“Yokluk derecemi tayin etmeye çalışıyorum” | Erken Kaybedenler – Emrah Serbes

Erken Kaybedenler“Apartmanın girişindeki lambayı sen mi kırdın Bülent?”
“Hangisini?”
“Otomatik yanan, sensorlu lamba.” “Hayır.”
“Komşu görmüş, yalan söyleme. Süpürge sapıyla kırmışsın dün gece.” Önüme baktım. “Neden kırdın?” Cevap yok.
“Hasta mısın evladım? Söyle bana, neyin var, neden kırdın lambayı, yapma böyle…”
“Kırdımsa kırdım, ne olacak! Çok mu değerliymiş?” “Lamba senden değerli mi evladım, lambanın … koyayım, lamba kim? Yöneticiye de dedim. Lambanızı ikeyim, kaç paraysa veririz. Sen değerlisin benim için.” “Beni görünce yanmıyordu baba.” “Nasıl ya?”
“Görmezden geliyordu, yanmıyordu. Kaç sefer yok saydı beni.”
“E beni görünce de yanmıyordu bazen, böyle el sallayacaksın havaya doğru, o zaman yanıyor.” “Hadi ya! Sahiden mi?”
“Evet. Ucuzundan takmışlar. Bizimle bir alakası yok.” Babama sarıldım, yıllar sonra.

<<Öncesi| Kimi Sevsem Çıkmazı

En salaş birahaneye girdim, iki bira, yarım kâse bayat fıstık. Masaya yumruk. “Öldürdünüz lan beni,” diye bağırdım. Kovdular. Sokağa çıktım. Şeytan diyordu ki: babana, birahanedeki sarhoşlara ve bütün dünyaya olan sinirini üst üste ekle, dayan Handanların kapısına, “Yeter lan sizden çektiğim!” de, onlara yansıt ne varsa. Bir kestane ağacının altında oturdum, neredeyse ağlayacaktım. Eve dönsem mi dönme-sem mi diye uzun süre düşündüm. Babam da artık, dövecek mi öldürecek mi ne yapacaksa yapsın, sırf bakış, sırf karizma, ucuz bütçeli bir gerilim filmine döndü aramızdaki ilişki; iç parçalayan diyaloglar, korkutayım derken güldüren sahneler. Dursun Amca geldi yanıma, babamın beni Meydanda beklediğini söyledi.
Kıraathaneye girdim. Çeçenistan bayrağının altında kâğıt oynuyorlardı. Beni görünce kâğıtları bıraktılar. Gittim yanlarına, hiçbiriyle kafa tokuşturmadım.
“Beni çağırmışsın baba.”
“Geç şöyle,” diyerek karşısına oturttu beni. Belinden 14’lüyü çıkarıp birazdan üstüne elini basıp yemin edecekmiş gibi masaya koydu. “Bundan sonra bu silahı taşıyacaksın yanında,” dedi. “Biri sana sataştı mı? Önce havaya sık sonra topuğuna. Kapalı mekândaysan vur kabzayı alnına. Nasıl kullanılacağını biliyorsun, kırk sefer talim yaptık arazide. Çekinme al, ruhsatı var.”
Silahla bir takım artistlikler yaptı, tetik düşürdü, evirdi çevirdi, önüme koydu.
“Baba yapma ya…”
“Ne demek yapma! Benim de bir şerefim var! Benim oğlum nasıl dayak yer. Benim zürriyetimden birinin gözünü kim morartabilir? Ben senin yaşlarındayken Ulucanlar’da gün sayıyordum. Müebbet yemiştim, hayatım kaymıştı, cehennemi yaşadım.”
Yine aynı hikâye. Ecevit’in gelip de adaletin yerini bulması… Genel af olmasa ne ben dünyada olurdum, ne de Annem Annem olurdu… Uzamasın. 14’lüyü belime taktım. Babam ben silahlanınca rahat bir nefes alıp “Dükkâna da yeni birini aldım,” dedi. Yanında oturan gencin omzuna vurdu. “Delikanlı bir çocuk. Ocak’tan.” Bana döndü, “Sen bundan sonra derslerine yoğunlaş,” diye devam etti. “Okulların açılmasına az kaldı. Okuyup adam ol.”
Babamın yanındaki sarkık bıyıklı, “Evet,” dedi. “Kalem kılıçtan keskindir.”
“Tamam reis,” dedim. “Sağa sola ateş etmem.” Kalktım.
“Ben biraz hava almaya çıkıyorum.” “Çok geç kalma, alkol alma.”
Belimdeki 14’lüyle Handanların evinin önünde, gözünü kan bürümüş -sahiden bürümüştü- bir kiralık katil gibi dolaşmaya başladım. Balkonlarında bir karartı vardı, bana seslendi, “Berke Agbi sen misin?”
“Evet canım.”
“Dur iniyorum.”
Handanın kardeşi, ördek desenli kısa şortuyla, minimal göğüslerini belli eden askılı bodysiyle ve parmak arası terlikleriyle karşıma dikildi.
“Gözün çok acıyor mu?”
“Yok bir şey canım.”
“Hep benim yüzümden…”
“Bu konuyu kapatalım, şu duvara oturalım.”
Apartmanın bahçe duvarına oturduk. Dizi dizime değdi. Çekmedi, ben de çekmedim. Sanki hiç böyle bir şey yokmuş gibi oturmaya devam ettik. Saçlarını kulak arkasına atıp bana döndü.
“Ablam gerizekâlı olduğunu düşünüyor,” dedi. “Ve de hayvanmışsın, senin yanında herkes biraz insan evladı saydırmış.”
“Seni bunları söylemen için mi gönderdi?” “Evet.”
“İyi,” dedim. “Hakaret ettiğine göre bir kalbi varmış demek.”
“Bunu ona söyleyeyim mi?”
“Hayır, söyleme. Sen benim hakkımda ne düşünüyorsun canım?” “Ne?”
“Nasıl biriyim sence?”
“Bilmem, esprilisin işte,” dedi yüzünde hınzır bir ifadeyle. “Yakışıklı mıyım peki?”
Bana yaklaştı, sanki sorduğum sorunun cevabını arıyormuş gibi öyle mahzun baktı bir an. İçimde bir umut ışığı belirdi. Neredeyse öpmeye yeltenecektim. Bizim aile böyle, güzel kadınlar karşısında elleri ayaklarına dolaşan adamlar yardımlaşma ve dayanışma derneği. En ufak bir umut ışığı görmeyelim, anında sapıtırız, bizi duygularını belli etmeyen mülayim aile babalarının dünyasına bağlayan şey bir pamuk ipliğidir diyebilirim. Büyük amcam, ailenin en zengini, kuyumcuydu. Pavyonlara takılmaya başladı, konsomatrisin birine tutuldu, ona beşi bir yerde garsonlara da cumhuriyet altını taka taka yiyip bitirdi koca kuyumcuyu. Sonra dine döndü ama bizimkine değil, Yehova Şahitlerine. Babam, ikinci karısını gördüğü gün üç çocuğunu ve ilk karısını ardında bırakıp bir valizle çıkmış evinden. Annemi gördüğünde de iki çocuğunu ve ikinci karısını bırakmış aynı şekilde. Birine daha aşık olsa da bizi de bıraksa diye düşünmedim değil.
“Neden öyle bakıyorsun!”
“Hiç.”
“Berke Ağbi bana bir şey mi söylemeye çalışıyorsun?” Evet canım, evet. Bir şey söylemeye çalışıyorum. Bir kar-topuydun seni ilk gördüğümde, günler geçtikçe zihnimin en ücra yamaçlarında yuvarlana yuvarlana büyüdün ve şimdi bu akşam, bir çığ halinde indin üstüme. Seviyorum seni, hastayım sana!
“Hayır canım,” dedim. “Sen git. Ben bir şey söylemek istiyorsam doğrudan söylerim zaten, prensiplerim vardır.”
Dizini çekti. Duvardan kalktı. Arkasına bulaşan kireci temizledi ve terliklerinden löp löp sesler çıkararak koşar adım uzaklaştı. Bir şey mi demek istiyormuşum. Lafa bak. Daha on üç yaşındasın, bir şeyi de anlama, bir parça saftirik ol, bir parça lolita atmosferi yaşat.
Okullar açıldı. Ben bütün sonbahar Handan’ı, Annesini ve kardeşini düşündüm. Aramızda geçen diyalogları, bana karşı tavırlarını, en ufak mimiklerini bile bir bir tasnif ettim. Handanın babasını bile düşündüm, tabii o manada değil. Okulu astım, dersleri boşladım, günlük tutmayı bıraktım. Moralim o kadar bozuktu ki, bitmek tükenmek bilmeyen uzun kış gecelerinden birinde başıboş adımlarla arşınlarken ıssız sokakları, daha fazla dayanamadım, havaya üç el ateş ettim üç yerinden kırılan kalbimin isyanını simgelemesi babında: Tak Tak Tak! Balkona çıkıp bakanlar oldu, “Girin lan içeri,” diye bağırdım. Polisi aramışlardır diye ara sokaklarda gözden kayboldum.
3 Kasım seçimlerinden ötürü babamın da morali bozuktu. Ecevit’in hezimete uğraması yetmiyormuş gibi MHP de barajı aşamamıştı. O sinirle dükkânın camını çerçevesini indirmişti gayriresmî seçim sonuçlarının açıklandığı saatlerde. Eli kesilmiş, sekiz dikiş atılmıştı. Hatta üç gün kapatmıştı dükkânı protesto amacıyla. “Bu nankör halka ne tüp satarım bundan sonra ne de su!” demişti. Ben ilk defa oy kullanmıştım.
* * *
Bahara kadar bekledim. Sabrederek, tasnif edilebilecek her şeyi tasnif ederek ama sonra dayanamadım, nefsime hâkim olamadım. Handana telefon ettim, açmadı, “sim mera-ba cok acil ve hayati bir konuyu görüşmek istiyorum senle buluşabilir miyiz acaba sana da uygunsa sevgiler berke,” diye mesaj çektim, cevaplamadı. Telefonu tedirgin olduğu için açamamıştı diyelim ama mesajıma soğukkanlılıkla “Hayır,” yazabilirdi. Cevap vermediğine göre onun gözünde benim gibi biri yoktu. Eğer onun gözünde yoksam ne kadar yokum diye düşünmeye başladım. Bunun derecesini tayin etmeye çalıştım. Bütünüyle mi yoktum acaba, yoksa kısmi bir yokluk muydu benimki? Dünyada iki kişi kalsak mesela, arar mıydı? Aramazsa herhalde kati surette yok sayılırdım onun gözünde. Ya da yolda yürürken ben görmeden önce o görse beni, yolunu değiştirir miydi? O zaman yine kati surette yok sayılır mıydım? Ya da ikimiz aynı anda göz göze gelsek, yol değiştirmeye imkân olmasa, o zaman selam verir miydi? Selam verirse mecburen mi var olurdum acaba?
Akşam dershane çıkışına gittim, bekledim. Dershaneden çıkıp da beni görmemesine imkân yoktu, kabak gibi duruyordum kapının önünde. Önümden geçerken durdu, şöyle bir baktı ne istiyorsun gibilerden. Delice güldüm. Hızlı adımlarla uzaklaştı test kitaplarını göğsüne bastırıp. “Yokluk derecemi tayin etmeye çalışıyorum,” diye bağırdım arkasından.
Eve gittim. Annem kirli tabakları bulaşık makinesine yerleştiriyordu. Mutfak masasına oturdum, onu seyretmeye başladım anlamsızca.
“Niye geldin?”
“Hiç.”
Annem kırk yaşında. Bakmasını bilen gözler için hâlâ güzel sayılır. Babamın durumuna göreyse muhteşem bir kadın. Yani altmış yaşındasın, topalsın, tüpçüsün, amatör mafyasın, vur empatinin gözüne, aslında kimsenin iplediği yok seni bu dünyada… İşte böyle bir kadın, seni yine de ayakta tutabilir o zaman, çevrene gururla bakmaya devam edebilirsin, daha düşmemişsindir o kadar. Annem makinenin kapağını kapatıp bana döndü.
“Bir şey mi var Berke?”
“Evet. Üçüncü kadın olmak nasıl bir duygu?”
“Ne?”
“Babamın üçüncü karısı olmak.” “Bilmiyorum, hiç düşünmedim.” “Hadi canım.”
“Neden soruyorsun bunları?”
“Seni de bırakıp gideceğinden korkmadın mı hiç? Dördüncü bir kadın bulsa mesela.”
“Başlarda korktum biraz. Ama sonra pek düşünmedim.”
“Neden?”
“Seviyor beni, bırakamaz.” “Sevilmek nasıl bir duygu?” “Böyle bir duygu.” “Güzelmiş”
Annem bizim gibi duygusal bir tip değil. Heyecanlarını belli etmez. Ağladığında bile belli bir ölçüsü vardır, hemen ellerinin dışıyla siler göz pınarlarını, bastırmaya çalışır o duygusallığı. Ağlamaya başladığı zaman kendini gaza getirip daha çok ağlayan kadınlara benzemez. Yanıma oturdu, elinin dışını alnıma koyup ateşimi kontrol etti.
“Handan yüzünden mi?”
“Evet.”
“Sorun ne?”
“Ben yokum.”
“Nasıl yoksun?”
Bana sarıldı. İttim ellerini.
“Dokunma bana!”
“Neden?”
“Çünkü beni sevmiyorsun!” “Nereden çıkardın bunu?” “İsteseydin babama kabul ettirirdin.”
“Neyi?”
“Kamyonetle tüp dağıtmazdım geçen yaz. Üstüm başım yağlı olmazdı, uşak gibi girmezdim Handanların evine.” “O kadar ağladım evladım, dinletemedim ki babana.” “İsteseydin dinletirdin.” “Nasıl?”
“Ne bileyim. Valizi toplayıp teyzemlere gidebilirdik yine. Çok iyi bilirdin kabul ettirmesini ama yapmak istemedin. Çünkü yeterince sevmiyorsun beni. Bu daha berbat bir şey. En azından Handan’ın beni sevmediğinden eminim. Ortada çok net bir durum var. Sende öyle bir netlik yok. Seviyor gibi görünüyorsun ama sevmiyorsun aslında.”
“Evladım onlar nasıl sözler, ben seni seviyorum.”
“Sevmiyorsun. Yeterince sevmiyorsun. Yeterince sevsen, bütün sevmeyenler adına da severdin beni. Çok gayret ettin beni sevmeye ama olmuyor işte. Babamı sevmediğin için beni de sevemedin bir türlü. Mesele bu, biz senin hayatını mahvettik, gençliğini güzelliğini mahvettik.”
Çıktım gittim. Birahane. Altı bira, bir kâse fıstık. Handanın Annesine telefon açtım, “Alo. Seni seviyorum,” dedim. “Sen kimsin?”
“Nurullah hocam. Nurullah Bülent Berke Kamiloglu. Hepsi benim. Kamiloglu Ticaret Tüpgaz ve Damacana Su Bayisi’nin veliahtıyım. Kocanı terk et! Bana gel.”
“Nurullah ne diyorsun sen? Delirdin mi?”
“Konu bu değil.”
“Konu ne?”
“Kocandan ayrıl bana gel. Seni seviyorum. Sana cesaretim var. Sana hazırlık yaptım! Bu hayat denen maskeli baloya seni sevmek için geldim. Bu şiirsiz dünyanın kalbi olmak için geldim. Merak etme, kızlara da çok iyi babalık yaparım.”
“Nurullah bunları duymamış olayım.”
“Niye?”
“Ne demek niye?
“Neden olmaz? Bir sebep söyleyebilir misiniz hocam?”
Cevap yok.
“Baktığım için mi?”
“Nurullah saçmalama evladım.”
“Sevimli görünme tutkum yüzünden mi? Heyecandan boş tüpü unuttuğum için mi?” “Nurullah sen sarhoş musun?” “Konu bu değil. Suçum ne? Neden olmaz?” “Nurullah kapatıyorum.”
“Kapatma intihar ederim. Kapatırsan kafama sıkarım, şakam yok.”
“Ne intiharı, ne diyorsun çocuğum sen?” “İntihar etsem ne çıkar. Öldürdünüz zaten beni, yaşatmadan öldürdünüz.” “Kim öldürdü?”
“Siz.”
“Nurullah evladım, kendine gel.”

“Kocan yüzünden mi? Kocanın çok önemli bir adam olduğunu mu düşünüyorsun? O meyveli sodayı Türkiye’ye getirdiyse biz de ilk emniyet supaplı tüpü getirdik bu şehre.”
Beş saniye kadar sustuk. Telefonu kapattım. Bir hafta evden çıkmadım. Kendi kendimi yedim. Alkollüyken bütün iletişim araçlarından uzak duracağıma yemin ettim. Tehlikenin geçtiğine inanınca yeniden dolaşmaya başladım Handanların evinin önünde. Allah’tan Handanın kardeşi, evin önünde gezen adamlara karşı sürekli tetikte. El ettim, yanıma indi yine. Apartman duvarına oturduk.
“Berke ağbi sen hasta mısın?” diye sordu.
“Yoo…”
“Ablamın arkasından abuk subuk laflar etmişsin geçen akşam.”
“O mu söyledi bunu?” “Evet.”
“İyi. Bir kulağı varmış demek ki.” “Bu aşk seni delirtti mi?”
“Hayır canım, akli dengem yerinde. Sana bir şey soracağım, Annen benim hakkımda bir şey söyledi mi?” “Ne gibi?”
“Ne bileyim, onunla görüşme gibi.”
“Hayır. Niye böyle bir şey sordun Berke Ağbi? Annemle aranızda bir şey mi geçti yoksa?
“Yuh! Annenle aramızda ne geçebilir. O gerçekten çok olgun bir kadın yalnız, bunu tekrar belirteyim. Ben öylesine sormuştum, hani sürekli bu duvarda oturuyoruz, belki rahatsız olmuştur. Sen de genç kız sayılırsın artık.”
“Niye rahatsız olsun ki, ne güzel oturuyoruz işte.”
“Haklısın canım, oturalım böyle.”
Oturduk. Diz dize. Onu öpmek için cesaretimi toplamaya çalışıyordum.
“Samet sol görüşlüymüş,” dedi birden.
“Aşırı mı?”
“Evet. Baykal’a oy vermiş.”
Bunun üzerine benim siyasi görüşümü sordu. En nefret ettiğim soru tipi, seçimde kime oy verdin mesela, herkes soruyor, sana ne! Senin verdiğine vermediğim kesin!
“Niye sordun?”
“Merak ettim. Sen de mi solcusun?”
“Hayır,” dedim. “Ben muhafazakârım canım. Muhafaza etmek istediğim şeyler var. Bunların başında da sen geliyorsun. Aramızdaki yaş farkına rağmen, seninle sürdürdüğümüz düzeyli arkadaşlığımız geliyor.”
“Teşekkür ederim Berke Ağbi.”
“Bir şey değil canım.”
Daha ne diyebilirdim ki.
* * *
Yine yaz geldi. Üniversiteyi kazanamayınca ve Dursun Amca da ikinci kalp krizinden ölünce tüpçü tamamen benim üstüme kaldı. Ben siparişleri alıyordum, Çılgın Kurt adını taktığım eleman da dağıtım yapıyordu. Babamı ikna etmiş, dandik kamyoneti sattırıp yeni bir Peugeot Partner aldırmıştım arada. Handan’ın kardeşi yine uğruyordu her geçtiğinde. Bütün haberleri veriyordu. Handan nişan yapalım demiş, Samet erken olduğunu söylemiş falan. Oyalıyordu kızı it.
Sonra bir gün cepten aradı Handanın kardeşi, “Bize su getirebilir misin Berke Ağbi?” dedi. “İyi de siz suyu bizden almıyorsunuz ki?” “Tüp getir o zaman, çabuk gel.” “Annenler evde mi canım?” “Yok.”
Telefonu kapattım. Böyle olacağı belliydi zaten, apartman duvarında otuz yedi sefer diz dize oturduk, iki sefer Cumhuriyet Caddesinde çay bile içtik. O on dört olmuştu, ben on sekiz. Daha da güzelleşmişti. Hatları iyice belirginleşmiş, yürüyüşüne bir ahenk gelmiş, çocukluktan kalma aptalca tavırların çoğunu -parmak arası terliklerle lop lop koşmak gibi mesela- törpülemiş, tam bir genç kız olmuştu. Ellerimi ovuşturdum. Beklediğime değmişti. Handanlara gittim, kapı aralıktı.
“Tüp nerede?”
“Saçmalama canım. Neden çağırdın beni?” Elimden tuttu, içeri çekti yavaşça. “Gel,” diye fısıldadı.
Girdim. O ince beline sarılsam mı sarılmasam mı diye düşünürken, “O burada,” dedi. “Kim?”
“Samet, yarım saattir bizde. Ablam çağırdı, Annemler evde değil diye.” “E, ne yapayım?”
“Hani çok pis döveceğim diyordun.”
“Öyle bir şey dediğimi hatırlamıyorum.”
“Bana öyle dediler. Arkasından Avarel dedin diye, onun yanında herkes biraz Red Kit sayılır dedin diye, gözünü morartmadı mı geçen yaz?”
Sen yetiştirmeseydin bu lafı, gözüm morarmayabilirdi değil mi canım diyecekken, “Nerede lan o it?” dedim.
“Handanın odasındalar.”
Kapıyı tıklatıp girdim. Samet, Handan a sarılmıştı, yarı çıplak öpüşüyorlardı. Ön sevişmede yetişmiştik Allah’tan. Baskını yiyince ayrıldılar. Handan göğüslerini kapatarak banyoya kaçtı. Yine üstüme yürüdü Samet. Boyu nereden baksan bir seksen beş. Benden yakışıklı olduğu da kesindi, bebek yüzlü diye tabir ediyorlar kendisini. Avarel lafına bundan çok içerlemişti herhalde.
“Ne işin var burada?” diye sordu.
“Asıl senin ne işin var!”
Muhabbeti çok uzatmadı, bir sağ oturttu karnıma, iki büklüm oldum, kaldırdı, bir de çeneme oturttu. Yere serildim. Elimin dışıyla ağzımdaki kanı sildim. Silahı çektim. Durdu.
“Gerçek değildir,” dedi. Bir adım daha attı. Şarjörü çıkardım, gösterdim, hızla kapattım, emniyetini açtım. Gerçek olduğuna inanınca dondu kaldı, rengi attı. Ayağa kalktım. Handan, gör sevdiğin adamı! Silahla üstüne yürüyünce geri çekilmeye başladı. Ateş etmeyecektim, kabzayla kafasını yaracaktım sadece. Handan’ın kardeşi araya girdi. Samet’in önüne geçip iki kolunu açtı.
“Yapma lütfen Berke agbi. Yapma lütfen!” “Sana ne oluyor?” “Bırak lütfen, yapma!” “O zaman niye çağırdın beni canım?” “Öldür diye mi çağırdık? Seviyorum onu!” Samet’le beraber ona döndük. Handan da banyodan çıkıp baktı kardeşine. Hepimiz öyle durduk, biri gelip o halimizin yüzlerce fotoğrafını çekebilirdi. Handanın kardeşi bozdu pozu, Samet’in yüzündeki şaşkınlığı görünce yakasına zıpladı. “Öptün beni,” dedi. “Yalan mı? Öptün beni! Apartman duvarında otururken öpmedin mi kaç sefer? Yalan mı?”
“Bu ne rezillik!” diye bağırdım. “Ablasını cinsel ilişkiye zorladığın yetmiyormuş gibi bir de şu küçücük kızcağızı öpmeye mi yeltendin? Utanmıyor musun itogluit! Sübyancı şerefsiz!” Handan’ın kardeşini elimin tersiyle ittim. Duvara yapışıp yapay bir hüzünle ağlamaya başladı. Silahı Samet’in başına dayadım.
Handan, “Vur!” dedi.
Handanın kardeşi bana döndü, dizlerime sarıldı, “Vurma,” dedi. “Vurma lütfen Berke agbi. Ecevit’in de durumu kötü, bundan sonra genel af çıkmaz, ömür boyu yatarsın.”
“Yatarım canım!”
“Berke ağbi! Lütfen! Manyaklaşma Allah’ını peygamberini seversen!”
“Sen karışma canım! Şimdi bu silahı bir yalan makinesi gibi düşün Samet! Yalan söylersen vururum seni. Tamam mı lan?”
Samet titriyordu, “Tamam,” dedi. “Onu da istedin mi?” “Kimi?”
“Kimden bahsettiğimi biliyorsun.” “Kimi?”
Silahı iyice bastırdım.
“Kimden bahsettiğimi çok iyi biliyorsun Samet.” Kızlara döndüm, “Siz de biliyorsunuz! Bilmiyorum diyen varsa tetiğe basarım. Bilmeyen var mı?”
Cevap yok.
“İstedin mi Samet?”
Samet ağlayarak, “Evet,” dedi. Silahın kabzasıyla başına vurdum, “Görün sevdiğiniz adamı,” dedim.
Çıktım. Birahane. Sekiz bira, bir kâse fıstık. Masaya yumruk. Bağırdım, “Kâinatta yapayalnızım!” Gülenler oldu. Bana alışmışlardı, hemen kovmuyorlardı artık. Yine de hesabı ödeyip gitme vaktimin geldiğini söyledi birileri. Bardağımı kaldırdım, “Giderdim elbet,” dedim. “Giderdim dostlar! İnandığım birtakım değerler olmasaydı giderdim çoktan. Ama dehşetin dibindeyken, bütün dünya bana sırtını dönmüşken, beni hâlâ ayakta tutan şeyler var çok şükür. Bunların başında da sizler geliyorsunuz. Şu birahanede içtiğimiz fıçı biralar geliyor. Bu hain, aşağılık dünyanın gemisi batarken gururla gülümseyebilenlere ne mutlu! Ne mutlu aşkları yüzünden haysiyetlerini kaybetmeyi göze alabilen adamlara! Hepinize afiyet olsun!”
Bardağı diktim. Daha beter güldüler. Hesabı ödeyip çıktım. Sağa sola tutuna tutuna eve gittim. Ertesi sabah kıraathanenin önünden geçerken babam çağırdı. Boş bir masaya oturttu beni.
“Apartmanın girişindeki lambayı sen mi kırdın Bülent?”
“Hangisini?”
“Otomatik yanan, sensorlu lamba.” “Hayır.”
“Komşu görmüş, yalan söyleme. Süpürge sapıyla kırmışsın dün gece.” Önüme baktım. “Neden kırdın?” Cevap yok.
“Hasta mısın evladım? Söyle bana, neyin var, neden kırdın lambayı, yapma böyle…”
“Kırdımsa kırdım, ne olacak! Çok mu değerliymiş?” “Lamba senden değerli mi evladım, lambanın … koyayım, lamba kim? Yöneticiye de dedim. Lambanızı ikeyim, kaç paraysa veririz. Sen değerlisin benim için.” “Beni görünce yanmıyordu baba.” “Nasıl ya?”
“Görmezden geliyordu, yanmıyordu. Kaç sefer yok saydı beni.”
“E beni görünce de yanmıyordu bazen, böyle el sallayacaksın havaya doğru, o zaman yanıyor.” “Hadi ya! Sahiden mi?”
“Evet. Ucuzundan takmışlar. Bizimle bir alakası yok.” Babama sarıldım, yıllar sonra.

Emrah Serbes
Erken Kaybedenler


Erken Kaybedenler: Taşrada ve kâinatta, yapayalnız kalmış erkek çocukların hikâyesi…
AnKara polisiyeleriyle tanıdığımız Emrah Serbes, bu defa direksiyonu kırıyor ve edebiyatımızda pek de işlenmemiş bir başka meseleye el atıyor. Erkek çocukların enerjik, hüzünlü, alengirli dünyasına giriyoruz…
Baba çalışıyor, anne ev hanımı, muhafazakârlığın kalesi…İşçiler, yoksullar, teyzeler, abiler… Kolay ağlayan sert adamlar… Taşra seyrekliği, mahallenin kalabalığı… Kıskanç, gururlu, saf ergenler… Emrah Serbes, çabuk öfkelenen, kolay vazgeçen, baştan çıkmış erkek çocukları konuşturuyor… Kederli, insana dokunan komik hikâyeler bunlar… [Arka Kapak]
Baskı Yılı:2009, Yayınevi:İletişim Yayıncılık, Dili:Türkçe, Sayfa Sayısı:143

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz