FOUCAULT’YU UNUTMAK: HER ÖZGÜRLEŞTİRME İSTEMİNİN ALTINDA YATAN BİR BASKI VARDIR

“Eğer iyi bakılacak olursa, hayatımızın tümü bir masaldan, bilgimiz bir aptallıktan, emin olduğumuz şeyler hikayelerden başka bir şey değillerdir; kısacası bu dünyanın tümü bir oyundan ve sürekli bir komediden başka bir şey değildir.”
Deliliğin Tarihi, Michel Foucault

Eğer bir sonuca ulaşmak istiyorsanız bunu ancak üretim aracılığıyla başarabilirsiniz –baskı altında tutma yoluyla hiçbir sonuca ulaşamazsınız, eğer bir sonuca ulaşmak istiyorsanız bunu ancak özgürleştirme aracılığıyla başarabilirsiniz. Ancak bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Her özgürleştirme biçiminin altında yatan bir baskı altında tutma vardır. Üretici güçlerle, arzu, bedenler ve kadınların baskı altında tutulmaları, vb. Özgürleştirme mantığının bir istisnası yoktur. Özgürleşen her güç, her söz iktidar sarmalına eklenen yeni bir halka demektir. “Cinsel özgürlük” de işte bu şekilde aynı devrimci idealde baskı altında tutulmanın bu iki temel sonucunu yani özgürleşmeyle, cinselliği bir araya getirmeyi başarmıştır. Tarihsel açıdan bakıldığında bu olay en azından iki yüz yıllık bir sürecin sonucudur ancak bugün psikanalizin de hayır duasını almış bir şekilde bütün hızıyla sürüp gitmektedir –aynen politik ekonomiyle, üretimin ancak Marx’ın tasdiki ve hayır duasını alarak en hızlı aşamalarına geçebilmiş olmaları gibi. Marx’la, psikanalizin “radikal” muhalefetlerine karşın bugün bizi tamamıyla egemenliği altına almış olan konjonktür işte budur. – Marx’ın getirdiği politik eleştiri (devrimin devrimci partiler tarafından) bürokratik yoldan tersyüz edilmesi, sınıflararası mücadelenin altyapısal ve ekonomist bir anlayış aracılığıyla saptırılıp, yoldan çıkartılması, vs.) bugün yeniden gündeme gelmektedir. Çünkü onunki kısmi bir eleştiriydi. Şimdi bu eleştirinin üretim aksiyomatiğini de kapsayacak bir şekilde genelleştirilmesi (total bir gönderen olarak üretkenlik) gerekmektedir. Bu ise en saf biçimiyle marksizmi kendi hesabına geçirmekten başka bir şey değildir.

Psikanalizin (Deleuze, vs.) “Ödip’le ilgili” eleştirisiyse (arzunun bir gösteren, yasa, hadım etme ve Ödip modeli aracılığıyla tersine çevrilmesi) yine kısmi bir eleştiridir ve bu yüzden arzuyla, bilinçaltı aksiyomatiğini katıksız bir şekilde övmekten başka bir şey yapamamaktadır.Böylece arındırılıp, geliştirilmiş marksist ve psikanalitik aksiyomlar el birliği ederek günümüzdeki tek “devrimci” –“arzu”nun “üretkenliği”- gündemi belirlemektedirler. “Arzulatıcı makina” (Deleuze-Guattari –çn) bir çırpıda marksizmle, psikanalizin olumlu yazgısını bir çözüme kavuşturmaktadır. Sonuç olarak baskı altında tutma ve sınıflararası mücadele aracılığıyla Ödip ve proletaryanın hala önemli bir yere sahip oldukları, Reich’ınki kadar naif olmayan göstergeler sayesinde, anlatılmış olmaktadır. Bünyelerinde hala bir yığın lüzumsuz unsuru barındıran tarihi ve psişik bu iki disiplin aracılığıyla bir senteze ulaşmaya çalışan Reich biraz erken davranmıştı. Arkaik bir görünüm sunan bu karışım yorum düzeyinde de yanlıştır –herhalde henüz zamanı gelmemişti. Oysa bugün (çelişkilerden, tarihi amaçlarıyla, tespitlerinden) arındırılmış bir üretkenlik temeliyle (Ödip, baskı altında tutma, cinsel organlarla, aile konusundaki abartılı tespitlerinden) arındırılmış bir libido üzerine oturtularak hem tarih hem de psikanaliz yararına bir düzenleme yapabilmek, bir senteze ulaşabilmek mümkündür.

Üretimin aynasıyla, arzunun aynası nihayet birbirlerini, birbirlerinin yüzeyinde, sonsuza dek yansıtabileceklerdir. Eskiden denetlenmeye gerek duyulmayan, saçma, dengesiz ya da çok yoğun bir şekilde ritüelleşmiş biçimlerden “başka hiçbir şeyin bulunmadığı bir yerde” –klinikle, kliniğe özgü bakış açısının ortaya çıkması gibi şimdi de cinsellikle, cinsellik üzerine konuşma ortaya çıkmıştır. Öyleyse “geçmişte baskı altında tutma diye bir şeyin olabilmesi” mümkün değildir. Bizden önce gelip geçmiş tüm toplumların üzerine (yoksa kendi üzerimize değil) yıkmaya çalıştığımız (çünkü işin içinden bu şekilde sıyrılacağımızı sanıyoruz) bu düşünce ya da leitmotif’e dayanarak (teknolojik açıdan onları ilkel olmakla suçlamak yetmiyormuş gibi asıl önemlisi) onları bir de cinsel açıdan ilkel olmakla suçluyoruz. Çünkü bize göre onlar baskı altında tutulan, “özgür” olmayan toplumlardı. Bilinçaltı denilen şeyden bile habersizdiler –ortaya çıkan psikanaliz, cinsellik üzerindeki bu ipoteği kaldırarak, neyin gizlenmekte olduğunu açıklamıştır. İnsan hakikat konusunda bu kadar ırkçı olabilir. Psikanaliz’in ırkçılığı kutsal kitaba dayandırılmaktadır. Her şey Kelâm (söz) ile birlikte değişmektedir. Bizim kültürümüz açısından baskı altında tutma ya da tutmama diye bir şeyin olup olmaması bir tartışma konusu haline gelirken; başka toplumların kafalarını kesinlikle böyle bir konuya takmamış olduklarını görüyoruz.

Çünkü onlar baskı altında tutma ya da bilinçaltı diye bir şeyin farkında bile değildirler. Aynen cinsellik denilen şeyden bihaber olmaları gibi. Oysa biz kendi kendine ortaya çıkmamış olan cinsellik konusunda sanki “baskı altında tutuluyormuş” gibi yapıyor ve kendimize göre bir cinsellikle, bir cinsellik ilkesi tutturmuş gidiyoruz. Baskı altında tutma varsayımının arkasına gizlenerek doğru bir cinsellik değerlendirmesi yapmamızı engelleyen (psişik ve psikanalitik) ahlaki yapımız da işte böyle. Feodal, köylü ya da ilkel toplumlarda “baskı altında tutulan” ya da “yüceltilen” bir cinsellikten söz etmek, tıpkı bir ideoloji ve mistifikasyon biçimi olarak dinin asla değişmeyen (ne varietur) bir şey olduğunu söylemek kadar büyük bir eblehlik göstergesidir. Çünkü bu bakış açısının doğruluğunu kabul edecek olursanız, o zaman Foucault’yla birlikte bizim kültürümüzde de asla baskı altında tutma diye bir şey olmamıştır ve olmayacaktır diyebilirsiniz. Bunu onun söylediği anlamda değil ama gerçek anlamda asla bir cinselliğe sahip olunmadığı anlamında söyleyebilirsiniz. Politik ekonomi gibi (Foucault’nun bütün izleri değerlendirerek çözümlediği) cinsellik de bir kurgudan başka bir şey değildir. Bize anlatıldığı ve herkesin “sözünü ettiği” hatta (“ça parle” denilen şey) “toplumsal bilinçaltının bireysel yoluyla su yüzüne çıkmış olan biçimiyle” cinsellik: uygulama düzeyinde ele alındığında, herhangi bir sistem gibi yanından geçilip gidilmiş, bozguna uğratılmış ve yıpranmış bir simülakrdan başka bir şey değildir. Homo sexualis’teki uyum ve saydamlığın homo economicus’unkinden daha gerçekçi olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Uzun bir süre boyunca ruhsalla, cinsel aynı anda iş görmüşler ve birlikte fantazmla, bilinçaltına ait olan şu “diğer sahne”nin oluşmasını sağlamışlardır –sahnelenmiş bir baskı altında tutma kuruntusunun doğrudan bir sonucu olan psişik enerji. Cinsel bir töz olma özelliğine sahip, psişik alan ve ekonomiyle ilgili çeşitli koşullarda, ikincil, üçüncül, vb. baskı altında tutma yöntemlerine uygun, hem metaforik hem de metonimik bir biçim olarak bir psişik enerji kuruntusu – psikanalizin yaratmış olduğu muhteşem yapı budur işte. Nietzsche olsaydı buna olabilecek en güzel “öte-dünya” kuruntusu derdi. Enerjetik ve sahne özellikli bir simülasyon modelinin olağanüstü etkinliği –olağanüstü bir kuramsal melodram olmanın yanı sıra, “psyché”nin (insanın kişilik yapısını oluşturan tüm ruhsal olgular) bu şekilde sahnelenmesi ve (aynen başkalarının başka yerde üretimi genel ya da itici bir güç olarak ilahi bir konuma oturtmuş olmaları gibi) sonsuza dek sürüp gidecek bir gerçeklik örneği olarak cinsellik adlı senaryo. Bu sahneye koyma olayında ekonomik, biyolojik ya da psişik olanın harcanıp gitmiş olmasının hiç mi hiç önemi yoktur? –“sahne” ya da “diğer sahne” hiç fark etmez, önemli olan senaryodur yani bir simülasyon modeli olarak psikanalizin sorgulanması gerekmektedir. Bu, her ne pahasına olursa olsun üretim anlayışıyla, cinselliğin modern kutsanma biçiminde öylesine terörist bir yaklaşım, öylesine bir saf dışı etme düşüncesi vardır ki insanın kendi kendine ya da çelişkinin kusursuzluğuna bakıp bakıp, baskı altında tutmanın varlığını neden yadsıyacakmışım ki diyesi geliyor. Belki de baskı altında tutma yeterince güçlü bir terim değildir? Foucault’nun baskı’dan söz etmek istemediği doğru ama artık geçmişte kalmış ve ancak ruhun enfeksiyon kapmasıyla (bakınız Nietzsche –cinsel enfeksiyon: materyalist(!) bir görünüm kazanarak yeniden dünyaya gelen ruhun, zihinsel açıdan bir enfeksiyon kapması sonucunda, tarihsel anlamda baskı altında tutulması demektir) karşılaştırılabilecek cinselliği kullanarak, zihinsel düzeyde yavaş yavaş ve kaba bir şekilde, bulaştırmaya çalıştığı o enfeksiyona ne demeli? Gerçeği söylemek gerekirse terimlerle boğuşmanın bir yararı yoktur. Sorun etmeden, önce konuşma emrinin verilmiş olduğunu söylersek, bu durumda baskı bir şaşırtmacadan başka bir şeye benzemeyecektir (zaten bu yüzden çalışma ve sömürünün de bir şaşırtmaca ve daha önemli bir başka şeyi gizlemeye yarayan bir bahaneden başka bir şey olmadıklarını söyleyebiliriz –bu konuda tamamıyla hem fikiriz). Ya da baskı altında tutma birinci sıradaysa, bu kez de söz onun daha modern bir değişkeninden başak bir şey olamamaktadır (“baskıcı desüblimasyon”). Her iki durumun da temel bir değişikliğe yol açmadığı söylenebilir.

Birinci varsayımda (yani Foucault’nunkinde) insanın canını sıkan şey: eğer bir anlamda baskı altında tutma ya da baskı altında tutmanın etkisi denilen bir şeyler varsa (ki bu tartışma götürmeyen bir konu) bile, bu baskı altında tutmanın ne olduğunun açıklanmamasıdır. Baskı altında tutma düşüncesi neden tümevarım (induction), söz üretimiyle, sözün kötüye kullanımı sayesinde ayakta duran iktidarların dengesi için zorunlu bir şey gibi gösterilmektedir? Oysa değişmeyen bir sistem olarak kaldığı zaman sözün, dengesiz bir iktidar sistemi olan baskı’nın peşi sıra gitmesinin nedeni şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Gerçeklik yalnızca söz, söylev ve itiraflar aracılığıyla üretilebilen bir şeyse, o zaman cinselliğin bir söz görünümüne bürünmeden önce nerede bulunduğunun sorulması gerekmektedir. Cinsellik üzerine oturtulan bu söz ne türden bir kopuş sonucunda ve neye oranla gerçekleşmiştir? Bu bakış açısını benimsediğiniz zaman bu olayın çevresinde dönmekte olan yeni dolapların farkına varabiliyorsunuz. Ancak hangi beklenmedik iktidar oyununun bu olayın ortaya çıkmasına neden olduğunu da sormak gerekmektedir. Bu olayın
nötralize ettiği şey nedir? Sona erdirdiği şey nedir? Neyi tasfiye etmektedir? (Foucault’ya göre “bedenle, bedenin aldığı zevklere” bir son veren şey çapkınlığın masumluğuyla, ars erotica (aşk sanatıdır) –bütün bunlardan geriye ayartma, çekicilik, arzulatma, haz, “zevk” gibi terimler kalmıştır –örneğin bir şehvet düşkünlüğünden artık söz edilmemektedir.- Bu terimleri cinsel ya da psikanalitik söylevlerin içine katarak eritmeyi bir türlü beceremediler.- Bence bu olay yalnızca cinsellikle, arzunun değil aynı zamanda beden ve zevkin özgün birer varlık gibi algılanmalarını engelleyen çok daha radikal bir biçime son vermektedir. Tıpkı üretim söylevinin yalnızca değişim değeri değil aynı zamanda bir kullanım değerinden de yoksun kalmış bir düzene bir son verebilmesi gibi. İster cinsellik, isterse ekonomi alanı olsun kendisine başvurulan son bahane: kullanım değeridir. Korkarım Foucault’da “zevkler” hala “cinselliğin değişim değerine” karşı, bedenin kullanım değeriyle direnmeye çalışıyorlar.) -aksi takdirde kim 213. sayfada söylenmiş olduğu gibi:

“Cinsellik örneğinden kaçıp kurtulabilir?” ya da buna yeltenebilir?- Ne yapılırsa yapılsın “cinselliğe anlam yükleme” masumane bir girişim değildir, bir şeyler iktidardan yoksun bırakılmaktadır –aksi takdirde 127. sayfada karşılaşılan direnişlerle karşılaşabilmek mümkün olmazdı.- Bu yoksun bırakılmaysa bu tür iktidarı dışlama, iktidarın bölünmesi ya da yadsınması türünden bir şeydir. İktidar da zaten buradan hareketle “gerçek” ya da “gerçeği” üretmektedir. İşte yalnızca bu andan itibaren iktidarla ilgili ve bu kez bir felaketi andıran beklenmedik bir olayın tasarlanabilmesi mümkün olabilmektedir. Artık bu kez gerçeği ve gerçeğin kendisi olarak kendi kendini yeniden üretmeyen iktidar, gerçeklik ilkesine yeni alanlar kazandırmadığından, bir anlamda hipergerçekleşerek, ortadan kaybolmaktadır –bu iktidarın ya da gerçek konusunda güttüğü stratejinin sonudur. Deleuze’ün de dediği gibi Foucault açısından bir iktidar bunalımı ya da beklenmedik kazalar ya da sorunlar diye bir şey yoktur. Foucault için yalnızca ayarlama, tansiyon yükselmeleri ve alçalmalarıyla, “iktidarın mikro-fizik” boyutlara indirgenerek parçalanması vardır.

Bu doğru bir görüştür çünkü Foucault’da iktidar, Monod’daki genetik kod gibi (DNA) yayılım ve komut diyagramına uygun bir şekilde ve téléonomique (maksatlılık ilkelerinin araştırılması – çn) bir sıralamaya göre anında harekete geçmektedir. Teolojik iktidarla, teleolojik iktidar sona erdi yaşasın “téléonomique” iktidar! Téléonomie: her türlü diyalektikle, her türlü maksat belirlemenin sonu demektir. Teleonomi koda özgü bir tür önceden bilinen, içkin, kendisinden kaçınılması olanaksız, her zaman olumlu ve yalnızca akla gelebilecek en küçük boyutlarda dönüşümlere müsaade eden bir yazılı kurallar bütünüdür. Yakından bakılacak olursa Foucault’daki iktidar anlayışının, bilimin sunmuş olduğu nimetler karşısında birdenbire apışıp kalmış olan Deleuze’ün: “güncel fizik ve matematik anlayışı kadar yeni bir toplumsal anlayış” dediği şeye tuhaf denilebilecek kadar çok benzediği görülmektedir. Asıl ifşa edilmesi gereken bir şey varsa o da bu gülünç suç ortaklığıdır. Çünkü günümüzde herkes moleküler olanla ilgilenmeyi seviyor, tıpkı bir zamanlar herkesin devrimcilikle ilgilenmekten hoşlanmış olması gibi. Oysa (bu sonuncusu olabilir) yeni bir emre kadar hakiki molekül devrimcilere değil, Monod’a ait olan genetik kodla, “karmaşık DNA spiralleridir”. Sibernetikçilerin bir kod ve denetim matrisi (kalıbı) olarak sunmuş oldukları şeyi bir arzu düzeni olarak yeniden keşfetmenin bir alemi yok. Eski maksatlılık, diyalektik ya da baskıcı kuramlar üzerine total pozitivite, bir teleonomi ve mikro-fizikle yüklü bir iktidar anlayışı oturtulduğu zaman bu işten ne kadar kazançlı çıkıldığı ortadadır. Ancak bu durumda başınıza geleceklere de katlanmak zorundasınız. Çünkü bu durumda geçmişte aynı şemaların doğruluklarından kuşku duymuş olan sibernetikle tuhaf bir suç ortaklığına girmiş olursunuz (zaten Foucault da Jacob, Monod ve daha yenilerde Ruffié (De la Biologie â la Culture) ile olan yakınlığını gizlememektedir). Deleuze’ün sözünü ettiği arzunun moleküler topolojisi konusunda da benzer şeyler söylenebilir.

Jean Baudrillard
Foucault’yu Unutmak
Çeviren: Oğuz Adanır

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz