Nuto artık evli ve erişkin bir erkek, kendi işi var, yanında adamlar çalıştırıyor ama evi hâlâ aynı; pencerelerindeki, evin önündeki saksılardan zakkum ve sardunya kokulan yükseliyor güneşte. Klarneti yüklüğün gerisinde asılı duruyor; ayaklar altında, Salto’nun eteklerindeki dere yatağına kova kova döktükleri talaşlar vardır — akasya, ılgın ve mürver ağaçlanyla dolu, yazın hep kuru bir dere yatağıdır burası.
Nuto, bir doğramacı mı olacak yoksa bandoda mı çalacak, buna karar vermek zorunda kaldığım, bu yüzden de on yıllık fiesta günlerinden sonra, babasının ölümü üzerine klarneti bir kenara bıraktığını anlatıyor…
***
Nuto ağzını klarnete sürmek istemiyordu, Ağustos ayındaki Meryem yortusunda bile — bunun sigara içmek gibi bir şey olduğunu söylüyordu: Bıraktım mı tam bırakacaksın. Akşamleyin Albergo dell’Angelo’ya geldi, odamın balkonunda, serinlikte oturduk. Balkon meydana bakıyordu, meydansa mahşer gibiydi, ama biz damların üzerinden, ay ışığında bembeyaz uzanan dağlan seyrediyorduk.
Her şeyden kendine bir sonuç çıkarmak isteyen Nuto, bana bu dünyanın ne biçim bir yer olduğunu anlatıyor ve insanların ne yaptıklarını, neler söylediklerini anlatmamı istiyordu benden, çenesini balkon demirine dayayıp dinleyerek.
‘‘Senin kadar güzel çalabilseydim,” dedim, “Amerika’ ya gitmezdim. O yaşta bunun nasıl bir şey olduğunu bilirsin. Daha yeni yeni başlamışsındır bir kızı görmeye, ya da birisiyle kavga çıkarmaya ya da gecenin geç saatlerinde eve dönmeye. İnsan bir şey yapmak ister, bir yere gitmek ister, kendi kendine karar vermek ister. Daha önceki gibi yaşamaya dayanamaz artık. Boyuna hareket halinde olmak daha kolay gelir. Bir sürü konuşmalar işitir. O yaşta böyle bir köy meydanı tüm dünyaymış gibi gelir ona. Dünyanın da böyle olacağını sanır.”
Nuto sessiz sessiz evlerin çatılarını seyrediyordu. “Kim bilir aşağıda ne kadar çocuk vardır” dedim “Canelli’ye giden yolu tutmak isteyen…”
“Ama tutmuyorlar” dedi Nuto, “Sen tuttun. Niçin?”
İnsanın bilebileceği bir şey midir bu? Bana Anguilla —yılan balığı— adım taktıkları için mi ayrıldım buradan? Yoksa bir sabah Canelli’de köprü üzerinde bir otomobilin bir öküze çarptığım gördüğüm için mi? Ya da gitar çalmayı bile bilmediğim için mi?
“La Mora’da” dedim, “çok rahattım. Bütün dünyanın La Mora gibi olduğunu sanıyordum.1’
“Hayır” dedi Nuto, “hepsinin durumu kötü burada, ama hiçbiri çekip gitmiyor. Çünkü kaderleri bu onların. Ama sen —Cenova’da, Amerika’da— açıkçası kendi başına bir şey yapmak, kendi kaderini kendin bulmak zorun-daydın.”
“Kendi kaderim mi? Ama o kadar uzağa da gitmek zorunda değildim.”
“Ama belki de şanslısın,” dedi Nuto. “Para yaptın, yapmadın mı? Belki de farkında bile olmadın bunun. Fakat herkesin başına bir şeyler gelir hayatta.”
Konuşurken başım hiç kaldırmıyordu, sesi balkonun demirlerine çarpıp yansıyordu. Dişlerini sürtüyordu demire. Bir oyun oynarmış gibiydi. Birden başım kaldırdı.
“Bir gün buralarda ne olduğunu anlatacağım sana,” dedi. “Hepimizin şansları ayrı ayrı. Bir avuç çocuk olarak, hiçbir özellikleri olmayan, kimselere zararı dokunmayan, ama güzel bir gün, bir bakacaksın…”
Güçlükle konuştuğunu görebiliyordum. Zor yutkunuyordu. Yeniden karşılaştığımızdan beri onu gittiği her yerde insanlara akıl veren, her zaman kendine özgü söyleyecek bir şeyleri olan o şakacı Nuto’dan farklı bir kişi olarak düşünmeye alışamamıştım daha. Hatta değişmiş gibi de görünmüyordu —yalnız biraz daha katı, biraz daha az hayalciydi. O kedi yüzü daha sakin ve daha asıktı. Cesaretini toplamasını ve kafasında ne varsa ondan kurtulmasını bekliyordum. Her zaman anlamışımdır, eğer zaman tanırsanız, insanlar her şeyi anlatır size.
Fakat o gece o şeyi içinden atamadı Nuto. Konuyu değiştirdi ve “Dinle bak nasıl sıçrayıp duruyorlar, küfrediyorlar. Onları buraya getirmek ve Madonna’ya dua ettirmek için papaz islim boşaltmalarına izin vermek zorunda. Ve islim boşaltabilmelerinden önce Madonna’ya bir mum yakmak zorundalar. Kim kimi kandırıyor?”
“Sırasıyla biri diğerini” dedim.
“Hayır, hayır” dedi Nuto, “papaz kazanıyor hep. Kim veriyor parasını ışıkların, fişeklerin, ücretleri kim ödüyor, ya müzik? Ve bayramın ertesi gün hâlâ gidebilen kim? Zavallılar, bir avuç tarlalarını işleyebilmek için canları çıkıyor, sonra da her şeyin ellerinden alınmasına aldırmıyorlar.”
“Ama herkesle iyi geçinmek isteyen aileler ödemiyor mu çoğunu?”
“Peki bu aileler nerden alıyor parayı? Irgatlarını, hizmetçilerini, köylülerini çalıştırıyorlar. Ya toprakları, onları nereden aldılar? Neden bazılarının her şeyi var da bazılarının hiç bir şeyi yok?”
“Nesin sen? Komünist misin?”
Nuto çarpık bir gülümsemeyle baktı ona. Bir an bandonun sesini dinledi, sonra yüzüme hep yakından bakarak mırıldandı. “Bu köyde pek çok şey bilmiyoruz. Senin istediğin komünistler değil, Ghigna dediğimiz bir adam vardı, komünist olduğunu söylerdi, biber satardı meydanda. Sarhoş olur, bütün gece bağırırdı. Böyle insanların yarardan çok zararı olur. Bize gereken, cahil olmayan, komünizm adını kirletmeyen komünistler. Ghigna’ya gelince, çok geçmeden yola getirdiler onu, hiç kimse biberlerini satın almıyordu artık. Bu kış buradan ayrılmak zorunda kaldı.”
Haklı olduğunu söyledim, ama 1945’te demir tavındayken bir şeyler yapmaları gerekirdi. Ghigna’nın bile yardımı olabilirdi o zaman. İtalya’ya geri döndüğümde bir şeylerin yapılmış olduğunu göreceğim sanıyordum. Kamçı elinizdeydi.
“Yalnızca rende ve keski vardı elimde benim” dedi Nuto.
“Her yerde yoksulluk gördüm” dedim, “Sineklerin insanlardan daha iyi yiyip içtiği köyler var. Ama başkaldıracak kadar kötü durumda değiller. İnsanlar ona itilmek ister. O günlerde sen itilmiştin ona ve güç elindeydi. Sen de tepelere çıkmış mıydm?”
Daha önce hiç sormamıştım. Köyde birçok kimse —biz daha yirmimizde değilken dünyaya gelmiş olan delikanlılar— insanların bu yollarda, bu ormanlarda nasıl öldüğünü anlatmıştı bana. Birçok şey biliyordum ve bazı şeyleri ona sormuştum, ama boynuna kırmızı eşarp takıp silah taşıyıp taşımadığım sormamıştım. Bu ormanların yabancılarla, asker kaçaklarıyla, kentten kaçmış hepsi de öfkeli bir sürü adamla dolu olduğunu biliyordum, Nuto ise bunlardan değildi. Fakat Nuto Nuto’dur ve neyin doğru olduğunu benden iyi bilir.
“Hayır” dedi Nuto, “çıkmış olsaydım evimi yakacaklardı.”
Nuto, Salto’daki derede bir oyukta yaralı bir partizanı gizlemiş; geceleri gizlice ona yiyecek taşımıştı. Anası anlatmıştı bunu bana ve şaşırmamıştım. Tam Nuto’nun yapacağı şeydi. Daha dün yolda bir kertenkeleye işkence eden iki oğlan çocuğuna rastlamış ve kertenkeleyi kurtarmıştı onların ellerinden. Hepimiz yirmi yıl daha yaşlıyız.
“Biz dere yatağında dolaşırken Sor Matteo yapsaydı bize bunu” demiştim ona, “ne derdin? Zamanında kaç yuva bozdun sen?”
“Aptallık bunu yapmak” dedi. “İkimiz de hatalıydık. Bırak yaşasın hayvancıklar. Kışın zaten yeteri kadar çekiyorlar.”
“Seninle tartışmıyorum — yerden göğe kadar haklısın.”
“Üstelik böyle başlarsa çocuklar, insanları boğazlar, köyleri yakarlar sonunda.”
Cesare Pavese
Ay ve Şenlik Ateşleri