Ama illa da bunun söylenmesi gerekiyorsa, yapıtın sonunda Friedrich’in kahramanımıza yönelttiği şu sözler esas alınabilir: ‘Sen bana aynı babasının dişi eşeklerini aramak üzere uzaklara gidip bir imparatorluk bulan Kiş’in oğlu Saul gibi geliyorsun.’ Bunun üzerinde durulmalı. Aslında bütün bunlarla söylenmek istenen şey, insanın, tüm aptallıklarına ve şaşkınlıklarına rağmen, daha yüce bir irade tarafından yönlendirilerek mutlu sona ulaşmasıdır.”

Son elli yıldan beri Almanya’da yaygınlaşan orta sınıfın geniş kültürü üzerine düşünceler üretildi, Herder ve Wieland’la kıyaslayınca Lessing’in buna fazla bir katkısının olmadığına değindi Goethe, “Lessing çok büyük bir zekâydı ve ancak kendisi kadar zeki biri ondan gerçekten bir şeyler öğrenebilirdi. Sıradan insanlar için tehlikeli biriydi.” Lessing’i örnek almış, ama büyük önderinin çok gerisinde kaldığı için de geçen yüzyılın sonunda adını çokça duyurmamış bir gazetecinin adını andı.

“Almanya’daki üst sınıfın tümü,” dedi Goethe, “üslubunu Wieland’a borçludur. Ondan çok şey öğrendiler, kendini doğru düzgün ifade etme yeteneği küçümsenecek bir şey değildir.”

Xenien’den söz açılınca, Schiller’in yazmış olduklarını keskin ve çarpıcı bulduğunu, kendisininkilerin ise masum ve sönük olduğunu söyledi. “Schiller’e ait olan Tierkreis’ı (On İki Burç) hep hayranlık duyarak okurum.” dedi. “Dönemin Alman edebiyatına etkileri düşünülemeyecek kadar büyük olmuştur.” Xenien’de haklarında olumsuz yazıların çıktığı kişilerin isimleri de bu vesile ile anıldı; ama ben onların ismini aklımda tutamadım.

Sözünü ettiğim elyazması Goethe’nin bu ve bunun gibi yüzlerce açıklaması ve eklemeleriyle zaman zaman bölünerek, 1800 yılı sonuna kadar olan bölüm okunup tartışıldıktan sonra, Goethe kağıtları kaldırdı ve oturduğumuz büyük masanın baş tarafına hafif bir akşam yemeği hazırlattı. Yemeğimizi iştahla yedik; Goethe ise bir lokma bile yemedi, zaten onu akşamları yemek yerken hiç görmemiştim. Masada oturarak bize eşlik etti, şarap ikram etti, lambaları temizledi, ayrıca güzel sözleriyle ruhumuz canlandı. Schiller’in hatırası onda o kadar tazeydi ki, akşamüstü yaptığımız konuşmaların neredeyse yarısı Schiller’le ilgiliydi.

Riemer sözü Schiller’in kişiliğine getirdi. “Vücudunun yapısı, yolda yürüyüşü, her hareketi gururlu ve etkileyiciydi, yalnız gözlerinin ifadesi yumuşaktı.” – “Evet,” dedi Goethe, “geriye kalan her şeyi gururlu ve muhteşemdi, sadece gözlerinin ifadesi yumuşaktı. Yeteneği de bedeni gibiydi. Ne kadar kapsamlı olursa olsun, her konuya büyük bir cesaretle yaklaşır, her konuyu inceler, evirip çevirip bakar, farklı açılardan değerlendirir, değişik şekillerde işlerdi. Seçtiği konuya adeta dışarıdan bakardı, insanın iç dünyasında ortaya çıkan sessiz gelişim onun tarzı değildi. Yeteneği oldukça değişkendi. Bu yüzden hiç kararlı biri değildi ve bir işin sonunu getirmeyi bilmezdi. Genel provadan az önce bir rolü değiştirdiği çok olmuştur.

İşe genellikle cesaretle başlasa da, birçok şeyi bir nedene dayandırmayı bilmezdi. Geßler’e ağaçtan elma kopartıp erkek çocuğun kafasına koydurup nişan aldırmak istediği Tell’in bir sahnesini onunla tartışmam gerekmişti. Bu benim anlayışıma çok tersti, bu zalimliğe hiç olmazsa farklı bir boyut kazandırması konusunda onu ikna ettim, yüz adım mesafeden ağaçtaki bir elmaya nişan alabileceğini söyleyerek, Tell’in oğluna, babasının bu becerisi ile Bey’e büyüklük taslatabilirdi. Schiller başlangıçta beni dinlemedi, ama sonra benim düşüncelerime ve ricalarıma uyarak önerilerimi yerine getirdi.

Bana gelince her şeyi fazlası ile gerekçelendirdiğim için, oyunlarım tiyatrodan uzak kalmıştır. Eugenie mantıklı gerekçeler zincirinden oluştuğu için, sahnede başarı şansı olamaz.

Schiller tiyatro için yaratılmış bir yetenekti. Her oyunu ile daha ileriye adım attı ve gittikçe daha da mükemmelleşti; onda şaşırtıcı olan Haydutlar’dan sonra en parlak döneminde bile bir türlü vazgeçemediği zalimce anlatı öğelerine bir yakınlık duymasıydı. Egmont’taki mahkeme kararının okunduğu hapishane sahnesini çok iyi anımsıyorum, ölüm kararının Egmont’ta yarattığı etkiden haz duyması için Alba’yı maskeli ve pelerine sarınmış halde arka planda sahneye çıkarmamı istemişti. Böylelikle Alba intikam ve kötülüğe doymak bilmez biri olarak anlatılmak istenir. Doğal olarak ben buna karşı çıktım ve Alba bu sahneden çıkarıldı. Schiller garip yönleri olan büyük bir insandı.

Schiller geçen her hafta bir başkası, daha mükemmel biriydi; onu her gördüğümde kültürünü, bilgeliğini ve düşüncelerini geliştirmiş olarak karşıma çıkardı. Ondan bana kalan en güzel hatıra onun mektupları, bu mektuplar onun en değerli yapıtları arasında sayılabilir. Son mektubunu, hazinelerim arasında kutsal bir emanet olarak saklıyorum.” Goethe ayağa kalkıp o mektubu getirdi, bana uzatarak, “İşte bakınız ve okuyunuz.” dedi.

Mektup güzeldi ve cesur bir kalemin ürünüydü. Schiller, Rameau’nun Yeğeni adlı roman hakkında Goethe’nin açıklamalarını yorumluyordu. Goethe burada dönemin Fransız edebiyatından bahsetmişti ve Schiller’in fikrini almak için ona elyazmasını göstermişti. Mektubu Riemer’e okudum. “Görüyorsunuz,” dedi Goethe, “söyledikleri ne kadar isabetli ve doğru, el yazısı gibi görüşleri de en ufak bir zafiyet içermiyor. O muhteşem bir insandı ve en parlak zamanında bizlerden uzaklaştı.” Mektup 24 Nisan 1805 tarihliydi, Schiller ise 9 Mayıs’ta ölmüştü.

Mektubu elden ele dolaştırıp inceledik, güzel yazısını beğendiğimiz kadar, açık ve net ifadesini de beğenmiştik, Goethe arkadaşının sevgi dolu hatırası ile ilgili şeyler anlattı, bu arada saat gece on biri çoktan geçmişti, oradan ayrıldık.

Johann Peter Eckermann
Yaşamının Son Yıllarında Goethe İle Konuşmalar
Almanca Aslından Çeviren: Mahmure Kahraman | İş Bankası Kültür Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz