Jung, çocukluk dönemi, ilk düşünü ve korkularını anlatıyor
Yokuştan inen adamın kılık değiştirip kadın giysilerine büründüğünü düşündüm. Büyük bir olasılıkla niyeti kötüydü. Dehşet içinde apar topar eve koşup merdivenleri hızla çıktım ve tavan arasının en karanlık köşesinde bir kirişin altına gizlendim. Orada ne kadar kaldığımı anımsamıyorum ama sanırım ancak uzunca bir süre sonra cesaretimi toplayıp aşağıya inebildim. Başımı yavaşça pencereden uzatıp baktığımda gördüğüm siyahlı adam yok olmuştu. Günlerce korku yüzünden evden dışarı çıkamadım. Yolda yeniden oynamaya başladığımda bile korunun olduğu tepeden biri gelecek diye hep tetikteydim. Kuşkusuz zamanla, siyahlı adamın zararsız bir Katolik rahipten başka bir şey olmadığını anladım.
Aşağı yukarı aynı zamanlarda –sözünü ettiğim deneyimden önce miydi sonra mıydı, tam anımsayamıyorum– tüm yaşamım boyunca kafamı kurcalayacak olan ve doğru dürüst anımsadığım ilk düşümü gördüm.
Papaz konutu, Laufen Sarayı’na yakın tek başına bir binaydı ve zangocun avlusuyla konutun arasında uzanan geniş bir çayır vardı. Düşümde bu çayırdayım. Birdenbire yerde, daha önce görmediğim, duvarları taştan dikdörtgen biçiminde karanlık bir çukur keşfettim ve merak içinde yanına koşup içine baktığımda aşağıya inen taş bir merdiven gördüm. Korkmama karşın, dikkatle merdivenden indim. Dipte kemerli bir kapı vardı. Yeşil bir perdeyle kapatılmıştı. Çok görkemli, üzeri işlemeli, büyük, ağır bir perdeydi bu. Arkasında ne olduğunu merak ettim ve perdeyi açtım. Loş ışıkta önümde aşağı yukarı on metre boyunda dört köşe bir oda belirdi. Kubbe biçimindeki tavan taştandı, yer de taşla kaplanmıştı. Girişten üzerinde olağanüstü bir görünümü olan altın bir tahtın bulunduğu alçak bir platforma kadar kırmızı bir halı serilmişti. Emin değilim ama galiba tahtın üzerinde kırmızı bir yastık vardı. Masallardaki kral tahtları gibi gerçekten muhteşem bir tahttı! Tahtın üzerinde bir şey olduğunu gördüm. Tavana dek yükselen dev gibi bir şey. İlk önce elli ya da altmış santimetre genişliğinde, beş ya da altı metre yüksekliğinde bir ağaç gövdesi olduğunu sandım. Garip bir dokusu vardı: İnsan derisinden yapılmaydı ve çıplaktı. Tepesinde yüzü ve saçları olmayan bir başı anımsatan yuvarlak bir şey, başın üzerinde de yukarıya doğru bakan devinimsiz tek bir göz görünüyordu.
Odanın penceresi yoktu ve hiçbir yerde ışık olmamasına karşın oda oldukça aydınlıktı. Başın üzeri daha da iyi görülebiliyordu. Bu şey hiç kımıldamıyordu ama bende her an tahttan inip bir solucan gibi kıvrıla kıvrıla bana doğru sürünebileceği duygusunu uyandırdı. Korkudan taş kesilmiştim. O anda ansızın dışardan ve yukardan annemin sesini duydum. Annem, “İyice bak ona! İşte insan yiyici bu!” diye bağırıyordu. Bu, korkumu daha da artırdı. O anda ter içinde uyandım. Bunu izleyen geceler aynı düş yinelenir diye uyuyup kalmaktan korkar oldum.
Bu düş yıllarca aklımdan çıkmadı. Ancak çok sonraları, bunun bir fallus olduğunu anlayabildim. Ayinlere özgü bir fallus olduğunu da aradan neredeyse yirmi yıl geçtikten sonra. Hiçbir zaman da annemin, “İşte insanı yiyen budur,” mu, yoksa, “Bu bir insan yiyicidir,” mi dediğini çözemedim. Eğer ilkini kastettiyse küçük çocukları yutanın İsa ya da Cizvitler olmadığını, onları yutanın fallus olduğunu, ikicisiyse, fallusun genelde “insan yiyicinin” simgesi olduğunu, yani İsa’nın karanlık yönünün, Cizvitlerin ve fallusun aynı anlama geldiklerini kastetmişti.
Fallusun soyut anlamı, tahta kendi kendini itifallik (iti: Yunancada dik anlamında) bir biçimde çıkarmış olmasıyla önem kazanıyordu. Çayırdaki çukur da büyük bir olasılıkla bir mezarı simgeliyordu. Mezar, yeşil perdesi ve çayırı simgeleyen bir yer altı tapınağıydı ya da başka bir deyişle, üzeri yeşilliklerle kaplı yeryüzünün gizemiydi. Halı kan kırmızısıydı. Kubbe nereden çıkmıştı? Schaffhausen’in tepesindeki Munot Mezarlığı’na gitmiş miydim? Hiç sanmam. Hiç kimse üç yaşındaki bir çocuğu oraya götürmez. Bu nedenle, bir çağrışım olamaz. Ayrıca yapısal açıdan tam olan fallusun kaynağı da belli değildi. Yalnızca, üzerinde bir ışığın olduğu orificium urethrae’nin göz olarak görünmesi fallus sözcüğünün etimolojik anlamına (falos, parlak, parıldayan) işaret ediyor.
Bu düşteki fallusun her koşulda, “adının konulmaması gereken” bir yeraltı tanrısı olduğu anlaşılıyor. Gençliğim boyunca da bu düşüncemi değiştirmedim. Ne zaman biri bana ısrarla İsa’dan anlayışla söz etse bu düşünce yinelendi ve ben hiç aramadan bana kendiliğinden gelen bu ürkütücü açıklamayı, İsa’nın bu yeraltı taydaşını sık sık düşündüğüm için İsa bana, hiçbir zaman ne sevilebilir ne kabul edilebilir ne de gerçekçi geldi. Cizvitlerin “kılık değiştirmesi” eğitimimde yer alan Hıristiyanlık öğretisiyle çakıştı ve çoğu zaman bunun, yas tutanların ciddi ya da üzüntülü bir yüz takındıkları ama içlerinden kıs kıs güldükleri ve de hiç de üzgün olmadıkları bir cenaze törenine benzer çok ciddi oynanan bir aldatmaca olduğunu düşündüm. Hz. İsa, benim için bir tür ölüm tanrısı olarak kaldı. Gecenin getirdiği korkuları dağıttığı için yardımsever olduğu doğru olmasına doğruydu ama kendisi çarmıha gerilmiş, pek de tekin olmayan kanlı bir cesetti. Her zaman övgüler yağdırılan sevgisinden ve iyiliğinden kuşkulanır olmuştum. Ondan, “Sevgili İsa” diye söz edenlerin daha çok siyah redingotlar ve pırıl pırıl boyalı siyah ayakkabılar giymeleri bana cenaze törenlerini anımsatıyordu. Bu kişiler babamın ve tümü de din adamı olan altı dayımla iki amcamın meslektaşlarıydı. Yıllarca korkularımın kaynağı oldular. Ayrıca, Cizvitleri anımsattıkları için arada sırada beni korkutan Katolik rahiplere değinmeme gerek yok sanırım. Cizvitler babamı bile kızdırıp öfkelendiriyorlardı. Daha sonraki yıllarda, Kilise’ye kabul edilecek yaşa gelene dek, İsa’ya karşı benden beklenen olumlu düşünceyi elde edebilmek için kendimi çok zorladım ama ona duyduğum gizli kuşkuyu hiçbir zaman yenemedim.
Deneyimde önemli olan, o yaşlardaki her çocukta bulunan “kara adam” korkusu değildi. Çocuk zihnimin bir türlü kurtulamadığı, “Bir Cizvit’tir,” düşüncesiydi. Bu nedenle, önemli olan, düşün simgesel kurgusu ve “bir insan yiyicidir” olarak ortaya çıkan şaşırtıcı yorumuydu. Çocuk dünyasının insan yiyen hayaleti değildi bu. Gerçekten insan yiyici buydu ve yeraltında altın bir tahtta oturuyordu. Çocuk bilincimde ilk önceleri tahtta oturan bir kral vardı, daha sonra da çok uzaklarda, masmavi gökyüzünün çok daha yükseklerinde, çok daha güzel ve çok daha altın pırıltılı bir tahtta, altın taçları ve beyaz giysileri içinde oturan Tanrı ve İsa. Oysa ağaçlık tepelerden aşağıya doğru inen geniş şapkalı, kara kadın giysili Cizvit de aynı İsa’dan çıkmaydı. Başka bir tehlikenin yaklaşmadığından emin olmak için sık sık oraya bakmam gerekiyordu. Düşümde, yeraltına inmiş ve orada altın tahtın üzerinde çok farklı bir şey bulmuştum. İnsan değildi bu. Yer altına aitti. Gözünü yukarıya dikmişti ve insan etiyle besleniyordu. Aşai Rabbani ayininin simgesel anlamının altında yatan ana motifin, insan eti yeme olduğunu ancak yıllar sonra, dinsel törenlerle ilgili bir kitapta okuduğumda gözlerime inanamadım ve her iki deneyimde de bilince çıkmaya çalışan düşüncenin hiç de çocuksu olmadığını, tam tersine, olgun, hatta olağanüstü olgun olduğunu anladım. İçimde konuşan kimdi? Bunları kimin aklı planlıyordu? Ne tür bir doğaüstü güç işbaşındaydı? Çocuk saflığının alışılagelmiş bilinirliğine zarar verebilecek çok rahatsız edici bir düşünceyi önlemek için kalın kafalıların, “kara adam”, “insan yiyen”, “rastlantıdır” ve “geçmişi yorumlama” gibi sözcüklere sığınacaklarını biliyorum. Ah, bu sağlıklı düşünen, iyi ve üretken insanlar! Onları her zaman, bir gün sonra kuruyacağından habersiz, güneşin ısıttığı çok sığ bir yağmur birikintisinde güle oynaya kuyruklarını sallayan kurbağa larvalarına benzetirim.
İçimde konuşan kimdi? Bilgimi çok aşan sorunlara kim değindi? Kim Aşağısı’nı ve Yukarısı’nı bir araya getirdi ve yaşamımın yarısını fırtınalı bir tutkuymuşçasına dolduracak şeylerin temelini attı? Bunu yapan, aynı anda, hem Yukarı’dan hem de Aşağı’dan gelen bu yabancı konuktan başka kim olabilir?
Çocukluk dönemime ait bu düş beni yeryüzünün gizemlerine itti. Ondan sonra, sanki yeryüzünün içine gömüldüm ve oradan çıkabilmem yıllar aldı. Bugün bunların olmasındaki amacın karanlığa, olabildiğince aydınlık getirebilmek olduğunu biliyorum. Karanlıklar ülkesine girebilme izniydi bu ve ruhsal yaşamımın bilinçdışına açılışı o dönemde başladı.
1879 yılında, Basel yakınındaki Klein-Hüningen’e taşınmamızı artık anımsayamıyorum ama ondan birkaç yıl sonra olan bir şeyi hiç unutmadım. Bir akşam babam beni kucağına alıp batıya bakan verandaya çıkardı ve yeşilin en görkemli haliyle ışıldayan gökyüzünü gösterdi. Bu olay, Krakatoa’nın 1883’teki patlamasından hemen sonra oldu.
Başka bir gün de babam beni dışarı çıkarıp doğu ufkunda ışıldayan büyük bir kuyrukluyıldızı gösterdi.
Bir kez de, çok büyük bir sel olmuştu. Wiese Nehri, baraj duvarını ve yukarılardaki bir köprüyü yıktı. On dört kişi boğuldu ve selin sarı renkli suları cesetleri Ren Nehri’ne sürükledi ve sular çekildiğinde cesetlerden bazıları kuma gömülü kaldı. Olayı öğrendiğimde oraya gitmemi önleyemediler. Gerçekten de bir ceset buldum. Orta yaşlı bir adamdı. Üzerinde siyah bir redingot vardı. Büyük bir olasılıkla kiliseden çıkar çıkmaz sürüklenmiş, sonra da yarı yarıya kuma gömülmüştü. Yüzünü kolu örtüyordu. Bir domuzun kesildiğini görmek de, bu olay gibi beni çok etkiledi… Annemin dehşet içinde kalmasına aldırmadan bu işlemi baştan sona izledim. Annemin ürkütücü bulmasına karşın, domuzun öldürülmesi de, ölü adam da ilgimi çekiyordu.
Sanatla ilgili ilk adımlarım da Klein-Hüningen’deki o yıllara ait. Annemle babamın oturduğu ev, on sekizinci yüzyıldan kalma bir rahip eviydi. Bu evde eşyaları henüz sağlam ve duvarlarında eski resimler asılı karanlık bir oda vardı. Özellikle, Davud ve Golyat’ın betimlendiği bir İtalyan tablosunu anımsıyorum. Aslı Louvre’da olan bu resmin kopyası Guido Reni’nin atölyesinde yapılmıştı. Bizim aileye nasıl geldiği konusunda bilgim yok. Şimdi oğlumun evinde asılı olan eski bir tablo daha vardı. Bu da on dokuzuncu yüzyılın başlarında yapılmış bir Basel manzarasıydı. Sık sık gizlice, gözden ırak bu odaya girer, saatlerce tablolardaki güzellikleri izlerdim. Bildiğim tek güzellik bunlardı.
Aşağı yukarı o günlerde –henüz çok küçüktüm, altı yaşından fazla olamam– teyzelerimden biri beni Basel’e götürüp müzedeki doldurulmuş hayvanları gösterdi. Müzede uzun süre kaldık, çünkü her şeyi dikkatle incelemek istiyordum. Saat dörtte, müzenin kapanmakta olduğunu belirten zil çaldı. Teyzem gitmemiz için ısrar ediyordu ama ben bir türlü camekân önünden ayrılamıyordum. Bu arada kapı kilitlendiğinden yan bir merdivene ulaşmak için antikaların durduğu bir salondan geçmek zorunda kaldık. Beklenmedik bir anda kendimi olağanüstü heykellerin önünde buldum. O güne dek, böylesine güzel şeyler görmediğim için büyülenmişçesine gözlerimi olabildiğince açtım. Bakmaya doyamıyordum. Teyzem bir yandan, “Utanmaz çocuk, gözlerini yum, utanmaz çocuk, gözlerini yum!” diye bağırıyor, bir yandan da hep ondan bir adım geride kalan elimi tutup çekmeye çalışıyordu. Ancak o zaman heykellerin çıplak olduğunu, önlerinde de incir yaprakları olduğunu ayrımsadım. O âna kadar bunu fark etmemiştim. Güzel sanatlarla ilk karşılaşmam işte böyle oldu. Teyzem, pornografik bir galeriden geçmek zorunda bırakılmışçasına yerin dibine geçmişti.
Altı yaşındayken annemle babam beni Arlesheim’a gezmeye götürdüler. O gün annemin üzerinde hiç unutamadığım bir giysi vardı. Üzerinde küçük hilal desenleri olan siyah bir kumaştan yapılma giysi, anımsayabildiğim tek giysisi. Annemin ilk aklımda kalan görüntüsü, üzerinde o giysisi olan narin bir kadındır. Ondan sonra onu hep daha yaşlı ve şişman haliyle anımsıyorum.
Bir kilisenin önündeyiz. Annem, “Bu bir Katolik Kilisesi,” diyor. Korkuyla karışık bir merakla yavaşça annemden ayrılıp açık kapıdan içeriye göz atıyorum. Bir basamağa takılıp çenemi bir demir parçasına çarpana dek görebildiğim yalnızca donatılmış mihrabın (Paskalya zamanıydı) üzerindeki büyük mumlar. Annemle babam beni kaldırdıklarında çenemdeki yaradan kan fışkırdığını anımsıyorum. O anda, garip şeyler düşünüyordum: Bir yandan çığlıklarım kiliseye gelenlerin dikkatini çektiği için utanıyordum, öte yandan da, yasak bir şey yapmışım gibi geliyordu: Cizvitler –yeşil perde– insan yiyenin gizemi… Demek ki Cizvitlerle ilgisi olan Katolik Kilisesi buydu. Düşüp böyle bağırmam da onların yüzündendi.
Bu olaydan sonra yıllarca beni kemiren kan görüntüsünden, düşmeden ve Cizvitlerden korkmadan bir Katolik Kilisesi’ne adım atamadım. Kilisede böyle bir atmosfer vardı ama büyülenmekten de kendimi alıkoyamıyordum. Katolik bir rahibin yakınında olmak da beni rahatsız ediyordu. Eğer daha fazla rahatsız olabilecek halim kalmışsa kuşkusuz. Ancak on üç yaşında ilk kez, Viyana’daki St. Stephanos Katedrali’nde, Mater Ecclesia’yı o baskıları duyumsamadan izleyebildim.
Altı yaşını doldurduğumda okula başladım. Babam da bana Latince dersleri vermeye başladı. Okula başlamadan okumayı öğrendiğim ve öbür çocuklardan önde olduğum için dersler kolay geliyor, okulda zorlanmıyordum. Okumayı bilmediğim zamanlarda bir gün, annemi, içinde egzotik dinlerin, özellikle de Hinduizmin resimlerle betimlendiği eski bir çocuk kitabı olan Orbis Pictus’u5 bana okuması için zorladığımı anımsıyorum. Brahma’nın, Vişnu’nun ve Şiva’nın resimleri benim için bitip tükenmeyen bir ilgi kaynağıydı. Annem sonradan bana, sürekli resimlere baktığımı söylemişti. Onlara her bakışımda, bana gelen ve hiç kimseye söylemediğim “açıklama”yla bağlantılı olduklarını düşünürdüm. Bu, hiçbir zaman ihanet etmemem gereken bir gizdi. Annem de bu düşüncemi bilmeden destekliyordu. Çoktanrılı dinlerden söz ederken sesindeki gizli aşağılamayı kaçırmamıştım. “Açıklama”dan söz ettiğimde bunu dehşet içinde yadsıyacağını bildiğim için kırılmak istemiyordum.
Çocuksu olmayan bu duygular, bir yandan çok duyarlı ve kırılgan olmamla, öte yandan da –ki en önemlisi bu– gençlik çağımın ilk yıllarında çok yalnız olmamla bağlantılı (kız kardeşim benden dokuz yıl sonra doğdu). Tek başıma kendime özgü oyunlar oynardım. Ne yazık ki, ne oynadığımı anımsayamıyorum. Aklımda kalan tek şey, rahatsız edilmek istememem. Oyunlara dalar, izlenmeye ya da karışılmaya dayanamazdım. Oyunlarla ilgili ilk belirgin anım, yedi ya da sekiz yaşıma ait. Tuğlalarla oynamaya bayılır, kuleler kurar, sonra da onları zelzele oldu diye var gücümle yıkardım. Sekiz ve on bir yaşları arasında, durmadan savaş sahneleri, bombardımanlar, fetihler ve deniz harekâtı resimleri çizdim. Daha sonraları da, bütün bir defteri mürekkep lekeleriyle doldurur, onları hayallerle süsleyip yorumlayarak eğlenirdim. Okulu sevmemin nedenlerinden biri, orada, çok uzun bir süre yoksun kaldığım oyun arkadaşları bulabilmemdi.
Okulda başka bir şey daha keşfettim. Bunu anlatmadan önce gecelerin giderek kasvetli bir hale dönüştüğünü söylemem gerekir. Geceleri anlaşılmaz ve ürkütücü şeyler oluyordu. Annemle babam ayrı yatıyorlardı. Ben babamın odasında uyuyordum. Annemin odasının kapısından korku veren etkiler sızmaya başlamıştı. Annem geceleri garip ve gizemliydi. Bir gece onu belli belirsiz bir ışıkta, bir hayalet gibi odasından çıkarken gördüm. Başı gövdesinden ayrılmıştı. Küçük bir ay parçası gibi bedeninin önünde havada sallanıyordu. Ardından hemen bir baş daha çıktı ve o da bedeninden ayrıldı. Bu, altı-yedi kez yinelendi. Anksiyeteden kaynaklanan düşlerde bazen küçük, bazen de büyük nesneler görüyordum. Örneğin, çok uzakta küçücük bir top görmüştüm. Bu top giderek yaklaşıyor, yaklaştıkça da canavara benzer boğucu bir nesneye dönüşüyordu. Ya da üzerinde kuşların olduğu telgraf telleri görüyordum. Bu teller kalınlaştıkça korkum da sonunda beni uyandıracak kadar artıyordu.
Bu düşler ergenlik çağına girişin belirtileridir. Oysa henüz yedi yaşlarımdayken böyle bir belirti ortaya çıkmıştı. O günlerde, gerçek olmayan krup hastalığına tutulmuş gibiydim. Boğulur gibi oluyordum. Bir gece, nöbetlerden birinde, yatağın ayakucundaydım. Başım karyolanın demirlerinin üzerine arkaya doğru eğikti. Babam beni koltuk altlarımdan kavramıştı. Başımın üzerinde dolunay büyüklüğünde kocaman bir daire gördüm. İçinde, meleklere benzettiğim altın rengi figürler dans ediyordu. Bu imge yineleniyor ve her yinelenişinde boğulma korkumu geçiriyordu. Oysa boğulma duygusu anksiyeteye bağlı düşlerimde yeniden ortaya çıktı. Bunu psikolojik bir nedene bağlıyorum, çünkü evin ortamı boğucu olmaya başlamıştı.
Noel günü dışında kiliseye gitmekten hiç hoşlanmıyordum. “Bugün Tanrı’nın yarattığı gündür” adlı ilahi, kuşkusuz akşamları da Noel ağacı çok hoşuma gidiyordu. İstekli kutladığım tek Hıristiyan bayramı Noel’di. Öbürlerinin tümü benim için bir şey ifade etmiyordu. Yılbaşı gecesi de Noel gibi çekiciydi ama gene de ikinci derecede kalıyordu. Noel öncesi pazar günlerinin, nedense, gelecek olan Noel’le bağdaşmayan bir yönü vardı. Geceyle, fırtınayla, rüzgârla ve evin karanlık olmasıyla bağlantılıydı bu. Fısıldayan bir şey vardı. Garip bir şeyler oluyordu.
Şimdi, kasabalı okul arkadaşlarımla ilişkilerim sırasında keşfettiğim bir şeye değinmek istiyorum. Beni kendime karşı yabancılaştırdıklarını fark ettim. Onlarla beraber olduğum zamanlarda evde yalnız olduğumdan farklı davranıyordum. Onların kavgalarına katılıyor ya da evde yalnızken her türlü muzırlığı yapabileceğimi bilmeme karşın, aklımın ucundan bile geçmeyen tatsızlıklar çıkarıyordum. Bendeki bu değişikliğe, beni yanlış yönlendiren ve olduğumdan farklı davranmaya iten okul arkadaşlarımın neden olduğunu sanıyordum. Annemle babamın yanı sıra, başkalarının da olduğu bu daha geniş dünya belki tam olarak kuşku uyandırmıyordu ama çok da güvenilir sayılmazdı. Garip bir biçimde düşmancaydı. “Yeşil yaprakların arasından altın rengi gün ışığı”nın süzüldüğü aydınlık gündüzün güzelliğinin giderek bilincine varıyordum ama bunun yanı sıra, içindeki yanıtı olmayan ürkütücü soruların oyuncağı haline geldiğim kaçınılmaz bir gölgeler ülkesinin varlığını da sezinliyordum. Kuşkusuz, geceleri ettiğim dualar, günü doğru dürüst bitirmemi sağlayan ve beni koruyan dinsel törenlerdi. Geceye ve uykuya rahat geçişimi sağlıyorlardı ama ertesi sabah yeniden, beni bekleyen bir tehlikeyle burun buruna geliyordum. Benliğim parçalanmış gibi geliyordu. Bundan korkuyordum. İç dünyamın güvenliği tehdit altındaydı.
Bu dönemde (yedi-dokuz yaş arası) ateşle oynamayı da çok sevdiğimi anımsıyorum. Bahçemizde iri taşlardan yapılma bir duvar vardı. Taşların arasında ilginç oyuklar oluşmuştu. Başka çocukların yardımıyla o oyuklardan birinde küçük bir ateş yakar, bu ateşin sonsuza dek yanması bizim ortak çabamıza bağlı olduğu için gerekli odunu sağlamaya çalışırdık. Benim dışımda hiç kimsenin bu ateşi besleme yetkisi yoktu. İsteyen başka bir oyukta ateş yakabilirdi. Öbür ateşler sıradan oldukları için beni ilgilendirmiyorlardı. Yalnızca benim ateşim canlıydı. Kutsal bir niteliği olduğundan kuşku duymuyordum.
Duvarın önündeki yamaçta, dışa doğru çıkmış bir taş vardı. Bu benim taşımdı. Çoğu zaman o taşın üzerine oturur ve zihnimde aşağı yukarı şöyle gelişen bir oyun başlatırdım: “Ben bu taşın üzerinde oturuyorum. O da benim altımda.” Taş da, “Ben” diyebildiği ve düşünebildiği için, “Ben bu yamaçta yatıyorum. O da üzerimde oturuyor,” derdi. Ondan sonraki soru şuydu: “Taşın üzerinde ben mi oturuyorum, yoksa onun üzerinde oturduğu taş ben miyim?” Bu soru beni her zaman şaşırtırdı. Ayağa kalkar, kimin ne olduğunu düşünmeye çalışırdım. Soru tümüyle yanıtsız kalır, kararsızlığımı garip ve büyüleyici bir karanlık duygusu sarardı. Önemli olan, bu taşın benimle gizemli bir bağı olmasıydı. Taşın bana sunduğu şaşırtmacayı düşünerek üzerinde saatlerce oturabilirdim.
Otuz yıl sonra, yeniden o yamaçta durduğumda evli, çocuk sahibi, evi ve dünyada bir yeri olan, zihni düşüncelerle ve planlarla dolu bir adamdım ama orada bir kez daha gizemli anlamları olan ateşler yakan ve taşın üzerine oturup, “Ben o muyum, yoksa o mu ben?” gibi yanıtsız sorular soran küçük çocuğa dönüştüm. Ansızın aklıma, başka bir dünyada ve zamanda kalmışçasına, bana yabancı gelen Zürich’teki yaşamım geldi. Ürkütücüydü bu. İçine gömülü olduğum çocukluk dünyamsa ölümsüzdü. Oysa beni ondan ayırmışlardı ve bu nedenle, durmamacasına ilerleyen ve giderek beni uzaklara sürükleyen bir zamanın içine yuvarlanmıştım. Geleceğim elimden kayıp gitmesin diye, kendimi oradan zorlukla çekip koparabildim. O ânı hiç unutamadım, çünkü çocukluğumda saklı sonsuzluğu bir şimşek gibi bir anlığına aydınlatmıştı. Bunun anlamı kısa bir süre sonra, on yaşına geldiğimde ortaya çıktı. Kendimle olan bağdaşmazlığım ve dış dünyaya karşı duyduğum güvensizlik, beni o zamanlar hiç anlayamadığım bir şey yapmaya itti. İlkokul öğrencilerinin çoğunun kullandığı, içinde cetveli ve de minik bir kilidi olan parlak sarı, sıradan bir kalem kutum vardı. Cetvelin ucuna, oyarak, redingotu, silindir şapkası ve parlak siyah botları olan aşağı yukarı altı santimetre boyunda bir adamcık çizmiştim. Oyuklarını siyah mürekkeple doldurup cetvelden ayırdım, sonra da kalem kutusunun içine hazırladığım küçük bir yatağın üzerine yatırdım. Bir parça yünden bir palto bile yaptım. Ren Nehri’nin kenarından aldığım ve uzun bir süre pantolonumun cebinde dolaştırdığım, üst ve alt yüzeyleri ayrıymış gibi gözüksün diye suluboyayla boyadığım siyaha çalan, düzgün, uzunca bir taşı da kutuya yerleştirdim. Bu, “onun” taşıydı. Bunların tümü çok büyük bir gizdi. Kutuyu gizlice, çıkılması yasak (yasaktı, çünkü yer tahtalarını kurtlar yemişti ve hepsi çürüktü) tavan arasına götürdüm ve yaptığım işten çok memnun kalarak kirişlerden birinin üzerine koydum. Hiç kimse bunu görmemeliydi! Kimse onu orada bulamazdı. Hiç kimse gizimi keşfedip mahvedemeyecekti. Kendimi güvende hissediyordum. İç çatışmalarımın neden olduğu işkenceler dinmişti. Bütün zor durumlarda, yanlış bir şey yaptığımda, duygularım incindiğinde ve babamın gerginliği ya da annemin hastalıklı hali bana baskı yapmaya başladığında, özenle sarıp sarmalayıp yatırdığım minik adamı ve güzel renkleri olan taşı düşünürdüm. Ara sıra –genelde birkaç haftada bir– kimsenin beni görmeyeceğinden emin olduğum zamanlarda gizlice tavan arasına çıkar, kirişin üzerine tırmanır, minik adamıma ve taşına bakardım. Gizli bir dil uydurmuştum. Yukarıya her çıkışımda daha önce okulda üzerine bu dilde bir şeyler yazdığım bir kâğıt parçasını kutuya bırakırdım. Her kâğıdın eklenişi ciddi bir tören havasında olurdu. Ne yazık ki, minik adama hangi mesajı vermeye çalıştığımı artık anımsayamıyorum. Yalnızca “mektuplarım”ın onun için hazırlanmış bir kitaplık işlevi olduğunu biliyorum. Emin değilim ama sanırım bu kâğıtlarda özellikle beğendiğim deyimler yazılıydı.
Yaptıklarımın anlamı ya da bunları nasıl açıklayabileceğim hiç umurumda değildi. Yeni kazandığım güven duygusu ve kimsenin bilmediği ve ulaşamayacağı bir şeyin varlığının verdiği doyum yeterliydi. Bu, hiçbir zaman ihanet edilmemesi gerekli bir gizdi, çünkü yaşamımın güven içinde olması buna bağlıydı. Nedenini kendime hiç sormadım. Öyle olması gerekiyordu.
Bir gize sahip olmak kişiliğimin oluşmasında çok büyük rol oynadı. Gençliğe adım attığım yılların en önemli etkeni olarak görüyorum onu. Kimseye ne fallusu düşümde gördüğümden ne de Cizvit’ten söz ettim. Onlar da suskun kalmamın gerektiği gizemli dünyanın parçalarıydı. Taşı olan küçük tahta adam, bilinçdışı ve çocuksu da olsa, bir gizin oluşumuna biçim vermede ilk adımdı. Sürekli bunu düşünüyor ve gizi çözmem gerektiğini sezinliyordum. Oysa neyi ifade etmek istediğimi bilmiyordum. Gizemin ne olduğunu ve nerede bulunduğunu gösterecek ve bana bir ipucu verebilecek bir şey (büyük bir olasılıkla doğada) bulma umudundaydım. O dönemde, bitkilere, hayvanlara ve taşlara olan ilgim arttı. Sürekli gizemli bir şeyler arıyordum. Bilinç bağlamında, Hıristiyan dinine bağlı sayılırdım ama her zaman biraz kuşkulu bir biçimde: “Ama o kadar da kesin değil,” ya da “Öyleyse yerin altındaki bu şey de ne?” diye düşünerek. Dinsel öğretiler bana pompalandığında ve bana, “Güzel ve iyi olan budur,” denildiğinde, kendi kendime, “Evet ama, insanların bilmediği başka bir şey, hem de çok gizli bir şey var,” diye düşünürdüm.
Çocukluk dönemimin doruğu olan tahtadan oyulma minik adam, o dönemin de sonu oldu. Bir yıl sürdü bu. Sonra bu olay otuz beş yaşıma gelene dek bir daha aklıma gelmedi. Sonra bu anı parçası, çocukluk anılarımın arasından sıyrılıp belirgin bir biçimde ortaya çıktı. Wandlungen und Symbole des Libido6 adlı kitabımın ön çalışmalarını yaparken Arlesheim yakınındaki gömüler ve Avustralya yerlilerinin Churingas’larını yani ruh taşlarını gizledikleri yerlerle ilgili bir yazıyı okurken birdenbire, öyle bir taşın kopyasını hiçbir yerde görmediğim halde zihnimde onun neredeyse tam bir tanımının olduğunu keşfettim. Sözü edilen, alt ve üst bölümleri farklı renklere boyanmış yassı bir taştı. Hiç resmini görmememe karşın, bunu bir yerlerden anımsıyordum. Bu imge sonunda, sarı kalem kutusu ve minik adamla birleşti. Küçük adam sarılıp sarmalanmış bir eskiçağ tanrısıydı; Asklepios anıtlarındaki betimlemelerde görülen ve bir parşömene yazılı bir yazıyı ona okuyan bir Telesphoros’tu. İşte ilk kez o zaman, insanların bireysel ruhlarına, hiçbir gelenekle bağlantısı olmayan eski ruhsal öğelerin girmiş olabileceğini düşündüm. Babamın kitaplığında –çok sonra doğru dürüst inceleyebildiğim– böyle bir bilgiyi içerebilecek tek bir kitap bile yoktu. Ayrıca, babamın da bu konuda bir şey bildiğini gösteren bir kanıtla hiç karşılaşmamıştım.
1920 yılında, İngiltere’deyken çocukluğumdaki olay aklıma bile gelmeden ince dallardan iki figür daha yaptım. Bunlardan birini büyülterek taşın üzerine çaktırdım. Hâlâ Küsnacht’taki bahçemde. Bu uğraşlarım sırasında bilinçdışı, bu figüre bir ad verdirtti. Atmavictu, yani “yaşam soluğu” adını uygun bulmuştu. Çocuk düşlerimin cinsel teması şimdi de “yaşam soluğu”, yani yaratıcı bir dürtü biçiminde gelişip ortaya çıkıyordu. Sonuçta küçük adam, sarılı olarak bir kista’ya gizlenmiş ve yaşam gücüyle donatılmış –uzunca siyah taş– bir “kabir”di. Ama bu bağlantıları çok daha ileri yıllarda görebildim. Çocukken bu dinsel töreni, Afrika yerlilerinde de gördüğüm gibi, ne yaptığımın bilincinde olmadan yapmıştım. Onlar da eylemin gerçekleşmesinden çok uzun bir süre sonra ne yaptıkları üzerine kafa yormaya başlarlar.
Carl Gustav Jung
Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi)
Almanca Aslından Çeviren: İris Kantemir, Can Yayınları