ÇÜRÜME KOKUSU: BİLİNDİĞİ GİBİ, RAHİPLERLE KEŞİŞLERİN ÖLÜSÜ YIKANMAZ – DOSTOYEVSKİ

Rahip ve keşiş Zosima Pederin ölüsü, gömme töreninin gereklerine uyularak hazırlandı.
Bilindiği gibi, rahiplerle keşişlerin ölüsü yıkanmaz. (Büyük Ayin kitabında yazılıdır bu!) “Rahiplerden biri Tanrıya kavuşunca, bu işle görevlenen rahip ölenin vücudunu ılık suyla siler; ondan önce, ölünün alnına, göğsüne, ellerine, ayaklarına ve dizlerine süngerle haç işareti yapar, hepsi bundan ibarettir.” Bu işi Paisiy Peder kendi eliyle yaptı. Silinmeden sonra rahip elbisesini giydirip pelerinine sardı; sararken, usule göre, haç şekli vermek için pelerini ortasından biraz kesti. Ölünün başına, üzerinde sekiz dallı bir haç bulunan bir kukuleta koydu. Kukuleta yalnız başını örtüyordu, ölenin yüzünü siyah bir duvakla örttüler. Ellerinin arasına İsa’nın tasvirini koydular. Staretz bu haliyle, çok önceden hazırlanmış olan tabuta yerleştirildi.

Tabutu bir gün Staretzin manastır ve şehir halkını kabul ettiği hücresinin birinci, büyük odasında bırakmaya karar verdiler. Ölen, keşiş-rahip sınıfından olduğu için ölüsünü bekleyen rahiplerle diyakozlar Zebur değil, İncil okuyacaklardı. Yas ayini biter bitmez Yosif Peder başladı. Arkasından bütün gün ve gece Paisiy Peder okumaya devam etmek istiyordu, ama o anda çok meşguldü. Keşişhane başrahibiyle o, büyük bir kuşku içindeydiler çünkü gerek manastır halkı arasında ve manastır misafirhanelerinde, gerekse şehirden akın akın gelen halk arasında gitgide artan, görülmemiş, duyulmamış, hatta “yakışık almayan” heyecanlı bir bekleyiş belirmişti. Başrahiple Paisiy Peder heyecanla taşan halkı yatıştırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Gün iyice ağarınca şehirden hastalarını, en çok da çocukları getirenlerin akını başladı. Besbelli imanlarına göre hemen olması gereken mucizeli şifayı umuyorlardı. Halkın ölen Staretzi henüz sağlığında gerçek, büyük bir evliya saymaya alıştığı açıkça belli oluyordu. Hem gelenler arasında yalnız basit halk tabakasından değil, çok daha kerliferli kimseler vardı. Paisiy Peder bunların bu kadar aceleci, açık bir sabırsızlıkla, hatta emredercesine bekleyişlerini kesinlikle günah sayıyordu. Böyle olacağını çok önceden de kestirdiği halde olanlar tahminlerinin üstündeydi. Heyecan içindeki rahiplerle karşılaşan Paisiy Peder söylenmeye başlamıştı: “Böyle bir hafiflik ancak dindışı adamlarda olur, bize yakışmaz.” Ama ona kulak asan yoktu. Paisiy Peder de bunu merak ve kaygıyla görüyordu. Ayrıca, her şeyi doğru olarak hatırlayacak olursak bu sabırsız bekleyişi düşüncesizlik, hafiflik saydığı halde, içinden, ruhunun en gizli köşesinde, heyecana tutulmuş bütün bu insanların beklediğini o da bekliyordu. Bunu kendi kendine açıklaması mümkün değildi. Gene de, özellikle, içinde bazı önsezilerle güçlü kuşkular uyandıran karşılaşmalardan hiç memnun değildi. Ölenin hücresinde toplanan kalabalık arasında Rakitin’i ya da hâlâ manastırda kalan uzak misafir Obdor’lu rahibi görünce bir ruh tiksintisi duymaktan kendini alamadı. Bu yüzden kendini ayıpladı. Paisiy Peder nedense ikisini de kuşkulu görüyordu. Oysa bu anlamda dikkati çekecek insan yalnız bunlar değildi. Obdor’lu rahip son derece telaşlı görünüyordu; her yerde, her köşede onu görmek mümkündü. Her yanda bir şeyler sorup soruşturuyor, kulak kabartıyor, özel, esrarengiz bir biçimde fısıldaşıyordu. Beklediği şeyin bu kadar gecikmesinden ötürü yüzünde sabırsızlık, bayağı öfkeli bir ifade belirmişti. Rakitin’in, sonradan anlaşıldığına göre, keşişhaneye sabah karanlığında gelişi de Bayan Hohlakova’nın özel isteği üzerine olmuş. Bu, kalbi iyi, ama kişiliği zayıf kadın, keşişhaneye kabul edilemeyeceği için, sabah olanı biteni öğrenince o kadar merak etmiş ki hemen Rakitin’i keşişhaneye yollamış. Ona, her şeyi izleyip bütün geçenleri hemen her yarım saatte bir pusula ile bildirmesini tembih etmiş. Rakitin’i çok dindar, imanı kuvvetli bir genç biliyordu. Rakitin, en ufak bir çıkarı olunca herkesin nabzına göre şerbet vermesini çok iyi bildiği için Hohlakova’nın da gözüne girmişti. O gün hava iyi, açıktı, gelenlerin çoğu kimi kiliseyi çevreleyen, kimi keşişhanenin çevresine dağılmış mezarların başında toplanmıştı. Paisiy Peder, keşişhaneyi dolaşırken birdenbire Alyoşa’yı, onu epeydir, aşağı yukarı geceden beri görmediğini hatırladı. Tam o anda da delikanlıyı keşişhanenin en uzak köşesinde, duvarın yanında, çok eskiden ölmüş ve keşişliğiyle ün salmış bir rahibin mezarında otururken gördü. Sırtı keşişhaneye, yüzü duvara dönüktü. Mezar taşının arkasında saklanır gibi bir hali vardı. Paisiy Peder, yanına gelince, Alyoşa’nın yüzünü elleriyle örterek sessizce, ama acı acı ağladığını fark etti. Paisiy Peder bir an yanında durdu, sonra duygulu bir sesle,

