Aslında dünyayı kökünden sarsacak, gerçek mucize o gün, o üç kandırıcı sorunun sorulduğu gün olmuştu: mucize, bu soruların ortaya atılmasındaydı! Sadece bir deneme, bir varsayım olarak korkunç Ruhun sorduğu üç sorunun Kitabımızda tamamen silindiğini, bunları yeniden Kitaplara yazdırmak için tekrar çalışmak, hazırlıklar yapmak gerektiğini düşünelim ki, bu iş için dünyanın en akıllı, olgun insanlarıyla devlet ve kilise büyükleri, bilginler, filozoflar, şairler birleşmiştir. Onlara verilen mesele de şu: Düşünüp üç soru bulun. Ama öyle sorular ki üç kelimeyle, üç cümleyle dünyanın ve insanların bütün geleceği deyimlenebilsin. Yeryüzünde zekâ, akıl diye bildiğimiz ne varsa birleşerek kudretli Ruhun Sana çölde sorduğu üç soruya güç ve derinlik bakımından benzer bir şey sorabileceklerini düşünebilir misin?
Yalnız bu soruların ortaya atılmasındaki mucize karşısında geçici değil, ölümsüz, mutlak bir zekâ bulunduğunu gösteriyor, insanlık bir bütün halinde derlenerek bütün geleceği topu topu üç soruya sığdırılıyor. Bu sorular insan yaratılışının çözümlenmemiş ve tarihleşmiş çelişmelerinin üç şeklidir. Daha önce bunu anlamak mümkün değildi, geleceğimiz karanlıktı; ama şimdi, üzerinden on beş yüzyıl geçince görüyoruz ki bu üç soruda her şey o kadar önceden kararlaştırılmış, söylenmiş ve yerine gelmiş ki buna ne bir şey katılabilir, ne de eksiltilebilir. Kimin haklı olduğuna karar yermek Sana düşer: Sen mi, Sana sorular soran mı?..
Birinci soruyu hatırla. Tam değilse bile, anlamı aşağı yukarı şöyleydi. ‘İnsanlar âlemine gitmek istiyorsun ve eli boş gidiyorsun. Onlar basitlikleri ve doğuştan gelme savruklukları yüzünden bunu kavrayamayacak, hatta korkacaklar verdiğin sözden… Çünkü insanoğlunun, insan toplumunun ezelden beri, özgürlükten çok yadırgadığı şey olmamıştır!
Şu çıplak, kızgın çöl taşlarını görüyor musun? Onları ekmek yap, insanlar minnetle, uysal bir sürü halinde hem peşinden koşacak, hem nimetlerini geri alırsın diye korkudan titriyeceklerdir.’ Ama Sen insanları özgürlükten yoksun etmek istemedin, bu teklifi geri çevirdin; ekmek pahasına satın alınan itaatin değersiz olduğunu düşündün. ‘Yalnız ekmekle yaşanmaz’ diye karşılık verdin. Ama bir gün Toprak Ruhu, ölümlü dünyanın, yeryüzünün ekmeği sebebiyle Senin üstüne yürüyecek, dövüşüp Seni yenecektir. İnsanlar da, ‘Bu hayvanın benzeri yok, bize gökten, ateş indirdi!’ diye bağırıp onun peşinden koşacaklar; biliyor musun bunu?
Yüzyıllar geçecek, insanlar akıl ve bilim ağzıyla suçu ve tabii günahı da bir yana koyarak ayakta kalanın yalnız açlık olduğunu haykıracaklar; bunu da biliyor musun? Sana karşı isyan bayrağı çekip tapınağını yıkanlar o bayrağa, ‘Karınlarımızı doyur, sonra bizden erdem iste!’ diye yazacaklar. Tapınağının yerini yeni bir yapı, korkunç yeni bir Babil Kulesi alacak. Hoş o da öteki gibi yarıda kalacak, ama yeni kulenin yapılmasına meydan vermemek Senin elindeydi hiç değilse insanlığı bin yıl uğraşıp didindikten sonra insanları bin yıllık ıstıraptan kurtarabilirdin. Çünkü kuleyle bin yıl uğraşıp didindikten sonra insanlar nasıl olsa bize gelecekler. Bizi gene yeraltı mağaralarımızda bulacaklar (çünkü tekrar tekrar baskı ve eziyet göreceğiz). Bizi bulunca, “Doyurun bizi,” diye yalvaracaklar. “Bize gökten ateş indirmeyi vaat edenler sözlerini tutmadılar.” O zaman kulenin yapısını biz tamamlayacağız. Çünkü ancak onları doyuran yapacak bunu. Bu işi biz, hem Senin adını yalandan kullanarak yapacağız. Biz olmasak bunlar kendilerini asla, asla doyuramazlar! İnsanlar özgür kaldıkça dünyanın bütün bilgileri ekmek sağlamaz onlara. Sonunda özgürlüğü ayaklarımızın dibine sererek, “Köleliğe razıyız, tek doyurun bizi!” diyecekler, özgürlükle doyasıya dünya nimetinin bir arada olamayacağını anlayacaklar ve bunu aralarında paylaşmaya asla yanaşmayacaklar.
Ondan başka ahlaksız, değersiz, isyancı oldukları için asla özgür olamayacaklarına kanaat getirecekler. Sen onlara gökteki nimeti vaat etmişsin, ama tekrar söylüyorum, zayıf, içi daima bozuk, ezelden soyluluktan yoksun insanoğulları gökteki nimetleri yeryüzündekine üstün tutar mı hiç? Binlerce, on binlerce kişi göğün ekmeği uğruna Senin ardından gitse bile, ölümlü dünyanın nimetlerinden geçemeyen milyonlarca, milyonlarca insan ne olacak? Yoksa Sence, ancak büyük, güçlü olan on binlerin değeri var da, denizde kum misali çok aciz, ama gene de Seni sevenleri, ötekilere malzeme olarak mı bırakırsın? Yo, biz zayıf ve acizlerin değerini biliriz! Kusurlu, isyancıdırlar, ama sonunda onlar da yola gelir. Bize hayran olacaklar, başlarına geçip onları ürküten özgürlükten kurtarmaya razı olduğumuz için bize Tanrı gözüyle bakacaklardır; özgür kalmaktan bu derece korkar bunlar!
Biz de Senin sözünle, Senin adına hüküm sürdüğümüzü söyleyeceğiz. Yani tekrar aldatacağız onları, çünkü Seni bir daha yanımıza yaklaştırmayacağız. Yalan söylemek zorunda olduğumuz için ıstırap duyacağız. İşte Sana çölde sorulan birinci sorunun anlamı ve her şeye üstün tuttuğun özgürlük uğruna çiğnediğin şey buydu. Oysa bu soruda dünyanın en büyük sırrı gizliydi. Yeryüzü nimetlerini kabul etmekle gerek tek tek, gerekse toplu olarak bütün insanların ezeli bir derdini halletmiş olurdun.
Başı boş kaldıkça hemen tapınacağı bir Tanrı bulmak insanoğlunun en büyük kaygısıdır. Ama önünde dize gelecekleri tanrının değerinin su katılmadık cinsten olmasını da yüzde yüz isterler, tanrının büyüklüğünü herkes kabul etmiş olmalı… Çünkü bu zavallı yaratıkların tasası yalnız senin benim için tapınacağımız bir varlık bulmak değil, herkesin ve ille hep birlikte, imanla baş tacı edecekleri birini bulmaktır. İşte bu ortaklaşa tapınma ihtiyacı hem tek tek, hem toplu olarak bütün insanların ta ilk yüzyıllardan beri başlıca ıstırap konusu olmuştur. Toplu tapınma yüzünden birbirlerinin kanına girerlerdi. Kendilerine birtakım tanrılar icat ederler, birbirlerine, ‘Tanrılarınızdan vazgeçin, bizimkileri kabul edin; yoksa sizi de, Tanrılarınızı da yok ederiz!’ diye haber salarlardı. Bu kıyamete kadar böylece sürüp gidecektir.
Dünyadaki tanrıları tüketince, bu sefer de putlara tapınmaya başlayacaklardır. İnsan doğasının bu temel sırrını biliyordun, bilmemen mümkün değildi, ama insanların Sana kayıtsız şartsız tapınmasını sağlayacak biricik gerçeği bu dünyanın nimetlerini temsil eden bayrağı, göklerin ekmeği uğruna reddettin. Daha sonra yaptıkların da caba… Bunlar da hep özgürlük uğrunaydı.
Dedim ya sana, zavallı bir yaratık olan insanoğlunun baş derdi, kendilerine doğuştan bağışlanan özgürlükten sıyrılıp bunu bir an önce başkalarına devredebilmektir.
Özgürlüklerini, vicdanlarını huzura kavuşturana pekâlâ teslim edebilirler. Ekmek Senin elinde emin bir zafer bayrağı olurdu, vereceğin ekmek uğruna insanlar önünde eğilirdi. Gerçekten, ekmek kaygısından daha önemli bir dava düşünülemez. Yalnız bir başkası ekmek verdiğin kişinin vicdanını çelerse, o zaman bu kimse uzattığın ekmeğe sırt çevirip vicdanını çelenin peşinden gidecektir; bunda Sen haklıydın. Zira, insanların var olmasının sırrı yalnız yaşamakta değil, yaşamalarının nedenindendir. Ne için yaşadığını kesin olarak bilmeden insan yaşamayı kabul etmez, hatta dünya nimetlerine boğulsa bile kendini yok etme yoluna gider. Bu böyleyken ne oldu: Sen insanların özgürlüklerini ellerinden alacak yerde bunu daha da artırdın. İnsanların iyiyle kötüyü diledikleri gibi seçme hakkına pek değer vermediklerini; rahatı, hatta ölümü yeğlediklerini unuttun mu?
İnsan için vicdan özgürlüğü kadar çekici, ama o kadar da azap verici şey yoktur. Oysa Sen vicdan huzuruna güvenilir bir temel sağlayacak yerde, en olmayacak, kararsız, karanlık, insan gücünün üstünde birtakım şeyler peşine düştün. Bununla insanları sevmezmiş gibi hareket ettin. Hem de kim yaptı bunu; hayatını onların yoluna vermek için dünyaya gelen Sen! İnsan özgürlüğünü ele geçirecek yerde artırdın, insanların iç âlemine sonsuzluğa kadar sürecek çeşitli acılar kattın.
Hiçbir baskının etkisinde kalmamış insan sevgisini arzuluyordun. Seni içten severek çekici gücüne bağlanarak, kendiliklerinden, peşinden gelmelerini istedin. Eski, sert yasalardan insan artık özgürlükle, gözlerinde yalnız Senin hayalinle kendi başına karar verecekti. Fakat seçme özgürlüğü gibi ağır bir yük altında ezilenlerin, Senin hayalini de, verdiğin gerçeği de iteleyip, hatta Seni bile inkâra varacaklarını düşünmedin mi hiç?
Sonunda gerçeğin Sende olmadığını söyleyeceklerdir; böyle olmasa çeşitli kaygılar ve çözümsüz sorunlar bırakarak onların endişelenip üzülmelerine sebep olmazdın. Böylece Sen kendin krallığının temelini sarstın, bunda hiç kimseye suç bulma. Oysa Sana teklif edilen bu muydu?
Sana başkaldıran güçsüz isyancıların vicdanlarını, hem de kendi mutlulukları için ebediyen bağlayan, etki altında tutan üç güç var: mucize, sır ve otorite.
Sen üçünü de teptin. Korkunç muzır akıl Ruhu Seni tapınağın kulesine çıkarıp, gerçek Tanrı Oğlu olup olmadığını öğrenmek isterken, ‘Kendini aşağı at,’ diyordu. ‘Zira, Kitaplarda, meleklerin O’nun yere düşmesine vakit bırakmadan kollarına alarak göğe çıkaracakları yazılıdır. Böylece Tanrı Oğlu olup olmadığını öğrenir ve Tanrı Babana olan inancını ispat edersin.’ Ama Sen bu teklifi kabul etmedin, kanmadın, kendini aşağı atmadın. Şüphesiz, bu, bir Tanrıya yakışır, gururlu, görkemli bir hareketti. Ama insanlar, bu zayıf ruhlu, kendi arasında kaynaşıp duran sürü Tanrı değildir ki! Kendini aşağı atmak için bir adım atar gibi yapsaydın, kıpırdansaydın azıcık, Tanrıya karşı gelmiş olurdun. O’na olan imanını kaybederdin, sonunda, kurtarmaya geldiğin toprağa düşerek ölürdün. Seni iğfal etmeye uğraşan muzır akıllı Ruhun da istediği olurdu. Ama tekrar söylüyorum: Sana benzeyen kaç kişi çıkar? İnsanların böyle bir kötü çağrıya karşı koyabilecek güçte olduğuna bir an olsun inanabildin mi?
İnsan doğası mucizeyi reddedebilir mi? Hayatın korkunç anlarında, iç âlemin en önemli, acı sorunları karşısında sadece sorunları karşısında sadece yürekten gelen kararlarla yetinilir mi?
Evet, Sen, kahramanlığının Kitaplarda kalacağını, zamanın ve yeryüzünün en uzak sınırlarına yayılacağını biliyordun. Senin peşinden giden insanların Tanrıya bağlı oldukları için mucizeye ihtiyaçları kalmayacağını umdun. Ama insanın mucizeyi inkâr eder etmez peşinden Tanrıyı da inkâr etmeye kalkacağını bilemedin; oysa bu böyledir, çünkü insan Tanrıdan çok mucize arar.
Üstelik mucizesiz duramayacağı için bu sefer kendisi birtakım yeni mucizeler yaratmaya kalkar. Üfürükçüler, büyücüler, kocakarılar önünde dize gelir. Yüz kere asi, dinsiz ya da din sapığı olsa da yapar bunu. Halk, ‘Çarmıhtan inersen Sen olduğuna iman getiririz!’ diye haykırışıp Seni alaya alırken çarmıhtan inmedin. İnsanların imanını mucizeye bağlamak istemedin; özgür, açık bir inanç peşindeydin. Kuvvet korkusundan ezilmiş kölelerin yaltaklanıcı hayranlığını değil, özgür, içten gelme sevgiyi bekliyordun Sen. Ama bunda bile insanlara hak ettiklerinden daha büyük değer vermiştin; yaratılıştan isyancı oldukları halde sadece köledir onlar. Bak ve hükmünü ver. On beş yüzyıl geçti; git, gör onları. Şu kendine kadar yücelttiklerinin halini gör!
Yemin ederim, insan, onu bildiğinden çok daha zayıf, basit bir yaratıktır.
Senin yaptığını yapabilir mi, elinden gelir mi? Ona bu kadar değer vermekle, hiç acımazmış gibi gücünün üstünde çaba istedin ondan. Bunu Sen, insanları canından fazla seven Sen yaptın! Daha az değer verseydin, onlardan isteklerin de daha az olurdu, görev yükünü hafifletmekle sevgin onlara daha yakınlaşırdı. İnsanoğlu zayıf ve alçaktır. Varsın her yerde bize karşı başkaldırıp isyanlarıyla övünsün. Çocukçadır, okul çocuklarının böbürlenmesine benzer bu… Çıngar çıkarıp öğretmenlerini sınıftan atan çocuklara benzerler: taşkınlığın sonunda nasıl olsa hesap vereceklerdir. Bunlar da tapınakları yıkarak dünyayı kana boğacaklar, sonunda, akılsız çocuklar ne derece yetersiz birer isyancı olduklarını, hiçbir sonuç elde edemeyeceklerini anlayacaklardır. Ahmakça gözyaşları dökerek, halk edenin onları asi olarak alay için yaptığını da kabul edecekler. Bunu acı bir umutsuzlukla söyleyecekler; sözleri Tanrıya küfür olduğu için bahtsızlıkları bir kat daha artacak. Gerçekten, insan doğasının kutsallığa küfre hiç tahammülü yoktur, er geç kendi kendini bu yüzden cezalandırır.
Görüyorsun ya, insanların bugünkü kaderi sadece huzursuzluk, kaygı ve mutsuzluktan örülmüş.
Hem de bunlar, özgürlükleri uğruna Senin çektiklerinden sonra oluyor! Büyük Peygamberin hayalleri rumuzlu tasvirleri arasında ölümden sonra ilk dirilmeyi gören tanıkların sözü ediliyor; her kabileden on ikişer bin kişiymiş. Bu kadar çok olduklarına göre, onlar da insanüstü, tanrılar gibi yaratıklar olsalar gerek. Mademki onlar da Senin çektiğini çektiler, yıllarca kupkuru çölde, çekirgeyle, bitki kökleriyle beslenerek yaşadılar, Sen de bu özgürlükle, bağımsız sevgi çocuklarıyla, Senin adına yaptıkları olağanüstü fedakârlıklarıyla şüphesiz övünebilirsin. Ama şunu unutma ki, onlar topu topu birkaç bin kişi ve adeta tanrısal insanlardı. Ya geri kalanlar?..
Ayrıca öteki, zayıf insanlar güçlü olanların çektiklerini çekmedilerse suçlu mu sayılacaklar? Zayıf bir ruh, doğanın olanak verdiğinden daha ağır bir yükü kaldıramıyorsa ne yapsın? Senin yalnız seçme kimseler, sadece onlar için geldiğin doğru muydu? Doğruysa bu, bizim anlayamadığımız bir sırrı kabul etmek gerekiyordu. Sırrı kabul edince de insanlara haklı olarak bu yolda söz ettik: ne kalbin serbestçe kararının, ne de sevginin önemi olmadığını, gerekirse vicdanın sesini körleterek itaat edecekleri sırrın ne olduğunu öğrettik onlara. Böyle yaptık işte. Senin eserine başka şekil vererek temelini mucize, sır ve otoriteye dayandırdık. İnsanlar bir sürü örnekte görüldüğüne göre, onlara azap vermekten başka işe yaramayan yükün yüreklerinden kalkmasına sevindiler, rahat nefes alabildiler. Böyle yapmakta, bunları öğretmekte haklı değil miydik. Söyle, insanların aczini kabul ederek, yaratılış zaaflarını, hatta günahlarını hoşgörürlükle karşılayarak yüklerini hafifletmekle onlara sevgimizi göstermedik mi? Şimdi buraya gelip bize ne diye engel olmak istiyorsun? Derin, içli bakışını üzerime dikmiş neden yanık yanık seyrediyorsun beni? Hadi darıl bana.
Senin sevgini istemiyorum, çünkü ben de sevmiyorum Seni. Bunu ne diye saklayayım? Kiminle konuştuğumu bilmiyor muyum sanki?.. Sen de Sana söyleyeceklerimi biliyorsun, bunu gözlerinden okuyorum. Sırrımızı nasıl saklarım Senden? Ama bunu ille ağzımdan duymak istiyorsan, hay hay, dinle: Biz Seninle değil o’nunlayız, sırrımız bu işte! Hem çoktandır, sekiz yüzyıldır Seni bırakıp o’ndan yana olduk. Tam sekiz yüzyıl önce Sana dünyanın bütün krallıklarını göstermiş, bağışlamak istemişti; bu nimetleri nefretle teptin. Biz aldık onları. Roma ile Sezar kılıcını o’nun elinden kabul edince kendimizi yeryüzünün tek hakanı ilan ettik. Gerçi eserimizi henüz tamamlayamadık, ama suç kimde? Evet, eserimizin başlangıcındayız, ama başladık ya!.. Tamamlanmasına daha çok var, toprak ana çok çekecek daha, gene de biz amacımıza ulaşacağız; dünyanın hâkimi olacak, sonra da bütün insanların mutluluğunu düşüneceğiz. Oysa Sen Sezar kılıcını daha o zaman alabilirdin. Niçin teptin o son bağışı?..
Kudretli Ruhun sonuncu öğüdünü kabul etseydin, insanları yeryüzünde bütün aradıklarına kavuştururdun. Onlara tapınacak, vicdanlarına bekçilik edecek, hepsini uyumlu, barışsever karıncalar gibi birbirine bağlı bir kütle haline getirecek bir varlık sağlamış olacaktın.
İnsanların üçüncü ve son derdi, evrensel birleşme ihtiyacıdır.
Öteden beri yeryüzünde toplu olarak yaşama çabası içindeydiler. Tarihleri büyük olan birçok ulus gelip geçti. Ama hepsi büyüklükleri ölçüsünde bahtsız oldular. Çünkü insanların evrensel birleşme ihtiyacını diğer uluslar arasında en çok onlar duydular. Bütün dünyayı elde etmek isteğiyle yeryüzünden kasırga gibi gelip geçen Timur, Cengiz Han gibi büyük fatihler belki de bilmeden hep insanların o yenilmez evrensel birleşme ihtiyacını karşılamışlardı. Sen de Sezar hükümranlığını eline alarak evrensel bir krallık kurar, dünyayı huzura kavuştururdun, çünkü insanlara vicdanlarını ve ekmeklerini elinde tutanlardan başka kim hükmedebilir?
Böylece Sezar kılıcı bizim elimize geçti; sonra da Seni reddederek ötekinin peşinden gittik. Ama akıl serbestliği, bilim ve yamyamlık hengâmesinin ardının alınmasına daha yüzyıllar var… Çünkü bizi hesaba katmadan Babil Kulesi’ni yükseltmeye başlayan insanın son yapacağı yamyamlıktır. O zaman karşımızda yerlerde sürünerek ayaklarımızı yalayan, kanlı gözyaşları döken bir hayvan göreceğiz. Hayvanın sırtına binerek, üzerinde ‘Sır’ yazılı kupayı kaldıracağız, işte insanlar ancak o zaman huzura, mutluluğa kavuşacaklar. Sen seçtiklerinle övünebilirsin ama topu topu bir tek sınıfa sahip olduğunu unutma! Oysa biz herkesin derdine deva bulacağız. Öte yandan seçtiğin, seçilmeye layık, güçlü kimselerden çoğu beklemekten yoruldu; ruhlarının, kalplerinin bütün güç ve ateşini başka alanlara verdiler. Sonunda Sana isyan bayrağı açacakları yüzde yüz… Bu bayrağı onlara Sen kendi elinle verdin. Oysa bizde herkes mutlu olacak, bağışladığın özgürlük havasında her yerde yaptıkları gibi ne isyan edecek, ne birbirlerine kıyacaklar.
Evet, ancak özgürlüklerini ellerimize teslim ederek gösterdiğimiz yoldan gidince tam anlamıyla özgür olacaklarına inandıracağız onları. Peki, haklı mıyız yoksa yalan mı söylüyoruz?
Verdiğin özgürlüğün onları nasıl bir köleliğe, şaşkınlığa götürdüğünü hatırlayınca haklı olduğumuza inanacaklar, özgürlük, fikir serbestliği ve bilim onları öyle içinden çıkılmaz bir hale sokacak, öyle akıl ermez sırlarla karşı karşıya kalacaklardı ki, isyancı ve haşin olanlar kendi kendilerini yok edecek; gene asi, ama güçsüz olan başkaları birbirlerine kıyacaklardı. Sağ kalan üçüncüler, aciz ve bahtsızlar, ayağımıza gelip, ‘Evet, haklısınız,’ diyecekler. ‘O’nun sırrı yalnız sizin elinizde; size döndük, bizi kendimizden koruyun!’ Ekmeği elimizden alırken, şüphesiz, bunun kendi el emekleri olduğunu, bizim mucize falan yaratmadan, taşları ekmek yapmadan, sadece onlardan aldığımızı gene onlara dağıttığımızı görecekler. Ama sevinçleri mutlaka ekmeğe kavuşmalarından çok, bunu elimizden almalarından doğacak. Çünkü bundan önce ellerindeki ekmek taş haline gelirken, bize sığındıktan sonra taşların ekmek olduğunu hatırlarında tutacaklar. Kayıtsız şartsız itaat etmenin gerçek değerini çok, çok iyi anlayacaklar! Ama bunu anlayana kadar insanlar mutsuzluktan kurtulamayacaklar. Bunun da en büyük nedeni kim, söylesene! Sürüyü kim parçalayıp bilinmez yollara sürdü? Ama sürü gene toparlanıp uslanacak, hem de son olarak artık. O zaman biz onlara, yaratılışlarına göre, yani zayıf yaratıkların kaldırılabileceği sakin, kendi halinde bir mutluluk bağışlayacağız. Gururdan vazgeçireceğiz onları.
Sen, paye vermekle gururu öğrettin onlara. Aciz, güçsüz çocuklar olduklarını, ama en tatlı mutluluğun da çocuk mutluluğu olduğunu ispat edeceğiz. O zaman pısırıklaşıp tıpkı korku içinde ana tavuğun kanatları altına üşüşen civcivler gibi bize sokulacaklar. Milyarlık bir sürüyle baş edebildiğimiz için kudretimize, zekâmıza hayranlık duyarak bizimle övünecekler. Akıllarını yitirecek derecede hiddetimizden korkarak çocuklar ya da kadınlar gibi sulugöz olacaklar; ama bir işaretimizle gözyaşlarından neşeye, gülmeye, temiz bir sevince ve mutluluk dolu çocuk şarkılarına geçecekler. Tabii çalıştıracağız onları, ama işten artakalan zamanlarını çocuk oyunlarına benzeyen şarkılar, korolar ve masum rakslarla dolduracağız.
Hatta günah işlemelerine de izin vereceğiz; zayıf ve acizdirler, günah işlemelerine izin vereceğimiz için çocukça sevecekler bizi. İznimizle işlenen bütün günahların bağışlanacağını; onları sevdiğimiz için buna göz yumarak günahlarının cezasını üzerimize aldığımızı söyleyeceğiz. Alacağız da; onlar da Tanrıya karşı günahlarının sorumluluğunu yüklendiğimiz için velinimetleri gözüyle bakacak, tapacaklar bize…
Bizden gizli hiçbir şeyleri olmayacak; karılarıyla, metresleriyle yaşamaya, çocuk yapıp yapmamalarına hep bize gösterdikleri itaate göre ya izin verecek ya da yasak edeceğiz. Sözümüze seve seve, candan gönülden uyacaklardır. En koyu vicdan sırlarını, her şeyi, her şeyi bize taşıyacaklar, biz de hepsine yol göstereceğiz. Kararlarımızı sevinçle kabul edecekler, çünkü bu şekil onları bugünkü kendi başına özgürce karar verme azabından kurtaracak. Böylece başlarında onları yöneten birkaç yüz bin kişinin dışında kalan milyonlarca insan mutlu olacak. Yalnız sırların koruyucusu bizler mutsuz olacağız. Yeni doğmuş milyarlık mutlu bir kuşağın yanında iyilikle kötülüğü bilmek uğursuzluğuna uğramış yüz bin bahtsız bulunacak. Bu yüz bin Senin uğruna sessizce, belirsizce sönüp gidecek, üstelik öbür dünyada da kaderleri sadece ölüm olacak. Biz, iyiliklerini düşünerek sırlarınızı saklamaya devam edeceğiz.
Gökte alacakları ölümsüz ödüllerden söz açarak avutacağız onları. Ama ölümün ötesinde bir şey varsa bile bunun onlar gibiler için olmadığını elbette biliyoruz! Bazı söylenti ve kehanetlere göre, Sen yeryüzüne bir daha gelip zaferler kazanacaksın. Başı dik, gücü yerinde müritlerinle birlikte gelecekmişsin. O zaman, onlar yalnız kendilerini selamete çıkardılar, biz hepsini kurtardık, diyeceğiz. Söylentilere göre, hayvana binmiş, ellerinde sırrı tutan zaniyeyi isyan eden acizler alaşağı edip erguvan örtülerini parçalayacaklar, mekruh gövdesini çıplatacaklarmış… O zaman ben milyarlarca mutlu, günah bilmez kulu göstereceğim Sana. Mutlulukları uğruna günahlarını kabullenen biziz.
Senin karşına çıkarak, ‘Elinden gelirse, cesaretin varsa suçlandır bizi!’ diyeceğiz. Bil ki, Senden korktuğum yok. Bil ki, ben de çölde kaldım, çekirgelerle, bitki kökleriyle beslendim, insanlara bağışladığın özgürlüğü ben de kutsadım, ben de ‘sayı doldurmak için’ güçlü yakınlarının saflarına katılmaya hazırlanıyordum. Ama sonunda ayıldım, deliliğe hizmet etmek istemedim. Döndüm ve Senin eserini düzelten kütleye katıldım. Gururlu olanlardan ayrılarak mutluluklarını sağlamak için alçakgönüllülerin yanlarına döndüm. Sana söylediklerimin hepsi gerçekleşecek ve hükümranlığımız kurulacaktır. Tekrar ediyorum, bu sürünün bize nasıl itaat ettiğini, yarından tezi yok göreceksin. İşlerimizi karıştırmaya geldiğin için yakacağım Seni, onlar da ilk işaretimle ocağı beslemeye koşacaklar. Evet, yakılmayı en çok hak eden biri varsa, o da Sensin. Yarın yakacağız Seni…
Fyodor Dostoyevski
Karamazov Kardeşler