İz sürmek, bir deyiş olarak avcının avının peşine düşmesi ya da birinin nereye gittiğini, ne yaptığını anlamak için geride bıraktıklarını takip etmek demek. Sadece edebiyat alanında değil, sanatta, felsefede, bilimde ve daha çok pek çok alanda değişik iz sürme haritalarına rastlarız. Okur olarak, peşine düştüğümüz yazarın sevdiği yazarlar, bizim de yazarlarımız haline gelir. Onun yaşadığı ülke, kent, mahalle, yürüdüğü sokaklar, evi, hatta özellikle yazdığı ya da çalıştığı oda, yazmaya dair küçük alışkanlıklarının olup olmadığı, oturduğu kafeler, kahramanlarına esin veren gerçek kişiler ya da kahramana dönüştürülen sahici insanlar…
Hepsi de sevdiğimiz yazarın dünyamıza nüfuz eden sözcükleriyle yeni ve özerk bir dünya oluşturur içimizde. Bu öyle bir dünyadır ki, tılsımı başka bir şeyle ikame edilebilir değildir. Tezer Özlü de kitaplarını okuyacak kişiler için birlikte yaşadığı yazarları açık etmekten hiç çekinmez.
Okuma macerası, on üç yaşında Dostoyevski ve Gogol’le başlar ve okur olarak ilk tanışıklığı Rus edebiyatıyla olur. Ardından Goethe ve Schiller okur ama Rus edebiyatından aldığı bu ilk tadı orada bulamadığını yazar. Hölderlin ve Rilke hayran olduğu iki isimdir. Kafka, her biri sonsuza yaklaşan pek çok boyutuyla onun dünyasını derinden etkileyen başka bir yazardır. Ama kendisinin de belirttiği şekilde “susuzluğunu gideren, istediğini bütünleyen”ler Italo Svevo ve Cesare Pavese olmuştur. (Özlü, 1993, 69) Bu üç isim de, Italo Svevo (1861-1928), Franz Kafka (1883-1924) ve Cesare Pavese (1908-1950), onun yaşamında belirleyici bir etkiye sahiptir. Ama ne yapsa uzağında kalamadığı, ondan vazgeçemeyişine bazen kendisinin bile hayret ettiği isim Pavese’dir. İlk temas ettiği andan itibaren, Pavese neredeyse yaşamının her anında Tezer Özlü’nün zihninde, ruhunda, metinlerindedir.
Özlü’nün gezi yazıları-günlük arası notlarından oluşan Yaşamın Ucuna Yolculuk da Pavese’nin günlüğü, Yaşama Uğraşı gibi kendine konuşan bir metindir. Bütün kitap, baştan sonra Pavese’den yapılmış alıntılarla örülüdür. Bu yapıyı, kurgusal bir diyalog olarak görmek de mümkün. İki yazarın, aynı gün (9 Eylül) doğmuş olmaları Tezer Özlü’nün Pavese ile kurduğu içsel bağı daha da haklı kılar gibidir. Pavese, kırk iki yaşında intihar ederek sonlandırır yaşamını. Tezer Özlü ise yakalandığı hastalığa yenik düştüğünde kırk üç yaşındadır. Neredeyse dünyada geçirdikleri zaman bile birbirine denktir.
Pavese, yazarlığının yanı sıra esas olarak şairdir. İtalya’da, Torino’nun Santa Stefano Belbo köyünde doğar. Babasını erken yaşta kaybeder. Edebiyat eğitimi alır. Walt Whitman üzerine bitirme tezi yazar. Çocukluğundan beri değişmez şekilde içine kapanık ve yalnızlıktan hoşlanan biridir. Az sayıdaki gönül ilişkisi de hep, her şeyin yolunda gittiğini düşündüğü anlarda hüsranla sonuçlanır. Bu tecrübe, yaşamının bir döneminde kadınlardan nefret etmesine yol açsa da bunun temelsiz olduğunu ilerleyen yıllarda yazıya konu ederek kendisi
söyler. Yayınevi ve dergi çıkarma işleriyle uğraşır.
Daha Yaşamın Ucuna Yolculuk’un ilk sayfalarında Pavese’ye duyduğu yakınlığı yüksek sesle dile getirir Tezer Özlü:
“Yılın bu en güzel ilkbahar gününde bir an, bir saat ya da süresizlik gibi algıladığım bu belirsiz sürede “Acının Durgunluğu”nu okurken tüylerim ürperiyor. Pavese’nin doğduğu gün doğduğumu şaşarak öğreniyorum: 9 Eylül.
Ben geceyarısından sonra. Ama Anadolu’da geceyarısı geçtiğinde, S. Stefano Belbo’da henüz belki de geceyarısı olmamıştı. Aynı gün. Aynı yıl değilse de. Ben, onun intiharından yedi yıl önce. Niçin burada hep Pavese okuyorum. Zamanı kaldıran olgu, hep benimle birlik kılıyor onu. İstanbul’da da onu okumadım mı.
Yüreğimin atışlarını, gözümün algıladığı tüm görüntüleri yalnız onun çizdiği resimlerle, onun biçimlediği tümcelerle, onun bulduğu sözcüklerle birleştiriyorum. Nedir. Benliğimi bu denli onunla özdeşleştirmemin nedeni nedir.”
(Özlü, 1993, 7)
Hem Tezer Özlü’de hem de Pavese’de görebileceğimiz kimi benzerlikler bu ruhsal yakınlığı anlaşılır kılmaya yetecek derecededir. Her iki yazar için de çocukluğun geçtiği dönem, yer ve çocukluk yıllarından kalan hatıralar, yaşamları boyunca onları etkilemiş ve çalışmaları için hareket noktası olmuştur. Tezer Özlü, Pavese’den bir adım ileri giderek evlilik deneyimi yaşasa da iki yazar için de karşı cinsle ilişkiler sorunludur; asıl arayış ve kendi içine doğru sürdürülen yolculuk bir başkasıyla tamamlanabilir nitelikte değildir.
Belirleyici olan şeylerden biri de yaşamın ne olduğuna dair algılarıdır. Pavese, 9 Kasım tarihli günlük notunda, “Yeniden anlıyorum ki, birtakım ruh hallerini ortaya koymaktan öte bir şey yapmamışım; bir değer yargısına varmayı, çevremdeki dünyayı eleştirmeyi başaramamışım.” (Pavese, 1990, 19-20) derken bunu belirgin bir şekilde ortaya koyar. Özlü’den farklı olarak, şiir Pavese’nin yaşamında merkezi bir noktadadır. Şiir yazmak, ona göre “temelde, insana can veren kanın akıp gittiği kapanmaz bir yaradır”. (23) Yaşam bir ucundan diğer ucuna gidilmesi hedeflenebilecek fırtınalı bir deniz, hatta bir okyanus gibidir.
Diriliği koruyan, bu okyanusun şimdi durulan kıyısının dışında başka bir kıyısı daha olduğu umududur. Bu umudun canlılığını yitirdiği yer ya da olası bir yaşamı başa sarma, hem katlanılmaz hem de akıldan geçirilmesi bile daha o anda bıkkınlık yaratacak bir düşüncedir.
Olaylar gerçekleşirken sıcağı sıcağına bir izleme duygusu yaratsa da yaşamın olaylar-arası olarında üst üste birikenler, acı dağının doruğunu erişilmez, yükünü taşınmaz bir boyuta ulaştırır.
Tedirginlik, huzursuzluğu en çok körükleyen duygulardan biridir. Yaptığından, söylediğinden, ileri aşamada gerçekten yaşayıp yaşamadığından emin olamamak, kendini gerçeğin varlığına, kendi var oluşuna hakkıyla ikna edememek tedirginliğe adım adım yaklaşmayı, bir tedirginlik çemberi içinde yaşamaya razı olmayı, yaşamı bundan ibaret saymayı gerektirir. Pavese için, tedirgin olmamak, yürekli olmakla; yürekli olmak da “rahat bir insan olmak”la eş gibidir. Oysa o, kendisinin hiçbir zaman bu derece yürekli (rahat) olamadığını düşünür.
Pavese’nin bir otel odasına intihar etmiş olması, Özlü açısından bu ruh yoldaşının asla “zayıflığı” olarak görülmemiş, aksine intihar düşüncesinin yaşamı sürdürme düşüncesinin tetikleyicisi olarak her zaman asli rol taşıdığını düşünülmüş; bu durum, Pavese’nin yaşamının sonunu da iradi olarak belirlemesinin tamamlayıcı unsuru olarak algılanmıştır. Başka bir açıdan bakıldığında, Tezer Özlü’nün yakalandığı hastalığın tedavisini son noktaya kadar reddedişi, seçilmiş bir ölüm şekli olarak, intiharın yerine ikame edilmiştir diyemez miyiz? Bu varsayım, seyrin tamamına bakıldığında hiç de uzak görünmüyor. “Ölünememiş bir yaşam”da, zamansız bir hastalığa karşı direnmemeyi seçmek de ibrenin yönünü intihara çevirmek olarak görülemez mi? Bunlar, aklımızdan geçmesi mümkün sorular. Cevaplar elbette kendimizi o kişinin yerine koyarak yaptığımız aşırı yorumlar olarak görülebilir. Ama intihar düşüncesinin yaşama düşüncesiyle kol kola yürüdüğü bir yaşamda, hayatta kalmaya meyletmemek de bir tür intihar olarak algılanabilir. Pavese, günlüklerinde “Ne zaman bir güçlükle ya da acıyla karşılaşsam, hep intiharı düşünmeye yargılı olduğumu biliyorum. Beni korkutan da bu: temel ilkem intihar, gerçekleştirmediğim, hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceğim, ama düşüncesi duyarlığımı okşayan intihar.” diyordu. Başka bir yerde ise sözlerini şöyle sürdürüyordu: “En beylik, en umutsuz anlamıyla bir sersemim ben. Nasıl yaşayacağını bilemeyen, kişiliği gelişmemiş, kendini bir şey sanan, intihar düşüncesinden bir şeyler uman, ama bunu gerçekleştiremeyen bir adam.”
Bu noktada Pavese’de yaşamın payandası olarak tanımlanabilecek “intihar = ölüm”düşüncesinin ne tür bir algının zemininde yeşerdiğine dair birkaç farklı yorumdan yararlanabiliriz. İntiharın sosyolojik ve psikolojik boyutları ayrı tutulmak koşuluyla, ontolojik açıdan Heidegger’in felsefesinde önemli yer tutan ölüm düşüncesine temel hatlarıyla göz atmak yaklaşımımızı kolaylaştırabilir.
Ölüm, aslında hiç de yabancısı olduğumuz bir şey değildir. Kimi zaman yakınımızda ya da bazen bizden çok uzakta gerçekleşen yüzlerce, binlerce ölümden haberdar oluruz. Başkalarının ölümü, bir yandan ben-sevgimizi okşayan sessizce içimizden mırıldandığımız “ben henüz ölmedim” düşüncesini de beraberinde getirir. Heidegger ölüm konusundaki temel fikirlerini Varlık ve Zaman’da dile getirir. (Heidegger, 2008, 245-283) Ölüm, burada “Dasein ve Zamansallık” ana başlığı altında, birinci bölümde “ Dasein’ın Olası Bütün-Oluşu ve Ölüme Yönelik Varlık” alt başlığıyla ele alınır. “Dasein’ın ölümle tamlığına kavuşması, onun şuradavarlığını [yaşamını] da kaybetmesi demektir aynı zamanda.” Ölüm, bir “şurada-varolmama”ya geçiş olarak, Dasein’ı bu deneyimlemeden de, onu deneyim olarak anlayabilme imkânından da uzaklaştırır. “Bir varolan olarak var olduğu müddetçe kendi ‘tamlığına’ asla erişmemiş” ve erişmeyecek olan Dasein, bu tamlığı kazandığındaysa (öldüğünde), “kazanımı, bizzatihi dünya-içindeki-varoluşunu kaybetmeye dönüşür.”
Yaşam, bir ucunda doğumun olduğu, diğer ucuna ölümün yerleştirildiği doğrusal bir çizgiden ibaret değildir. Ölüm de, yaşamın ucuna konulan ve kendimizden gitgide uzaklaştırdığımız, zamanı gelince varılacak bir erişim noktası olarak görülemez. Tam da her an olabilecek bir şey olarak “ölüm benim şimdiki imkânımdır”. (Barret, 2008, 61) Aynı zamanda bir uçtur, ama bu haliyle de varolmanın imkânıdır. Yaşamda karşıma çıkan bütün engelleri, kederleri, sıkıntıları bir şekilde atlatabilirim ama “kendi ölümüm” her şeyin sonunu getirir. Ölüm, insan için “imkânların en kişisel ve mahrem olanı”dır. Bu, aynı zamanda benim yaşamdaki en sahici deneyimimdir. Çünkü kimse benim yerime ölemez. Ölen herhangi birinin ne tecrübe etmiş olabileceğini bilme yetisine de ben sahip değilimdir.
Yaşamıma sahip çıkabilmek için, ölümümü de üstlenmek durumunda kalırım ve “sahih bir varoluş” ancak böylelikle mümkün olabilir. Böyle bir durumda olduğunun farkına varan insan, ölüm düşüncesinden ayrı düşünülemeyecek bir kaygı ve endişe durumuna kapılır. Bu noktada Pavese’nin tedirginliğini, onun yaşamından, yazdıklarından, roman kahramanlarından Tezer Özlü’ye bulaşan huzursuzluku hatırlayabiliriz. Bu, öyle bir endişe kaygı-tedirginlik-huzursuzluktur ki, temelinde herhangi bir şeyden ya da durumdan kaynaklanan somut bir korkuyu içermez. Bahsedilebilecek olan bir his, korku hissi durumudur ve buna neden olan da hiçliktir.
Ama bir yandan da, tek sahici deneyimim olmasına rağmen, bunu kavradığımı/anladığımı asla deneyimleyemeyeceğim için, “başkalarının ölümü” benim için çok daha etkileyici hale gelir ve bu benim yaşarken nispeten “nesnel” bir biçimde erişebileceğim tek ölüm tecrübesi olur. Çünkü ölümü tecrübe etmem, varlığımdan esirgenmiş bir şeydir. Başkasının ölümü, kendi ölümümün yerine ikame edebileceğim en yakın tecrübedir. (Heidegger, 2008, 252) Tezer Özlü, “Kimse senin kadar güzel, hiç kimse senin kadar canlı gitmedi ölüme”
(Özlü, 1993, 9) diyordu Pavese için. Belki de bu anlamda Pavese’nin ölümünde, kendi ölümünü tecrübe etmişti. “Başkalarının can verişine şahit olduğumuzda, varlık minvali Dasein (yahut hayat) olan bir varolanın birden bire artık-Dasein-olmamaya dönüşmesi diyebileceğimiz dikkate şayan bir varlık fenomenini tecrübe etmiş oluruz. Zira Dasein dediğimiz varolanın hitamı, onun sırf mevcut-olan olarak varoluşunun başlangıcıdır.”
(Heidegger, 2008, 253) Özlü, yaşama dair içine dönük sorduğu sorularından birine verdiği cevapta “kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği” (Özlü, 1998, 10) ifadesi öne çıkıyordu. Belki de “Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı,” derken kastettiği de Heidegger’in mealen “ölümü yaşarız aslında” düşüncesine doğru atılan bir adım gibiydi. Yaşamı boyunca intihar düşüncesini, şiirle beraber sahip olduğu en değerli şey olarak taşıyan Pavese, bu yüzden de Özlü’nün zihninde intihar/ölüm düşüncesinden santim uzakta tutulmamıştır. “Yan duvarda Pavese’nin kitaplarından çıkarıp büyük harflerle yazdığım alıntılar asılı. Onun intiharı da işte burada.” (17) Kendisi için de ölüm düşüncesi hiçbir zaman uzak değildir.
Heidegger’in bununla bağlantılı bir başka yorumu daha, bizi konuya başka türlü bakmaya itebilir. “Can veren”, “geride kalanlar”dan çekip koparılmış olarak, aynı zamanda onların bir ilgi nesnesine de dönüşmüştür:
“Onun başında yas tutarak ve onu anarak öylece-bulunan geride kalanlar aslında onunla birlikte var olmaktadırlar – onurlandırıcı bir itina-göstermekliğin hali içinde. Bu sebeple, ölüye yönelik varlık ilişkisi, bir el-altında-olanla ilgilenilen varlık minvalindeki gibi ele alınamaz.”
…
“Müteveffa bizim ‘dünyamızı’ terk edip geride burakmıştır artık. Fakat geride kalanlar, bu kendi dünyalarından hareketle onunla birlikte olabilmektedirler.”
(Heidegger, 2008, 253)
Öyle görünüyor ki, Tezer Özlü ve Pavese bağlamında ölüm konusunun, başlı başına ele alınması ve incelenmesi gerekiyor.
Tekrar başladığımız yere dönersek, Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk’un ilerleyen sayfalarında, Prag’da tuttuğu notlarda planladığı yolculuğu “yazarlarının mezarları doğrultusunda çıkılmış bir yolculuk” olarak tanımlar. Kendisi henüz hayattayken, dünya somut gerçeklerin ve gerçekliklerin dünyasıyken birlikte yaşadığı şeyin “gerçekler” değil de “düşünceler” olduğunun farkındadır tıpkı Pavese gibi: “Sen düşüncelerle yaşıyorsun, diğerleri gerçeklerle”. (Özlü, 1993, 33) Muhtemelen Pavese’nin şu sözleri de onun için fazlasıyla belirleyici olmuştur. “Ölüm gelecek ve gözlerin olacak, o ölüm ki bizleri sabahtan akşama dek izleyen, sağır, eski bir acı ya da anlamsız bir angarya olarak.”
Dolayısıyla hem Tezer Özlü’de hem de Pavese’de belki de en yerleşik yurdumuz olan çocukluğun dışında, yaşama eşlik eden bir başka şey de yolculuktur. Özlü, bundan “her yolculuğa çıkmak” şeklinde söz eder. Fiziki olarak hiçbir yere gidilmese de içsel bir yolculuk kesintisiz bir şekilde sürüldürülür. O kadar ki, bu yolculukta yolcu, yolcu olduğunu ancak yolda olduğunu kavrayışıyla algılar ve tanımlar. Bir zamanların acısı oldukça derinlere işleyen gidememek duygusu artık uzaklardadır, bu sürekli yolculuk duygusunun algısıyla yaşam da katlanılır hale gelmiştir, şimdilik bile olsa.
Tezer Özlü’ye de yansıyan ve Pavese’nin günlüklerinde öne çıkan duygulardan biri de yazgı, sınırlar ve kişisel kurtuluş konularıdır. Pavese’nin “Dünya nasıl olması gerekiyorsa öyle. Kendi kendini kurtaramayanı hiç kimse kurtaramaz.” sözlerinin taşıdığı anlam, Yaşamın Ucuna Yolculuk’un da her köşesine sinmiştir. Pavese’de kader düşüncesi yoktur, buna karşılık sınırlar çok önemlidir. Bir yazgıdan söz edilebilecekse, “En kötü yazgı, sınırları sabırla karşılamaktır. Karşı çıkmak gerekir.”
Tezer Özlü de benzer düşünceler ortaya koyar. Bireysel bağımsızlık ancak sınırların reddedilmesiyle ortaya çıkacaktır. Sınırları benimseyen ve buna karşı koymayan hiç kimse böyle bir bağımsızlığa ulaşamaz. Karşı çıkan ama buna rağmen o sınırlarda yaşamaya devam eden kişi için ise, yaşam bir çıkmaz olarak belirecektir. Arafta kalmanın yaratacağı huzursuzluk ve sıkıntı, ne doğru düzgün yaşamaya ne de doğru düzgün ölmeye yardımcı olur.
Bu tür bir ruh hali için yaşamın ilerlemesi, ölüme yaklaşmanın kötü habercisi olarak işlev görür. İnsan, başkalarına karşı belirli bir güce sahip olduğu intibasını verse bile, kendi kendine kaldığında güçsüzlüğünün bilincine varır. Özlü, böyle bir bilincin de yaşama doğru atılmış bir adım olduğunu ifade eder ama büyük çoğunluğun gerçek-olmayanı, kurgulama yoluyla gerçek olarak algıladığının da farkındadır. Oysa yaşam, hak edilmesi gerekecek bir şeydir. Varoluş farkına varılmadan, onun için çabalanmadan geçip gidilecek bir şey değildir. “Gelişigüzel geçilip gidilecek bir varoluş değil insan varoluşu. Biçimlendirilecek, değiştirilecek, sınırsızlaştırılacak bir HER ŞEY. Kalıplardan kaçmak için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni. Yaşamı, GİTMEK olarak algılıyorum.”
Kendilik düşüncesi, kendi olmak da Tezer Özlü’de, tekrarından bıkılmayan ve vazgeçilmeyen bir boyuttadır. İnsan başkalarıyla, kendiyle kalamadığı ya da kendiyle kalmaya tahammül edemediği için birlikte olur düşüncesindedir. Biriyle birlikte olmak, onun gözünde yalnız olmak anlamına gelir. Bunu akıldan çıkarmamayı kendisine sık sık tembih eder. Dolayısıyla, bizi her fırsatta dışımızdaki bir dünyaya ya da bir başka insana itmeye eğilimli olan yalnızlığa karşı direnmek gereklidir. Yalnızlık, kendisinde direnilmesi gereken bir şeydir. Tam da bu gerçekleştiğinde insan, başka başkaymış gibi görünseler de birleşen ve tekilleşen bir “ben”e kavuşabilir. Bu direncin sacayaklarından biri, daha önce de söz edildiği gibi yine gitme duygusudur. İnsan durduğu yerde dolmayacağını anladığı tüm içsel boşlukları için, yola düşmeyi göze alabilmelidir. Baktığı resimle mutlu olmayan her çift göz, kendisine benimseyebileceği, huzursuz kıpırdanışlarını dindirebileceği yeni resimler aramalıdır.
Tezer Özlü için, bu yolculukta peşine düşülecek resimler, Svevo’nun ve Pavese’nin yaşadıkları, öldükleri yerler, hayatta olan roman kahramanları, birinci dereceden yakınları, onların yürüdüğü yollardan yürüyebilmek, şehirlerinin havasını solumak, dağlara, kırlara, tepelere onların gözleriyle bakabilmek ve belki onların sıkıntılarını, göğüslerini daraltan kasveti yaşamak ve belki, onların ölümlerinde kendi ölümünün, ölüm duygusunun nasıllığının provasını yapmaktır. Yıllar boyunca böyle bir dünyanın içinde nefes alınarak, gerçek dünya katlanılır bir yer kılınmaya çalışılmıştır ama artık tersine bir hamleyle resmin gerçekliği ağır basmaktadır. Belki de resmin içindeki gerçeğin duygusudur, gerçek dünyanın kurgulanmasına da imkân veren. Onların düşünceleriyle, yazdıklarıyla geçirilen bir ömrün gelinen noktasında, sanki kendisi de (Özlü de) karşı taraf için beklenen olmuştur. Bunu kendi varoluşunun bir çağrısı olarak kabul eder. Mademki bir yönüyle “yabancısı olmadığımız tek olgu”, kendi varoluşumuzdur ve bu insanın erişebileceği tek mutluluktur, o zaman bu yolcululuk artık bir tercih değildir, böyle bir çağrıya uymanın kaçınılmazlığını da kendinde taşır. Pavese için “Tek günah, insanın kendi yaptığını kavrayamamasıdır.” Tezer Özlü de bunu benzer şekilde ifade eder. “Kendimi kavrayamazsam, tüm varoluşum yitmiş demektir.”
Tezer Özlü’nün gözünde dünya, sadece akılla baş edilebilecek bir yer değildir. Aklın tek otorite ve belirleyici olduğu bir dünya, şüphesiz can sıkıcı da bir yer olacaktır. Pavese’nin tanımladığı şekliyle “asıl güzel olan [dünyanın] gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andırması”dır. Tezer Özlü için delilik düşüncesi yaşamının hiçbir anına uzak değildir ve Pavese’nin çizdiği bu resme Tezer Özlü’nün cevabı, “tüm yaşam güneşin altında bir oyun” şeklindedir. Böylece aklın yeknesak dünyasına hapsolmamak için yapılacak şey, herkesin erişemediği “akıldan öte giden, akıldan daha derinlere varan bir boyut”a erişebilmek olarak tasavvur edilir. Metnin ilerleyen bölümlerinde, bu boyutun adı da Özlü tarafından “delilik” olarak belirlenir. Ancak kendi kendilerine kıyamayan insanlar, aklın sınırları içinde kalmakta ısrar ederler. Akıl ile delilik arasındaki ince çizginin öbür tarafına geçenlerin “bencil” olmakla suçlanabilecekleri noktada, her “ben” bencildir diyerek Özlü tedbirini önceden alır. Bu ince çizginin ötesine daha önce geçenler arasında elbette Tezer Özlü’nün yakınları da vardır. Hölderlin ve Rilke, Kafka, Svevo ve Pavese bu yönleriyle de ailenin üyeleridir. Bir başka ortaklık, insanın karamsar olmasına engel olacak boyuttaki içsel karamsarlıktır.
Tökezletmenin, düşürmenin, elini ayağını kıskıvrak bağlayıp çaresiz bırakmanın ötesinde, bu
karamsarlık tam da içsel bütün yolculukların tetikleyicisi ve motor-gücüdür. Tezer Özlü de “yürüyebilmek için, ileri gidebilmek için, nefret edebilmek, öfke duyabilmek, ağaçlara bakabilmek, gökyüzünü sevebilmek için” gezindiği boyutun kaçınılmaz bir uzantısı olarak içine sinen bu karamsarlığa büyük bir konukseverlikle kucak açmıştır. Bu karamsarlık hayatta kaldıkça çoğalacak ve yaşamı bile aşacak haldedir.
Torino, Prag’dan başlayan yolculuğun ikinci durağıdır. İlk durak, Svevo’nun yaşadığı topraklarda kalmıştır. Tezer Özlü için bu yolculukların anlamı “resimden çıkma zamanı”dır. Kendini de içine özenle yerleştirdiği o resimde olup olmamak, bu noktadan sonra çok fazla anlam ifade etmeyecektir. Attığı her adımın, onu kendine ulaştıracak bir mesafeyi kat etmek
olduğunun farkındadır ve bundan kaynaklanan serinkanlı bir sevinç de ona eşlik eder. Sanki o zamanlara dek çözülememiş olan bir bulmacanın, başka şeylerin çözümüne de engel olan ya da bulunmalarını geciktiren parçası tamamlanacaktır. Torino’ya yaklaştıkça kendine her zaman sorduğu, neden yaşamında bunca erkek olduğu sorusuna belli belirsiz bir cevap bulmuş gibi hisseder. Hepsi de, kendi “ben”ine dayanabilmenin yardımcı unsurları olmuşlardır. Tüm hatlarına kadar çok iyi bildiği ve “dünyanın en acılı yüzü” olarak tanımladığı Pavese’nin yüzü daha sık gözlerinin önünde belirir. Ölümünün sorumluluğunu üstlenmeyi bilmiş olan Pavese’nin ölüm anı, ölüm karesi yıllarca tekrar tekrar çizilip durmuş bir resim olarak, şimdi tüm ayrıntılarıyla gerçeğe dönüştürülmesi gereken bir durumdur. Bundan önceki tüm resimler, bu son resimle yekvücut olacak, bundan sonrakilerin önemsizleşeceği gibi, öncekilerin ağırlığı da hafifleyecek, başka bir şekle bürünecektir ve Tezer Özlü, bunu “Belbo’dan sonra, belki de bu intihar benim yarım olacak” şeklinde ifade edecektir.
Başka bir sorgulama konusunda daha Pavese ve Tezer Özlü yolculuğu birlikte sürdürürler. Özlü’nün kendine söylediği, yaşamda hiçbir olgunun başlangıcında yer almadığıdır. Başlangıçlar ve sonlar önceden belirlenmiş bir şekilde sunulduğunda, ona kalan sadece bunları istediği gibi şekillendirebilmek olmuştur. Yaşam denilen şey, ya onun önünden geçip gitmiştir ya da Tezer Özlü yaşamın önünden geçip gitmek durumunda kalmıştır.
Pavese’de ise “rastlantılardan oluşan bir yaşam”ın gerçek bir yaşam olup olmadığı sorusu sorulur. Yaşamda belirleyici olunabilmiş midir, tesadüfler önüne dikildiğinde ya da yolunun üstünde belirdiğinde bunlardan sıyrılabilmek mümkün olmuş mudur? (Özlü: 81) Pavese’nin intiharını düşününce, çoğumuzun bir tesadüfe bıraktığı kendi ölümüne hazırlanışıyla, hatta bunu prova edişi ve gerçekleştirişiyle, ıskalayamadığı bütün tesadüflerin de öcünü aldığını görürüz ve yukarıdaki soruya nihai cevap olarak, evet Pavese bunu yapabilmiştir diyemez miyiz?
Yani muhtemelen Tezer Özlü’nün gözünde, yaşamının çekirdek motifi olan intihar düşüncesini gerçekleştirerek, Pavese aslında kendini de tamamlamıştır. Geride bırakılan her şeye, dayanak olarak görülen her unsura rağmen, Pavese’nin yurdu Belbo’ya varışta Tezer Özlü’nün içtenlikli arzusu kendi kendine olma isteğidir. Dayanak olarak görülenlerin şimdiki konumu, kendilerine dayanılacak gücün olmayışıyla ifade edilir. Belbo’da olmak, “Belbo tepelerinde bundan böyle dağlarla, tepelerle, sularla, göllerle, denizlerle, nehirlerle, ağaçlarla, rüzgarlarla, yağmurlarla, gecelerle, günlerle, bulutlarla, gökyüzü ve yıldızlarla yaşamaya karar vermişliğin” ferahlığını taşır. Olması gereken zamanda, olması gereken yolda olduğundan hiç kuşkusu yoktur. Onun için hiçbir yer, gitmeye bu kadar arzu duyduğu bir yer olmamıştır.
Yolculuğun bitişinde, S. Stefano Belbo’da, Pavese’nin en önemli kahramanlarından biri olan marangoz Nuto’nun yanına ulaşır. Pavese’nin “intiharı özleyen kahramanları, onun yalnız insanları” buradadır. Yazılmasına neden oldukları tüm kitaplar da onların kendi dünyalarında yer ederler. Böylece edebiyattan yaşama, yaşamdan edebiyata birbirinin içinden geçerek, dönüşen ve dönüştüren çember yeni bir resmi de oluşturur. Pavese’nin resmi ve bizzat oradaki varlığı ile Tezer Özlü, olması gereken yerdedir. Pavese’nin yalnızlığı, Nuto’nun yalnızlığı ve Tezer Özlü’nün yalnızlığı başka bir dünyanın sınırlarını da hem çizer, hem de mevcut dünyanın sınırlarını aşarak başka bir boyuta geçer. Özlü’nün hayati değerdeki sorularından biri de burada sorulur:
Belki de S. Stefano Belbo’ya artık edebiyatın içinde yaşamaktan kurtulmaya geldim. Buraya varana dek, yaşamın yazından daha güçlü olduğunu sanır, yaşamdan hiçbir şey kaçırmak istemezdim. Ama gene de edebiyatın içinde yaşamaktan kendimi sıyıramaz, bu ikilemin müthiş çelişkisi altında bunalırdım.”
Nuto, Pavese’nin en önemli romanlarından biri olan Yeni Ay’ın başkahramanıdır. Tüm bu anlar hayal edilmeksizin İstanbul’da yıllar önce okunan roman, üstteki sorunun cevabını da verir gibidir. Yazın, yaşamdan daha canlıdır ve yaşamdan taşarak oluşur. O zamana dek olan, sınırları belirlenmemiş bir kendiliktir, yalnızlıktan korkup başkalarına sarılındığında istenen o başkalarının sınırlarında bu korkuyu dindirmektir. Belbo’ya gelmek, Tezer Özlü’nün kendi sınırsızlığında yaşamı daha derinden algılamasına yol açmıştır. Bir ihlal de bu noktada
gerçekleşir. Özlü, “İnsanın kendi kendinin yükünü taşıması, diğerlerinin yükünü taşımasından daha rahatlatıcı.” diye not düşer.
Ziyaretinin bir sonraki aşamasında, Pavese’nin intihar ettiği Otel Roma’nın numaralı odasını ziyaret eder. Burada vardığı duygu da intiharı algıladığıdır. Bu odanın iç kısmındaki ikinci bir odada gerçekleşmiştir Pavese’nin ölümü. Özlü’nün bu iç odaya verdiği isim, “tabut”tur, bu iç oda aynı zamanda “gizlenmiş bir mezar”dır. Pavese, insan olmayı, “dünyada başka hiç kimse yokmuş gibi yalnız kalabilme cesaretini gerektiren” başlı başına bir olgu olarak değerlendirmiştir. Sadece kendi yapmak istediğini düşünebilmek, insanlar umursamadığında korkmamak, yanı sıra şanslı da olmak gerekir. Çünkü bir şey olmak, ancak şansın varsa ve öldüysen mümkün olacaktır. 28 Ağustos 1950’de, saat 20.30’da takım elbiseli bir adam gelir Roma Oteli’ne. Oda numarası 305’tir. Odanın içinde gizli bir oda daha vardır. Odada tahta bir karyola göze çarpar.
Tezer Özlü, Pavese’nin o günden önce de defalarca bu odaya geldiğini, bu ölüme hazırlandığını düşünür. Belki de bütün yaşamı bu anın hazırlığıyla geçmiştir. Adam yirmi iki uyku hapı alır. Ayakkabılarını çıkarır ama takım elbisesi hâlâ üzerindedir. Son notu: “Herkesi
bağışlıyorum ve herkesten özür diliyorum. Sözcükler yok. Yalnız bir davranış. Bundan böyle yazmayacağım.” şeklinde olacaktır. Bu ziyaret, Tezer Özlü’yü derinden sarsar. Bu anın bir tanığı da ona yeryüzü günlerinde eşlik edenlerden biri olarak genç otel görevlisidir. Özlü’nün Pavese’yi bir diğer tanımlayış şekli, notlarında “… kahrolası yeryüzünün o büyük yalnızı” olarak yer alır. (105) “O büyük yalnız”ın mezarını da ziyaret eder. Tıpkı kendi çocuğukluğunun sıkıcı, küçük Anadolu şehirleri gibi, burada da her şeyin intihara davet eden bir yanı da olduğunu fark eder. Uzun uzun kaçtığı iyi ve kötü her şeyden sonra, artık şimdi bu yolculukta sezinlediği şey, “içinde sürekli çakışan ikili kişiliğin, tek bir ‘ben’de birleştiği”dir.
Yıllardır yaptığı yolculuğun bu en somut ve son aşamasında, yalnızlıktan daha büyük bir yalnızlığın da ayırdına varır. Bu büyük, diğer tüm yalnızlıkları da içine alan yalnızlık, hiçliktir. Her şey hiçlikte yitip gider ama buraya varmak da kolay değildir. Tezer Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk’taki son cümlesi “yeryüzündeki tek yakını” olarak nitelediği Pavese’den bir başka alıntıyı içerir: “Ve yaşam yalnız rüzgâr, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi.” (Özlü, 1993, 108)
Yaşamın Ucuna Yolculuk, tek başına okunduğunda bile Pavese’nin Tezer Özlü’nün yaşamında taşıdığı önemi, düşünce ve yazın dünyasındaki etkisini görebilmek için yeterlidir. Yine de Tezer Özlü diğer eserlerinde ya da kimi yazılarında da bu akrabalığı ortaya koymaktan hiç imtina etmez. Yaşamın Ucuna Yolculuk, Yaşama Uğraşı’yla birlikte okunduğunda ise ulaşılan derinlik, varolmanın nasıl bir savaşım olduğu, başdöndürücü düzeydedir. İki kitap arasında bize armağan edilen yolculuk, varoluş güzergâhında çıkılacak ağır bir seferdir. Pavese’ye ve Tezer Özlü’ye ayrı ayrı bakmak, ardından da karşılıklı ve çapraz bağlantılarla yaşamı ve ölümü, yaşamla yazın ilişkisini yeniden sorgulamamak mümkün değil gibidir. Burada bizim konumumuzda duran okurlar ve okur-yazarlar için ortaya çıkan büyük resim ise, o büyük yalnızlık gibi, onlarca irili ufaklı başka resmin, o resimlerin her biri için bu yoldaki birinin peşine düşebileceği muhtemel başka bir yolcuğun parçasıdır ve değilse de olmaya adaydır.
Gülebilir miyiz Dersin? (Tezer Özlü Kitabı) (ortak kitap, edebiyat), 2016, İstanbul