— Yeter oğulcuğum, yeter canım, dedi, ne oluyorsun? Ağlama, sevin. Bugünün hayatının en büyük günü olduğunu bilmiyor musun? Şimdi, şu anda nerede olduğunu düşünsene bir kere!

Alyoşa, ağlamaktan küçük bir çocuğunki gibi şiş şiş olmuş yüzünü açıp bir an Paisiy Pedere baktı, ama hemen, bir tek kelime söylemeden başını çevirdi, sonra tekrar yüzünü elleriyle örttü.

Paisiy Peder, düşünceli bir tavırla,

— Ama belki böylesi daha iyi, dedi. Ağla öyleyse, İsa göndermiş olmalı sana bu gözyaşlarını…

Alyoşa’dan ayrılırken, kendi kendine ve Alyoşa’yı sevgiyle düşünerek,

— Gözyaşların ruhuna huzur verecek, kalbini ferahlandıracak… diye, mırıldandı. Yanında fazla eğlenmeden uzaklaştı, çünkü çocuğa bakarken kendini tutamayacağını hissetmişti.

Vakit geçiyordu, kilisede günlük ayinler ve ölen için yapılan yas töreni düzeninde devam ediyordu. Paisiy Peder tabutun başında okuyan Yosif Pederin yerine geçerek İncil okumaya başladı. Öğleden sonra saat üçe vurmamışken, bundan önceki kitabın sonunda söz ettiğim hiç umulmadık ve bütün tahminleri tersine çıkaran olay meydana geldi. Gene tekrar ediyorum, epey ayrıntılı olduğu halde esasta çok basit olan bu olay şehrimizde ve dolaylarında canlılığını kaybetmeden hâlâ tekrarlanmaktadır. Şunu da ekleyeyim ki, bu değersiz, insanı günaha sokan, aslında üzerinde durulmaya değmez olaydan adeta nefretle söz açıyorum. Bu, gelecekte de olsa hikâyemin kahramanı Alyoşa’nın ruhunda ve kalbinde belirli, hem de şiddetli etkiler uyandırmamış olsa üzerinde hiç durmadan geçerdim. Ama bu etkilenme ruhunda bir değişiklik, tam bir dönüşüm yaratmış, onu temelli olarak belirli bir amaca yöneltmişti.

Şimdi meseleye gelelim: Staretzin gömülmek üzere hazırlanmış cansız bedeni tabuta konularak kabul salonu olan öndeki odaya çıkarılınca, tabutu yerleştirenler arasında, oda pencerelerinin açılıp açılmaması konusunda bir söz geçti. Birisinin gelişigüzel, laf arasında sorduğu bu soru karşılıksız kaldı, aldıran olmadı. Orada bulunanlar kokunun farkında oldukları halde, böyle mübarek bir ölünün kokabileceğini düşünmenin abes olduğunu, bunu aklına getirenlere, iman ve düşünce kıtlığı yüzünden acımak mı, gülmek mi gerektiğini içlerinden geçiriyorlardı. Çünkü onlar bunun tam tersinin olmasını bekliyorlardı. Ama öğleden az sonra, girip çıkanların önceden değil kimseye söylemek, kendilerine bile açıklamaktan çekindikleri durum etrafa yayılmaya başladı. Saat üçe doğru o kadar belirgin bir durum aldı ki, bununla ilgili haber o anda bütün keşişhanede, keşişhaneye gelenler arasında duyuldu, manastıra ulaştı, oradakileri şaşkınlığa uğrattı. Kısa zamanda şehirde de duyuldu, inanan inanmayan kim varsa heyecana kapıldı. İnanmayanlar sevindi; inananlar arasında da inanmayanlardan daha çok sevinenler oldu; ölen Staretzin öğütlerinin birinde dediği çıkıyordu: “İnsanlar doğrunun düşüp rezil olmasına seviniyorlardı…” Tabuttan önce yavaş yavaş, sonra gittikçe daha belirginleşen bir çürüme kokusu geliyordu. Saat üçe doğru koku iyice keskinleşmişti, gitgide de artıyordu. Manastırımızda şimdiye kadar görülmedik bir rezalet koptu. Yıllar sonra, bazı aklı başında rahiplerimiz o günü en ince noktalarına kadar hatırlarken rezaletin o dereceyi bulmasına şaşıp ürkmekten kendilerini alamıyorlardı. Çünkü eskiden de, herkesin el üstünde tuttuğu rahipler, Tanrı yolundan ayrılmayan Staretzler ölürdü; onların tabutlarından da her ölü için doğal olan bir çürüme kokusu yayılırdı. Ama bu, en ufak bir gürültü, heyecan uyandırmazdı. Şüphesiz, arada bir bazı rahiplerin ölülerinin tabutta hiç bozulmadan kaldığına dair ağızdan ağıza anlatılanlar cemaati duygulandırıyor, esrarlı etkiler uyandırıyordu. Bu güzel mucizeyi hatıralarında yaşatıyor, Tanrının izniyle bunun daha büyük mucizelere yol açmasını umuyorlardı. Bunlar arasında en çok, yüz beş yaşına kadar yaşamış ünlü evliya ve perhizkâr Staretz Eyyüb’ün hatırası anılırdı. Epey önce, 1810 sıralarında ölmüştü. Kabri, manastıra ilk gelen bütün ziyaretçilere büyük, özel bir saygıyla gösterilirken esrarlı bir tavırla bazı büyük umutların sözü edilirdi. (Bu, Paisiy Pederin Alyoşa’yı sabah üzerinde bulduğu kabirdi.) Çok eskiden ölmüş bu Staretzten başka, oldukça yakınlarda ölen keşiş-rahip Staretz Varsonofi’nin anısı da pek tazeydi. Staretz Zosima’ya Staretz payesi Staretz Varsonofi’den geçmişti. Manastıra gelenler, sağlığında Varsonofi’yi meczup sayarlardı.

Gerek Eyyüb, gerek Varsonofi hakkında anlatılan efsanelere göre, staretzler tabutlarında tıpkı diri gibi en ufak bir çürüme izi olmadan, yüzleri nur içinde yatıyorlarmış… Hatta bazı kimseler, ölülerinin tatlı bir koku dağıttığını ısrarla söylüyordu. Bu anılara verilen değere rağmen, Staretz Zosima’nın tabutu başında böyle düşüncesiz, manasız, kinayeli hareket etmenin açık bir nedenini bulmak güçtü. Bana kalırsa bu, o aralık çeşitli nedenlerin bir araya gelmesinden doğmuştu. Mesela, bunlardan biri, manastırda çoğunun kafasında hâlâ zararlı bir yenilik sayılan staretzliğe karşı köklü, sinsice gizlenmiş nefretti. En başta da, şüphesiz ölenin daha sağlığından beri herkesçe kabul edilmiş, aksini iddiaya asla cesaret edilmemiş kutsallığıydı.

Ölen Staretz mucizelerinden çok, çevresine gösterdiği sevgiyle birçok kimseyi kendine bağlamıştı, ama belki de bu yüzden pek çoğunun kıskançlığını uyandırmış, yalnız manastır âleminde değil, dışarda da gizli ve açık epey düşmanı olmuştu. Aslında kimseye kötülüğü dokunmamıştı ama, “Ne diye bu kadar kutsallaştırıyorlar onu?” sorusu tekrarlana tekrarlana yavaş yavaş bitmez tükenmez bir kinin kaynağı olmuştu.

Öyle sanıyorum ki, Staretz Zosima’nın bedeninden, daha ölümünden henüz bir gün geçmeden koku yayılmaya başlayınca bunlar son derece memnun olmuşlar, bunu Staretze bağlı olup hâlâ hatırını sayanlara indirilmiş bir darbe saymışlardı. Olay şöyle yürümüştü:

Cesetten koku yayıldıkça ölenin hücresine rahipler dolmaya başladı; hallerinden ne amaçla geldikleri hemen anlaşılıyordu. İçeri girip bir an durduktan sonra dışarda bekleyen kalabalığa haberin doğruluğunu anlatmak için tekrar çıkıyorlardı. Dışarda bekleyenlerden kimi kederli kederli baş sallıyor, kimi de kinli bakışlarından okunan sevinci gizlemek bile istemiyordu. İşin tuhafı, manastırda çoğunluk ölen Staretze bağlı kimseler olduğu halde hiçbiri ötekileri ayıplamıyor, ses çıkarmıyordu, besbelli bu sefer Tanrı bir zaman için azınlığın galip gelmesini hoş görüyordu. Az sonra, hücreye aydın tabakadan bazı kimseler girip çıkmaya başladı. Basit halktan gelen olmuyordu, onlar keşişhanenin cümle kapısında yığılmışlardı. Üçten sonra şehirli ziyaretçilerin hayli artmasının bu haber yüzünden olduğu kesindi. Belki o gün hiç gelmeyecek olanlar, manastıra gitmeyi aklının kenarından geçirmeyenler bile mahsus geldiler; bunlar arasında hatırı sayılır makam sahipleri de vardı. Gerçi görünüşte henüz terbiye dışına çıkılmamıştı. Paisiy Peder bir şey yokmuş gibi yüzünde ciddi bir ifadeyle, yüksek sesle, kesin, tane tane İncil okumaya devam ediyordu; oysa olağanüstü bir durum olduğunun çoktan farkındaydı. Sonunda kulağına, önceden usul usul, sonra daha güçlü ve cesaretli sesler gelmeye başladı. Birdenbire, “Galiba Tanrının hükmü insanlarınkinden farklı!” diye bir söz duydu. Bunu oldukça yaşlı, şehirli bir memur söylemişti; dindar olarak bilinen bir adamdı. Yüksek sesle söylediği şeyi rahipler aralarında kulaktan kulağa fisıldaşarak tekrarlıyorlardı. Onlar bu acı hükme daha önce de varmışlardı. İşin fenası, bu onlara her an artan bir memnunluk veriyordu. Az sonra odadaki ağırbaşlılık havası dağılmaya başladı, sanki hepsinde bunu yapmaya hak kazanmış gibi bir hal vardı. Rahiplerden bazıları üzülmüş görünerek, “Neden oldu bu,” diyorlardı, “iri yapılı değildi, bir deri bir kemik bir adamdı… nereden çıkıyor bu koku?” Başkaları, aceleyle, “Tanrının hikmeti!” diye ekliyor, sözleri itirazsız kabul ediliyordu. Çünkü her günahkâr ölünün vücudu yirmi dört saat geçince kokmaya başladığı halde bunda “bozulmanın doğal durumdan daha da tez olması” besbelli Tanrının özel bir işareti sayılmalıydı. Bu düşünce önünde akan sular dururdu. Staretzin hayattayken pek sevdiği yumuşak başlı Yosif, fesatçıların bazılarına karşılık vermek istiyor, bunun her zaman böyle olmadığını, Hıristiyanlıkta ermişlerin vücutlarının çürümemesi konusunda özel bir kural değil, sadece bir fikir bulunduğunu ileri sürüyordu. En koyu Hıristiyan diyarlarında, mesela Aynaroz’da bile çürüme kokusuna önem verilmez, ölenin maddi varlığının bozulmaması ruhunun kurtulmuş olmasına işaret sayılmazmış. Orada kemiklerin rengine bakarlarmış: Yosif Peder, “Yıllarca toprakta kalıp toz haline gelen bir vücudun kemikleri balmumu gibi sarı olursa bu, Tanrının ölene evliya şanı ihsan ettiğine işarettir; kemiklerinin kararması Tanrının o ölüye itibar etmediğini gösterir,” diyordu. Parçalanmamış ve en saf Hıristiyanlığı temsil eden Aynaroz’dakilerin inançları böyleymiş.

Fakat yumuşak başlı rahibin sözleri etkisiz kaldı ve alayla karşılandı. Bazı rahipler, “Bilimsel yenilikler bunlar, kulak asmayın…” diyordu. Başkaları, “Biz eski usul üzerinden gidiyoruz; her çıkan yeniliğe ayak uyduracak değiliz,” diye ekliyorlardı. “Onlar kadar bizim de ermişlerimiz var!” diye daha ileri gidenler oluyordu. “Onlar orada Türk boyunduruğu altında kala kala her şeyi unutmuşlar. Hangi saf Hıristiyanlığın sözünü ediyorsunuz, kilisede çanları bile yokmuş…”

Yosif Peder üzülerek çekildi, zaten düşüncesini içten inanarak savunmamıştı, sesi güçsüz çıkıyordu. Kuşkuyla, bazı tatsızlıklar olacağını düşünüyor, hatta yavaş yavaş bir başkaldırma seziyordu. Yosif Pederin arkasından öbür aklı başında olanların sesleri de kesildi. Sonunda Staretzi seven, staretzliğin kurulmasını duygulu bir itaatle kabullenenler iyice sindiler; hatta birbirleriyle karşılaşmaktan, yüz yüze gelmekten çekiniyorlardı. Staretzliği yenilik sayan düşmanları başlarını gururla kaldırarak, iğneli iğneli, “ölen Staretz Varsonofi’nin bedeni leş değil, mis kokuları saçıyordu!” diyorlardı. “Ama o bunu staretzliğiyle değil, doğruluğu, temizliğiyle kazandı.” Daha sonra Staretzi yerenler, hatta suçlayanlar çıktı. En akılsızlardan bazıları, “Öğütleri yanlıştı; hayatın, gözyaşlarıyla katlanılacak bir yük değil de, büyük bir sevinç kaynağı olduğunu öğretirdi…” diyorlardı. Akılsızlıkta onları bastıranlar, “İnançları modaya uygundu, cehennemde maddi bir ateş olduğunu kabul etmezdi…” diye atılıyorlardı. Kıskananların mırıltıları, “Perhizi gevşetti,” diye duyuluyordu, “tatlı düşkünüydü, çayını vişne reçeliyle içerdi. Hanımefendilerin gönderdiği bu nesneleri pek severdi. Keşişin çay içmek nesine!” İçi zehirliler, “Ne oldum delisiydi o,” diyorlardı. “Kendini ermiş sayardı, herkesin ayaklarına kapanmasını doğal görürdü.” Staretzliğin amansız düşmanları onlara katılarak şöyle devam ediyordu: “Kutsal günah çıkarma sırrını kötüye kullanırdı!” Ölenin sağlığında ağız açmayan en yaşlı, en dindar rahipler, gerçek perhizcilerdi bunlar! Hepsi birden dillenmişti; en kötüsü, konuşmaları henüz genç, deneysiz, dirençsiz rahipler üzerinde etkiler uyandırıyordu.

Obdor’lu konuk, Ermiş Silvester manastırından gelen küçük rahip, bütün anlatılanları can kulağıyla dinliyor, iç çekerek başını sallıyor ve, “Ya, Ferapont Baba’nın dün söyledikleri doğruydu galiba…” diye düşünüyordu. Tam o sırada, sanki kargaşalığı büsbütün artırmak için Ferapont Baba ortaya çıkıverdi.

Önceden söylediğim gibi, Ferapont Baba kovanlar arasındaki tahta hücresinden pek seyrek çıkar, hatta kiliseye de binde bir gelirdi. Ama meczup sayıldığı için buna göz yumarlar, onu toplu düzenin dışında tutarlardı. Açık konuşmak gerekirse bir dereceye kadar bunu yapmak zorundaydılar. Ferapont Baba gibi ömrünce perhizde yaşamış, gece gündüz dua eden bir din adamını (diz çöktüğü sırada uyukladığı olurdu) kendisi istemediği halde toplumun koşullarına uydurmak pek de yakışık almazdı. O zaman rahipler, “O hepimizden aziz ve istenilenden fazlasını yerine getiriyor,” diyeceklerdi. “Kiliseye gitmemesi, ne zaman gideceğini bildiği içindir; kendine göre usulleri var onun…” Besbelli bu çeşit itirazları düşünerek mesele çıkmasın diye, Ferapont Baba’ya ilişen yoktu. Staretz Zosima’yı hiç sevmediği herkesçe bilinirdi. “Tanrının hikmetiyle doğal bir olayın vaktinden önce olduğu” haberi hücresine kadar gelmişti. Bunu herkesten önce dünkü ziyaretten sonra yanından dehşet içinde ayrılan Obdor’lu konuk bir koşu gelerek yetiştirmiş olmalıydı. Paisiy Pederin kılı kıpırdamadan tabutun başında nasıl İncil okuduğunu önceden de söylemiştim.

Yaşlı rahip durduğu yerden hücrenin dışında olup bitenleri bilemezdi, ama çevresini çok iyi tanıdığı için olacakları büyük bir kesinlikle tahmin edebiliyordu. Telaşsızca, bundan sonra olacakları, kargaşalığın hayalinde şimdiden canlandırdığı sonucu korkusuzca, keskin bakışlarını etrafta dolaştırarak bekliyordu. Ansızın, kulağına dışardan pek şiddetli ve durumun ciddiliğini açıktan açığa bozan bir gürültü geldi. Kapı ardına kadar açıldı, eşikte Ferapont Baba göründü. Arkasında, onunla beraber gelmiş rahipler ve aralarına karışmış şehirliler vardı, hepsi hücreden olduğu gibi görünüyorlardı. Merdiven başında toplanmışlardı. Gelenler içeri girmediler, hatta merdivenden de çıkmadılar, durarak Ferapont Baba’nın ne yapacağını beklediler. Çünkü oraya gelmekle gösterdikleri cesarete rağmen meczubun boşuna gelmediğini düşünmek onları ürkütüyordu. Odanın eşiğinde duran Ferapont Baba ellerini havaya kaldırdı. O anda kolunun altından Obdor’lu konuğun keskin, merak dolu gözleri meydana çıktı: yalnız o merakını yenememiş, Ferapont Baba’nın peşinden yukarı çıkmıştı. Geri kalanlar, tam tersine kapı gürültüyle açılır açılmaz ani bir korkuyla daha da gerilediler. Kollarını havaya kaldıran Ferapont Baba birdenbire,

— Defediyorum! diye kükredi. Sonra sırayla dört yana dönerek hücrenin duvarlarıyla köşelere doğru havada istavroz işareti yapmaya başladı.

Gelenlerin hepsi Ferapont Baba’nın bu eski âdetini biliyorlardı: nereye gitse, şeytanı kovmadan ne oturur, ne konuşurdu. Her istavroz çıkarışta,

— Çık buradan şeytan, çık! diye tekrarlıyordu. Sonra yeniden,

— Defediyorum! diye haykırdı.

Sırtında her zamanki kaba latası vardı, beline kalın bir ip dolamıştı. Kenevir bezinden gömleğinin içinden aklaşmış kıllarla kaplı çıplak göğsü görünüyordu. Yalınayaktı. Kollarını sallamayı bırakır bırakmaz latanın altındaki zincirleri şıngırdamaya başladı. Paisiy Peder okumayı bir an keserek birkaç adım ilerledi. Ferapont Baba’nın önüne dikilerek bekledi. Sonra, sert bir bakışla,

— Niçin geldin sayın peder? dedi. Neden düzeni bozuyorsun? Neden uslu bir sürüyü kışkırtıyorsun?

Ferapont Baba, meczup haliyle,

— Buraya neden mi geldim… Niye soruyorsun? Ne sanıyorsun?.. diye haykırdı. Misafirlerinizi, mekruh iblislerinizi defetmeye geldim. Ben yokken çok toplayıp toplamadığınıza bir bakıyorum. Hepsini bir süpüreyim de…

— Şeytanı defleyeyim derken belki kendin ona hizmet ediyorsun. Kim kendisi için, “Ben kutsal bir ermişim,” diyebilir? Sen der misin bunu peder?

— Ne ermişi, murdarın biriyim ben! Koltuğa kurulup kendimi putlaştıracak değilim. Zamanımız insanları kutsal dini mahvediyorlar.

Kalabalığa dönerek, parmağıyla tabutu gösterdi:

— Şu kutsal ölünüz de şeytanları deflerdi. Şeytanlara karşı ilaç verirmiş. Bunun için köşelerde örümcek gibi türemişler!.. Bugün kendisi de leş gibi koktu. Tanrının büyük bir işaretidir bu…

Söylediği Staretz Zosima’nın sağlığında olmuştu. Rahiplerden birine önce düşte, sonraları uyanıkken de şeytanlar görünmeye başlamıştı. Bunu büyük bir korkuyla Staretze açtığı zaman öteki, durmadan dua etmesini ve sıkı bir perhiz tavsiye etmişti. Bunlar tesir etmeyince perhizle ibadeti kesmeden bir ilaç almasını söyledi. O zaman da bunun epey dedikodusu olmuş, rahipler aralarında baş sallayarak hayli fiskos etmişlerdi. Ama herkesten çok Ferapont Baba köpürmüştü. Çünkü Staretzin, bu “özel” halde aldığı önlemi düşmanları yemeden içmeden Ferapont Baba’ya yetiştirdiler.

Paisiy Peder, buyurgan bir tavırla,

— Çık buradan peder! dedi. Hüküm vermek insanların değil, Tanrının işidir. Belki bunda bir işaret var, ama onu ne sen, ne ben, ne de başkası anlayabilir. Çık buradan ve cemaati kışkırtma!

Fakat coşmuş ve aklına büyük laflar etmeyi koymuş yobaz bir türlü susmak bilmiyordu:

— Keşişliğin yüksek şanının gerektirdiği gibi perhiz tutmadığı için bu gökten bir işarettir. Gün gibi açık bu, saklaması günah! Şekere düşkündü, hanımefendiler ona ceplerinde şeker taşırlardı, çaydan vazgeçemezdi; boğazı her şeyin önünde gelir, midesini tatlıyla, kafasını kibirli düşüncelerle doldururdu… Bu yüzden de rezil oldu işte…

Bu sefer Paisiy Peder de sesini yükseltti:

— Boş sözler bunlar peder! Keşişliğini, perhizkârlığını takdir ediyorum, ama düşüncesizce söylediğin bu sözler ancak toy bir delikanlıya yakışır. Çık buradan peder, emrediyorum sana çık!

Ferapont Baba biraz bozuldu, ama gene de hırçınlığını bırakmadan,

— Çıkmasına çıkarım, dedi, bilgili olan sizsiniz. Pek akıllı olduğunuz için beni küçümsüyorsunuz. Buraya geldiğimde okumuşluğum kıttı, burada bildiğimi de unuttum. Ulu Tanrı bu ufak kulu bilgiçliğinizden korudu…

Paisiy Peder karşısına dikilmiş, kesin bir tavırla bekliyordu. Ferapont Baba sustu, sonra birdenbire üzgün bir hal aldı, sağ avucunu yanağına koyarak, ölen Staretzin tabutuna baka baka duygulanarak makamlı bir sesle, ağlar gibi,

— Ona yarın “Yardımcı ve Koruyucu” ilahisini okuyacaklar. Ama ben geberince topu topu “Dünyanın ne tadı…” ayeti kısmet olacak!..[94] Kibir, azamet geldi hepinize, oysa boştur bu dünya, boş!..

Ferapont Baba bunu çılgın gibi haykırdı ve elini sallayarak hızla döndü, merdivenden aceleyle indi.

Aşağıda bekleşen kalabalık bir dalgalandı; kimi hemen peşinden yürüdü, kimi biraz eğlendi, çünkü hücrenin kapısı hâlâ açıktı. Paisiy Peder, Ferapont Baba’nın arkasından sahanlığa çıktı, bakışıyla onu izledi. Alabildiğine coşmuş ihtiyar içini iyice boşaltamamıştı, yirmi adım kadar ilerledikten sonra batan güneşe dönerek kollarını havaya kaldırdı ve biçilmiş gibi yere yığılarak, ellerini güneşe doğru uzattı; olanca sesiyle,

— Tanrım yendi! İsa batan güneşi yendi!.. diye haykırdı. Yüzükoyun yerde yatarak çocuk gibi avazı çıktığı kadar hıçkırarak ağlıyor, kollarını öne uzatıyordu. Bunun üzerine kalabalık ona koşuştu, çığlıklar, karşılıklı hıçkırmalar duyuldu… Ortalığı çılgın bir hava kaplamıştı. Artık çekinmeden,

— Ermiş olan bu işte!.. Doğru adam bu… diye konuşmalar duyuluyordu. Kimi adeta hınçla,

— Staretz olacak adam o işte!.. diye ekliyorlardı.

Ama başkaları hemen atılarak,

— Staretzliği kabul etmez o, reddeder… dediler. Uğursuz yeniliğe, bunların maskaralıklarına hizmet etmez!

Tam o sırada ayinin başladığını haber veren çan sesi duyulmasa bu hengâme daha epey sürecekti. Hepsi birden istavroz çıkarmaya başladılar. Ferapont Baba da ayağa kalktı, istavroz çıkararak arkasına bakmadan doğruca hücresine yürüdü. Hem yürüyor, hem anlaşılmaz bir şeyler homurdanmaya devam ediyordu. Birkaç kişi peşinden gitti, ama çoğunluk ayine yetişmek için dağılmaya başladı. Paisiy Peder okumayı Yosif Pedere bırakarak aşağı indi. Yobazların çılgınca haykırmalarının inancını sarsması olanaksızdı, ama kalbinde bambaşka bir keder, üzüntü doğmuştu. Durarak kendi kendine, “Ruhumu sarsan bu üzüntünün nedeni ne acaba?” diye sordu. O anda da kederinin görünüşte önemsiz, özel bir nedenden olduğunu anladı. Mesele şuydu: demin Staretzin hücresinin girişinde biriken coşkun kalabalık arasında Alyoşa’yı görmüş; görür görmez kalbinde ani bir sızı duyduğunu da hatırlamıştı. “Yoksa kalbimde bu gencin yeri bu kadar büyük mü?” diye kendi kendine hayret etti. Tam o sırada Alyoşa önünden geçti: telaşlı bir hali vardı, ama kilise tarafına gitmiyordu. Bakışları karşılaştı. Alyoşa gözlerini hemen yere indirdi. Paisiy Peder, delikanlının bu halinden o anda içinde çok büyük bir değişiklik olduğunu anlamıştı.

— Sen de mi sapıttın? Sen de mi imanı kıt olanlardan yana geçtin?.. diye acıyla sordu.

Alyoşa durdu, kararsız bir bakışla Paisiy Pederi süzdü, sonra gene yere bakmaya başladı. Yan duruyordu, yüzünü karşısındakine çevirmemişti. Paisiy Peder onu bütün dikkatiyle inceliyordu.

— Böyle telaşla nereye gidiyorsun? diye tekrar sordu. Ayin çanı çalıyor.

Alyoşa, gene karşılık vermedi.

— Yoksa keşişhaneden ayrılıyor musun? Haber vermeden, kutsanmadan mı ayrılacaksın?

Alyoşa birdenbire, dudaklarını çarpıtarak gülümsedi; gözlerini tuhaf, çok tuhaf bir bakışla, karşısında sorular soran rahibe dikti. Bu, eski önderi, kalbinin, ruhunun hakanı, sevgili Staretzinin ölürken onu emanet ettiği adamdı… Alyoşa gene karşılık vermedi, hatta saygı göstermeyi bile gerekli saymıyormuş gibi elini salladı, hızlı adımlarla keşişhaneden dış kapıya doğru yürüdü.

Arkasından acı dolu bir hayretle bakan Paisiy Peder,

— Gene döneceksin!. diye mırıldandı.

Fyodor Dostoyevski
Karamazov Kardeşler

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz