Diyelim ki sen, sonunda bütün insanları mutlu edecek, onları barış ve huzura kavuşturacak bir keder yapısının inşaatını üzerine almışsın. Ancak temeli atarken bir kurbana ihtiyacın olacak: o küçük göğsünü yumruklayan çocuğa kıymak gerekiyor; öcü alınamayacak gözyaşlarını temele akıtarak bu binanın mimarı olmaya razı olur muydun?
İSYAN
Bir hikâyecik anlatayım öyleyse. Yalnız bir tane; pek ilginç, pek tipik şey… Hem de bunu henüz okudum. Ya şu bizim eski Arşiv’de ya da Eski Zamanlar’da… Hangisinde okuduğuma bakmalı… Olay, Kölelik Yasası’nın en kötü döneminde, yüzyılın başında geçiyor; var olsun ulusun Kurtarıcısı!.. Evet, yüzyılın başlangıcında bir general vardı; hem pek nüfuzlu, hem de son derece zengin, toprak sahibi bir general…
Bu adam emekliye ayrıldıktan sonra, maiyetindeki insanların hayatlarıyla ölümleri üzerinde hak sahibi olduğuna inananlardandı. Vardı o zaman böyleleri. Bizim general de iki bin canlı malikânesinde kurumlana kurumlana yaşıyor, ondan az varlıklı komşularını küçümsüyor, onlara dalkavuk, soytarı gözüyle bakıyordu. Yüzlerce av köpeği besliyordu. Onların bakımıyla görevli yüze yakın da üniformalı, atlı hizmetkârı vardı. Bir gün kölelerinden birinin oğlu, sekiz yaşında bir çocuk taş atarken generalin pek sevdiği av köpeğinin ayağına vuruyor. General, “Sevdiğim köpek neden topallıyor?” diye sorunca meseleyi anlatıyorlar. General, çocuğu baştan ayağa süzüyor. “Sen yaptın bunu ha? Alın şunu!” diyor. Çocuğu annesinin elinden alıp, gece hapsediyorlar. Ertesi sabah gün ağarırken general dört başı mamur ava çıkıyor; kendisi at üstünde, dalkavukları, köpekler, avcıbaşılarıyla öbür avcılar, hepsi atlı olarak generalin çevresindeler. Malikâne halkı da ibret olsun diye avluyu doldurmuş, suçlu çocuğun annesi en önde. Çocuğu hapisten çıkarıyorlar. Kasvetli, soğuk, sisli, av için bulunmaz bir hava. General çocuğun soyulmasını emrediyor, çırılçıplak ediyorlar. Çocuk titriyor, korkudan deliye dönüyor, gık edecek hali yok… General, “Kovalayın şunu!” emrini verince, avcılar, “Koş, koş!” diye bağırmaya başlıyor, çocuk koşuyor. General, “Tut, tut!..” diye haykırarak tazıları sürü halinde çocuğun peşine saldırtıyor. Anasının gözü önünde parçalatıyor yavrusunu. Generali galiba vesayet altına almışlar. Peki… ne etmeli onu? Kurşuna mı dizmeli? İç huzurumuz adına kurşuna dizmeli herifi, ne dersin? Söyle Alyoşka!
Alyoşa, donuk, çarpık bir gülümseyişle bakışını kardeşine dikti, yavaşça,
— Evet, kurşuna dizmeli! dedi.
İvan, coşkun bir sevinçle,
— Bravo! diye haykırdı. Bunu sen söyledikten sonra… Seni gidi keşiş seni! Demek kalbinde böyle bir şeytan yatıyor, Alyoşka Karamazov?
— Saçmaladım ama…
— Ya, bir de aması var!.. Şunu bil ki keşiş, yeryüzünde saçmalıklara büyük ihtiyaç var. Dünya saçmalıklar üzerine kurulmuş, belki onlar olmasa hiçbir şey olmazdı. Ben bunu bilirim.
— Bildiğin ne?
İvan, sayıklar gibi devam etti:
— Hiçbir şey anlamıyorum, anlamak da istemiyorum. Olaylarda kalmak istiyorum. Anlamamaya karar vereli çok oluyor. Anlamak istersen olaydan sıyrılman gerekir, oysa ben sadece olayda kalmak istiyorum.
Alyoşa, içten kopan bir acıyla,
— Beni neden yokluyorsun, söylesene artık! dedi.
— Söyleyeceğim, elbette söyleyeceğim. Sözü oraya getiriyorum zaten. Benim için değerlisin, kaçırmak istemem seni, Zosima’ya bırakmam.
İvan, bir an sustu, yüzü birdenbire mahzunlaştı.
— Beni dinle, daha açık olmak için yalnız çocukları örnek aldım… Yerin kabuktan göbeğe emdiği öbür insan gözyaşlarından söz etmiyorum, konumu bile bile daralttım. Bir tahtakurusundan başka şey değilim, aczimi açığa vuruyor, her şeyin neden böyle olduğunu zerre kadar anlamadığımı olduğu gibi söylüyorum. Demek ki, suçlu olan insanların kendileri; onlara cennet verildiği halde, özgürlük istemişler, mutsuz olacaklarını bildikleri halde gökten ateş çalmışlar. Benim zavallı, ölümlü, Euklitos kafamla bildiğim sadece şunlardır: dünyada ıstırap var, suçlular yok; her şey bir zincirin halkası halinde, tam bir basitlik ve sadelikle geçip gidiyor ve sonunda dengeye varıyor. Ama bu sadece Euklitos çerçevesinde hezeyandır, bunu biliyorum, bunun üzerine hayatımı kuramam ben! Suçlular bulunmamış, her şey düz, basit bir zincirlemeden ibaret olmuş, benim de bunlardan haberim varmış da ne olmuş! Ben, eden bulur karşılığı peşindeyim, bulamazsam kendimi yok etmem lazım. Hem bu karşılık ileride, sonsuzlukta değil, hemen burada, yeryüzünde olmalı; bunu gözlerimle görmeliyim. İmanım vardı, görmek de isterim; o ana kadar ölürsem diriltsinler beni, çünkü her şey bensiz olursa acınırım doğrusu. Hayatta işlediğim suçların, çektiğim acıların gelecekte, bilmem kim için ebedi ahenk hazırlığına gübrelik ettiğini görmek istemem, çektiklerim bunun uğruna değildi. Geyiğin aslanla yan yana yattığını, öldürülen bir adamın dirilip katiliyle kucaklaştığını gözlerimle görmek isterim. Başkaları dünyada olanların nedenini öğrenirken bulunmak isterim. Yeryüzündeki dinlerin temeli bu isteğe dayanıyor; benim de yeteri kadar imanım var. Ama arada çocuk meselesi var, çocukları ne yapacağız? Bu meseleyi çözemiyorum. Yüzüncü defadır tekrarlıyorum: elimde konu pek çok, ama ben yalnız çocukları ele aldım. Dinleyin: ölümsüz ahengi sağlamak için acı çekmemiz gerekiyor, kabul. Ama çocukların ne ilgisi var bununla, lütfen söyler misiniz bunu bana? Onların hayatta acı tatmak, ıstırap çekmek pahasına ahenk satın almalarına ne gerek var? Neden onlar da malzemeye girip, kim bilir kimin uğruna yarınki ahengin zeminini gübreliyorlar? İnsanlar arasındaki günah ve ceza konularındaki dayanışmayı anlıyorum, ama çocuklara uygulanamaz bu. Yok, eğer babalarının günahlarında bunların da payı varsa, bu, dünyamızın dışında bir gerçek olur, bu kadarını aklıma sığdıramam. Belki şakacının biri, çocukların nasıl olsa büyüyünce günah işleyeceğini söyler; ama anlattığım yavru büyümeye vakit bulamadan, daha sekiz yaşında köpeklere yem oldu. Yo Alyoşa, söylediklerim Tanrıya küfür değil! Yeryüzü ve göklerin bütün seslerinin bir övgü korosu halinde birleşerek yaşayanlar ve yaşamış olanların hep bir ağızdan, “Haklısın Ulu Tanrı; artık açıldı yolların bize!” diye haykırmalarının evreni nasıl yerinden oynatacağını düşünebiliyorum. O zaman bir anne, evladını köpeklere parçalatan canavarı bağışlarsa, üçü birlikte duygulu gözyaşlarıyla, “Haklısın Ulu Tanrı!” derse şüphesiz her şey aydınlanır, her şey anlaşılır artık. Ama takıldığım nokta bu işte, ben bunu kabul edemiyorum. Henüz vakit varken gerçekten o güne kadar sağ kalır ya da bunu görmek için dirilirsem, evladına kıyan canavarı bağrına basan anayı görünce ben de, “Haklısın Ulu Tanrı!” diyebilirim, ama bunu söylemek istemiyorum. Geç olmadan kendimi çekmek, şu üstün ahenkten tamamen vazgeçmek niyetindeyim. O iğrenç yerde öcü alınmamış gözyaşları döküp göğsünü yumruklayarak, “Tanrıcığı”na yalvaran yavrunun tek gözyaşına değmez bu üstün ahenk! Değmez, çünkü çocuğun gözyaşlarının hesabı sorulmadan kalıyor. Karşılık olmalı, yoksa kutsal ahengin anlamını kavramak mümkün değil. Ama neyle ödenebilir bunlar? Var mı böyle bir şey? Bir öç mü sadece? Öcü ne yapayım ben, canavarlar cehenneme gidecekmiş; cehennem, yaptıkları kötülüğü, mahvettikleri hayatı geri getirebilir mi? Sonra, cehennemle kutsal uyum nasıl bağdaşabiliyor: kimsenin ıstırap duymasını istediğim yok artık, büyük af için bağrımı açmaya hazırım. Çocukların ıstırabı gerçeğin satın alınması için ödenene katıldıysa, bu gerçeğin böyle bir pahaya değmediğini şimdiden söylerim. Ayrıca, bir ananın oğlunu köpeklere parçalatan zalimle kucaklaşmasını istemem ben. Onu bağışlamaya hakkı yoktur! İsterse, kendi hesabına bağışlar, canavara çektirdiği sonsuz analık acılarını bağışlar; ama işkence içinde ölen evladının ıstırabını bağışlamaya hakkı yoktur, çocuk kendisi bağışlasa bile!.. Bağışlamaya hakkı olmadığına göre, nerede bu kutsal uyum, sorarım sana? Dünyada bağışlayabilecek, bağışlama hakkına sahip tek bir insan var mı? Yo, istemem ben ölümsüz uyumu, insanları sevdiğim için istemem. Haksız da olsam, öcü alınmamış acılarımla, giderilmemiş hiddetimle kalmaya değişmem bunu. Zaten uyuma pek yüksek bir değer biçildi, bu giriş kesemize göre değil… Bu yüzden ben bileti hemen geri veriyorum. Namuslu bir adamsam bunu bir an önce yapmam gerekir. Ben de yapıyorum işte. Tanrıyı reddetmiyorum Alyoşa, sadece giriş biletini üstün saygılarımla geri veriyorum.
Alyoşa, yere bakarak, yavaşça,
— İsyan seninki… dedi.
— İsyan mı? Bunu senden duymak istemezdim. İsyan ederek yaşanır mı, oysa ben yaşamak istiyorum. Açık söyle bana, karşılık istiyorum; diyelim ki sen, sonunda bütün insanları mutlu edecek, onları barış ve huzura kavuşturacak bir keder yapısının inşaatını üzerine almışsın. Ancak temeli atarken bir kurbana ihtiyacın olacak: o küçük göğsünü yumruklayan yavruya (çocuğa) kıymak gerekiyor; öcü alınamayacak gözyaşlarını temele akıtarak bu binanın mimarı olmaya razı olur muydun, yalansız söyle!
Alyoşa, yavaşça,
— Hayır, razı olmazdım, dedi.
— Yapıyı kendileri için hazırladığın insanların da mutluluklarını küçük kurbanın haksızca dökülen kanı pahasına kabul edip temelli mutlu kalabileceklerini düşünebilir misin?
— Hayır.
Alyoşa’nın bakışı birden alevlendi:
— Ağabey, dedi. Demin, dünyada bağışlamak hakkına sahip kimse var mı? demiştin. Evet, böyle biri var. O her şeyi, herkesi ve her şey için bağışlayabilir, çünkü kendisi de hepimiz ve her şeyimiz için temiz kanını döktü. O’nu unuttun, oysa sözünü ettiği yapının temel taşı O’dur. “Haklısın Ulu Tanrı! Artık açıldı yolların bize!” sözleri O’na söylenecektir.
— “Biricik günahsız” ve döktüğü kan, değil mi? Yo, unutmadım O’nu… Tam tersine, bu kadar zaman sözünü etmeden durabilmene şaştım. Çünkü genel olarak tartışmalarda sizinkiler hep O’nu öne sürer. Söyleyeceğime gülmeyeceksin, Alyoşa: bir yıl kadar oluyor, bir mensur şiir hazırladım ben. On dakika kadar kaybedecek zamanın varsa söyleyeyim sana…
— Bir şiir yazdın demek?
İvan güldü:
— Yo, yazmadım; ömrümde şiir yazmış değilim, bu mensur şiiri kafamda tasarladım ve unutmadım. İçimden geliverdi. Sen, ilk okuyucum, daha doğrusu dinleyicim olacaksın.
Gülümsedi.
— Öyle ya, bir dinleyici de olsa, yazar ne diye kaybetsin onu… Dinlemek ister misin?
— Seni can kulağıyla dinliyorum.
— Şiirimin adı “Büyük Engizisyoncu”, saçma bir şey, ama gene de dinlemeni isterim.
Fyodor Dostoyevski
Karamazov Kardeşler
“İNSAN ZAYIF VE ADİ BİR VARLIKTIR!..” BÜYÜK ENGİZİSYONCU – DOSTOYEVSKİ