Buradan ne San Grato’yu, ne de köyü görebilir insan. Fakat Gaminella ve Salto sırtları üzerinde, Canelli’ nin ötesindeki daha uzak tepelerde koyu renkte ağaç, kamış ve fundalık kümeleri vardı —onlar da aynıydı, tıpkı Cavaliere’inki gibi, Çocukken hiç bu kadar yükseklere tırmanmamıştım; delikanlıyken çalışıyordum ve fuarlara ve dansa gitmekten başka şey istemezdim. Şimdi, bir karara varmamış da olsam, boyuna oralarda, o uzun bayırlarda, kamışların ve son dağınık çiftliklerin arkasında bir şeylerin olması gerektiğini düşünüyordum. Ne olabilirdi? O kadar yükseklerde ekilmeyen ve güneşin yakıp kavurduğu topraklar vardı.
“Bu yıl şenlik ateşi yaktınız mı?” diye sordum Cinto’ya. “Biz hep yakardık. St. John Eve’de bütün bayır alev alev yanardı.”
“Küçük ateşler” dedi. “İstasyonda büyük bir tane yakıyorlar ama buradan görülmüyor. Piola bir zamanlar demet demet çalı yaktıklarını söyledi”
Piola onun Nuto’suydu. Uzun boylu ince bir çocuk. Cinto’yu, Belbo boyunca onun ardından topallaya topallaya giderken görmüştüm.
“Kim bilir” dedi, “niçin yakıyorlar bu ateşleri?” Cinto durmuş dinliyordu. “Benim zamanımda” dedim, “yaşlılar ateşin yağmur getirdiğini söylerdi — baban da şenlik ateşi yaktı mı? Bu yüzden yağmur gerekecek size. Her yerde şenlik ateşleri tutuşturuyorlar.”
“Toprak için iyi herhalde. Zenginleştiriyor toprağı.” Sanki bir başkası olmuştum. Nuto’nun benimle konuştuğu gibi konuşuyordum onunla.
“Peki öyleyse neden hep ekilmiş arazinin dışında yakıyorlar ateşi?” diye sordum. “Ertesi gün yollarda, derelerin yanında, çalılıklarda ateş izleri görüyorsun…” “Bağı da yakamazsın ya,” dedi gülerek.
“Doğru, ama onun yerine ekilmiş toprağa gübre atarsın…”
Bu tartışmaları hiç bitiremezdik, çünkü kızgın bir ses onu çağırır, ya da Piola’nin oğlanlarından biri ya da Il Morone’li bir delikanlı geçerdi oradan, Cinto da tıpkı babası gibi “gidip bir bakalım ne oluyor orada” der ve giderdi.
Benim yanımda, kibarlıktan mı yoksa istediği için mi kaldığını hiçbir zaman kesin olarak bilemedim. Doğru, Cenova’daki limanın nasıl bir şey olduğunu, yüklerin nasıl yüklendiğini, gemilerin siren seslerini, her yerleri dövmeli gemicileri anlattığımda beni dinliyordu gözlerini kısarak. Bu çocuk, diye düşünüyordum, bu bacakla bu çocuk köyde hep aç kalır. Hiçbir zaman çapa yapamaz ya da koca koca sepetleri taşıyamaz. Askerliğini bile yapamayacak, dolayısıyla kenti görmeyecek. Ben onu gitmeye isteklen-dirmedikçe.
“Şu gemi sirenleri,” dedi, onlardan konuştuğumuz gün, “savaş çıktığı gün Canelli’de çaldıkları siren gibi bir şey mi?”
“Sen duydun mu onu?”
“Sanırım. Bir trenin düdüğünden daha yüksekmiş, dediler. Herkes işitti. Canelli’yi mi bombalıyorlar acaba diye herkes dışarı çıktı geceleyin. İşittim onu, uçakları da gördüm.”
“Ama sen daha kucakta bir bebektin o zaman…” “Yemin ederim ki anımsıyorum.”
Nuto’ya çocuğa neler anlattığımı söylediğimde, o klarneti ağzına koyacakmış gibi dudaklarım büzdü ve sert sert salladı başını. “Yanlış yapıyorsun” dedi. “Yanlış. Neden böyle düşünceler sokuyorsun onun kafasına? İşler değişmediği sürece başına bela olacak bütün bunlar.”
“Nelerden yoksun olduğunu görsün.”
“Ne yapmasını istiyorsun onun? Bu dünyada kendisinden daha iyi ve daha kötü insanların bulunduğunu görecek de neye yarayacak? Bu şeyleri anlayabilse, yapacağı tek şey babasına bakmaktır. Yapması gereken tek şey pazarları meydana gitmektir. Orada, kilisenin merdivenlerinde dilenen kendisi gibi topal biri her raman vardır, içerdeyse, zenginler için, üzerleri pirinç harflerle isimleri yazılı oturacak yerler vardır.”
“Ne kadar açarsam onun gözlerini o kadar anlayacak?” dedim.
“Fakat onu Amerika’ya göndermenin hiç bir yararı yok. Amerika işte burada. Bizim de milyonerlerimiz ve açlıktan ölen insanlarımız var.”
Cinto’nun bir iş öğrenmesi gerektiğini, bunun için de babasının pençesinden kurtulması gerektiğini söyledim. “Piç olarak doğsaydı daha iyi olurdu” dedim. “Buradan uzaklaşmalı, bu kısır döngüden çıkmalı, insanlar arasına katılmadıkça babası gibi büyüyecek.”
“Değişmesi gereken çok şey var” dedi Nuto. O zaman Cinto’nun uyanık bir çocuk olduğunu, gereken tek şeyin, bizim için La Mora ne idiyse onun için de o olacak bir çiftlik bulmak olduğunu söyledim. “La Mora, dünya gibiydi” dedim, “bir Amerika’ydı, bir limandı. İnsanlar gelir, gider, çalışır, konuşurdu. Cinto bir çocuk şimdi, ama büyüyecek. Kızlar olacak… Birazcık bir şeyler bilen kadınların arasına karışmak ne demektir, bir fikrin var mı? Irene ve Silvia gibi kızlarla karşılaşmak?”
Nuto hiçbir şey söylemedi. La Mora üzerine konuşmaktan hoşlanmadığım fark etmiştim. Bana bandodaki yıllama dair o kadar şey anlatmış olmasına karşın fazla gerilere gitmez, ikimizin de çocuk olduğumuz yıllardan konuşmazdı. Ya da konuyu kendine uygun bir biçimde değiştirir ve bir tartışma başlatırdı. Bu kez hiçbir şey söylemedi, dudaklarım büzdü, ve ancak ben hasat kaldırılmış tarlalardaki şenlik ateşlerinden söz edince başım kaldırdı. “Doğru yapıyorlar,” dedi. “Toprağı uyandırıyorlar.”
“Fakat Nuto” dedim, “Cinto bile inanmıyor buna.”
Farketmez, dedi, neyin ne olduğunu bilmiyordu, toprağın içindekileri uyandıran şeyin sıcak mı, alev mi ya da başka bir şey mi olduğunu bilmiyordu: Yine de kenarında şenlik ateşi yakılmış her tarlada ürün daha çabuk büyüyor, daha bol oluyordu.
“Yeni bir şey bu” dedim, “öyleyse aya da inanırsın sen?”
“Aya mı — aya inanmalıyız” dedi Nuto. “Dolunayda bir çam ağacını kesmeyi dene, kurtlar, böcekler sarar bedenini. Ay daha yeniyken bir üzüm teknesini yıkaman gerekir. Aşılara gelince, onları ay birkaç günlükken yapmalısın, yoksa tutmaz.”
O zaman, gezilerimde bazı hikâyeler duyduğumu, ama bunların hepsinden daha uyduruk şeyler olduğunu söyledim, Büyükannesinin annesi gibi bu boş inanlara inanacaksa, hükümet hakkında, papazın vaazı hakkında o kadar konuşmanın ne gereği vardı! îşte o zaman Nuto çok sakin bir edayla bir boşinanın ancak birisine kötülüğü dokunuyorsa, birisi ayı ve şenlik ateşini köylüleri soymak, onları karanlıkta bırakmak için kullanıyorsa bir boşinan olduğunu, o zaman onun gerici bir insan olacağım ve meydanda kurşuna dizilmesi gerekeceğini söyledi. Fakat konuşabilmeden önce yeniden bir köy insanı olmalıydım. Valino gibi yaşlı bir adam hiçbir şey bilmese de toprağı tanır.
Bir süre deli köpekler gibi tartıştık, fakat o sırada onu su değirmenine çağırdılar, ben de gülerek yola koyuldum. La Mora’ya gitmeye niyetleniyordum, ama hava sıcaktı. Canelli’ye doğru baktığımda (parlak bir gündü, gökyüzü bulutsuzdu) önde Gaminella, onun yanında Salto, Belbo ovasını, çınar ağaçlarının ortasında kıpkırmızı, en uzak tepenin bayırına çizilmiş gibi duran Il Nido dedikleri büyük evi görebiliyordum. O kadar bag, dere, nerdeyse beyazlanmış tepe, bende üzüm hasadında La Mora da tekrar bulunmak ve sepetleriyle gelen Sor Matteo’nun kızlarını görmek isteğini uyandırdı. La Mora, Canelli’ye doğru ağaçların gerisinde, II Nido’nun yükseldiği bayırın hemen altındadır.
Oysa ben yaya köprüsünden karşıya geçtim Belbo’yu; yürürken, düzgün biçimli yapraklarıyla, ağustos güneşinde yanmış toprak kokusunun yükseldiği iyi çapalanmış, bakımlı bir bağdan daha güzel bir şey olmadığını düşünüyordum hep. iyi işlenmiş bir bağ, yaşayan, soluk alan ve terleyen sağlıklı bir vücut gibidir. Ve etrafıma yeniden baktığımda, bu ağaç kümelerim, kamışları, bu çalılıkları ve dereleri —yöredeki bütün köy adlarını ve evleri— düşündüm, neye yarardı bütün bunları düşünmem, ne verirdi, ama yine de kendilerine özgü güzellikleri var —her bağın kendi ağaçları var— gözün onlara rastladığında zevk verir bu sana, orada kuş yuvalarının olduğunu bilirsin. Kadınlarda da aynı çekicilik var, diye düşündüm.
Biraz kaçığım ben, dedim kendi kendime. Yirmi yıldır uzaktım buralardan ve bu köyler beni bekliyordu, ilk kez Cenova’nin sokaklarında yürürken duyduğum hayal kırıklığını anımsadım — yolun ortasında bir parçacık yeşillik arayarak yürümüştüm. Liman vardı, kuşkusuz, kızların yüzleri, dükkânlar, bankalar vardı; ama bir kamış kümesi, bir kucak çalının kokusu, bir parçacık bağlık, bunlar nerdeydi? Kısası, ayın, şenlik ateşlerinin öyküsünü biliyordum, ama bildiğimi unutmuşum, onun farkına vardım.
Cesare Pavese
Ay ve Şenlik Ateşleri