“O yüzden en iyisi unutmak ve çekip gitmektir…” Hikayem Paramparça – Emrah Serbes

Emrah Serbes“Birbirine yalan söyleyemeyecek kadar eski arkadaşlarız Galip,” dedim. “İnsan babasını seçemez. İnsan ailesini seçemez. İnsan onlar yüzünden çekeceği acıları da seçemez. Aslında insan hiçbir şeyi seçemez ama seçemedikleri arasında en çok bunlar üzer onu. O yüzden en iyisi unutmak ve çekip gitmektir. Sırf bu yüzden İsviçre’den Vietnam’a kadar bisikletle giden bir Fransız tanımıştım.”
“Sahiden mi?”
“Yok. Aslında tanımamıştım, Atlas dergisindeki bir röportajını okumuştum sadece. Ama bazı röportajlar vardır Galip, doğru zamanlarda sorulmuş doğru sorular vardır. Ve onların düzenleniş biçimi falan vardır. O insanı gerçekten tanırsın.”
Galip ellerini omzuma koydu, alnını alnıma yasladı, bir süre öyle kaldık.

(…)
Sustalısını çekip apartmana yürüdü, “Öldüreceğim onu,” diye bağırmaya başladı. Önüne geçip apartmandan içeri girmesini engelledim, “Galip o bıçağı bırak!” dedim.
“Niye?”
Bırak o bıçağı! Niye?”
“Çünkü insan babasını öldüremez dedim Benim babam yok lan! Matbaanın önüne gazete balyası taşırken kalpten gitmiş Ben uç yaşındaymışım o zaman. Ne yüzünü hatırlıyorum ne sesini Ondan kalan tek hatıra yok Şu halime bir bak, dedemin şapkasıyla geziyorum hâlâ. Kırk sene önce bile demodeydi bu şapka.”
Farkında olmadan bir iki damla yaş gelmişti gözümden Arkamı donup elimle yanağımdaki yaşları sildim. Ona tekrar bakmadan önce gülümsemeye çalıştım, “”Galip bana bunu da yaptın lan dedim.
“Özür dilerim kardeşim,” dedi.
“Kapat şu bıçağı da gidelim o zaman,” dedim. “Dörtyolun köşedeki açık tekele uğrarız, Tuborgla leblebi alırız. Sonra da Kartalı çekeriz mendireğin karşısına, gün agarana kadar aynı şarkıyı dinleriz. Bu geceyi de atlatırız bir şekilde. Bu geceyi atlatalım yeter Galip. Günler bizi yıkamaz. Yıksa bugüne kadar yıkardı çoktan.”
Galip sustalıyı kapattı ama eli kolu titriyordu. Kartalın anahtarını ben aldım. Tekelden nevaleyi alıp geri döndüğümde Galip ön koltukta yoktu. Bir iki sokak yürüyüp “Galip Galip,” diye bağırdım karanlığa doğru ama cevap gelmedi, iki adamın telaşla yürüdüğünü gördüm üst sokakta, “Ne oluyor,” diye seslendim.
“Psikopatın biri kendini kesiyor Petrolün önünde.”
Petrol Ofisine koştum. Galipin üstünde o kadar çok kan vardı ki yarasının nerede olduğunu anlamak mümkün değildi. Beni görünce, “Bir haftadır seni arayıp sormadığım için özür dilerim kardeşim,” dedi. “Sen benim tek kardeşimsin. Sen haklısın! Her zaman olduğu gibi sen haklısın! Ben babamı kesemem, kendimi keserim ancak. En doğrusu bu.”

“O kadar konuştum bunu mu anladın?”
Kendini daha fazla kesmesini engellemeye çalışırken benim de ellerim kesildi, üstüm başım kan içinde kaldı. Yine hastanelik olduk. Nuran Hemşire bizi görünce doktor odasına koşup kapıyı kilitledi. Galip de yangın köşesinden baltayı alıp kapıya vurmaya başladı.
“Doktor nerede?” diye bağırdım. Doktoru Muş’a sürdüklerini bile unutmuştum o şaşkınlıkta. Sanki doktor gelip saçma sapan bir muhabbet açsa bütün bu rezillik ve dehşet sona erecekti. Çünkü doktor bu dünyadan değildi ve bu sorunu ancak bu dünyadan olmayan biri çözebilirdi. Onun yerine yeni doktor geldi ve Galiple bana dehşetle baktı. Güvenliğe, “Çabuk, bir şey yap!” dedi. Güvenlik, “Silahım yok, karışamam doktor bey,” deyince, yeni doktor koşarak çıktı hastaneden. Karşı sokakta oturan bir astsubayı alarak geldi beş dakika sonra.
Galip’in elindeki baltayı almıştım o sırada. “Hadi gidelim,” diyordum. Galipse, “Biraz konuşalım, üçümüz beş dakika konuşalım, öyle gideriz,” diye tutturmuştu. Astsubay bizi görür görmez silahını çekti, böyle bir hadise çıksın da kahraman olayım diye bekleyen lanet bir tipti.
Galip de sustalısını çekip, “Vur,” diye bağırmaya başladı. “Hadi vur.”
Astsubay silahın emniyetini açtı, “Bıçağı bırak yoksa vururum,” dedi. Galip yine kendini kesmeye başladı, bir yandan da, “Vur, hadi vur,” diye bağırıyordu. Astsubay tekrar, “O bıçağı bırak,” dedi. Şakası yoktu.
Araya girdim, “Galip o bıçağı bana sapla istersen ama kendini kesme artık,” dedim. “Kendini keseceksen de ağlarken yapma bari bunu. Yapma lan bunu! Bu alçakların önünde ağlama. Kanın gülerken aksın.”
Galip yaralı ve şaşkın baktı, çabalamaktan vazgeçtiğini o an anladım. Bir daha kendini kesmeyeceğini de. Elindeki bıçak yere düştü. “Çaresizlik de insanı sakinleştirebiliyor demek.” Bram Stoker’ın Dracula’sında okumuştum bu son cümleyi, 19. yüzyılda yazılmış en felsefi kitap.
Galip’in elindeki bıçak yere düşünce, astsubay, hastanenin güvenliği, kafeterya sahibi, sağlık memuru ve yeni doktor Galip’e tekme tokat daldılar. Araya girmeye çalıştığım için ben de nasibimi aldım gazaplarından. Sonra karakol polisleri gelip Galiple bileklerimizi birbirine kelepçelediler. Ekip arabasında giderken Galip bana döndü, gözlerini gözlerime dikti. Bir şey demeye çalışıyor ama bir türlü söyleyemiyordu.
“Ne var Galip?” diye sordum.
“Boş ver,” dedi.
Ertesi gün ikindi vakti bıraktılar bizi. Uzun süre görüşmedik. Galip ortalıktan kayboldu. İşin mahkeme faslını Galip’in babası halletti. Hâkim para cezasına çevirmişti hadiseyi, onu da beş yıl ertelemişti. “Galip’in babası, hâkime Ceylankent’ten yazlık almış,” dediler. “Adliye’nin bütün bilgisayarlarını yenilemiş,” dediler. Daha bir sürü şey dediler ama ne kadarı doğru ne kadarı dedikodu bilmiyorum. Birkaç sene sonra Galip’in babasının öldüğünü, Galip’in de işhanındaki dükkânları satıp sağda solda yediğini duydum.
Ben de kayboldum ortalıktan. O şehir senin bu şehir benim gezdim senelerce. Israrla çalan ama hiç kimsenin bakmadığı bir telefon gibiydim. Komilik, garsonluk falan yaptım otellerde. Böyle işleri doğduğu şehirde yapmak istemiyor insan. Ama bir gün oraya geri dönmesi gerektiğini de biliyor. Sürekli erteledim bu dönüşü. Doğduğum şehre ya bir kral olarak dönmek istiyordum ya da hiçbir şey olarak. Ve o yıllar boyunca, hayata ancak yazarak katlanabileceğimi düşünüyordum. On iki saatlik mesaiden sonra otelin personel kafeteryasına gidip bir şeyler karalamaya çalışıyordum. Beraber çalıştığım garsonlar, “Ne yazıyorsun?” diye soruyorlardı. “Hikâye yazıyorum,” dediğimde yüzüme boş boş bakıyorlardı. Bir gece şef garson gelip karşıma oturdu, “Solak mısın?” diye sordu.
“Evet,” dedim.
“Dilekçe mi yazıyorsun?”
“Hayır.”
“Mektup mu yazıyorsun?” “Hayır.”
“Ne yazıyorsun?” “Hikâye.” “Bakabilir miyim?” “Hayır.” “Neden?”
“Daha okunacak durumda değil.”
“Bak,” dedi. “On beş senedir bu sektördeyim. Dedeman, Hilton, Sheraton, hepsinde çalıştım. Bugüne kadar sana kötü davrandım mı? Tamam, birkaç sefer sesimi yükseltmiş olabilirim. Ama bilerek kötü davrandım mı? Haftalık iznini keyfî kestim mi? Tamam kestim üç hafta, ama herkesin iznini kestim, sezonun ortasmdayız, otel ful dolu. Elimdeki personel sayısı belli. Bunları da bir düşün. Yazmadan evvel bunları da bir düşün.”
Şef garson küskün bir edayla masadan kalktı, şaşkındım. Ne olup bittiğini ertesi gün öğrendim. Barda çalışan bir arkadaşım vardı, personel lojmanında aynı odada kalıyorduk. Kafa biriydi. Sekiz senedir barmendi ve yedi senedir her gün düzenli olarak dört bardak kırıp çöpe atıyordu. Otelin onu sömürdüğünü, daha fazla maaş alması gerektiğini düşünüyordu, artı değer problemini böyle çözmüştü. O anlattı, dedikodu almış yürümüş: “Ben otel müdürünün yeğeniymişim, restorana bilerek sokmuş beni, içeride olup bitenleri ona rapor ediyormuşum. Her akşam harıl harıl bir şeyler yazmamın nedeni buymuş. Daha evvel kulağına gelmiş ama üzülürüm diye söylememiş.” Hikâye yazdığıma inanan tek kişi oydu. Onun dışındaki herkes, müdürün muhbir yeğeni olduğumu düşünüyordu. Kalemi elime aldığımda ben bile muhbir gibi hissetmeye başlamıştım kendimi. O otelden ayrılıp başka bir otele geçtim ama yazmayı bırakmadım. Yazarak ayakta kalacaktım, yüklerimi atıp hafifleyecektim, dertlerimden kurtulacaktım. “Beni edebiyat kurtaracak,” diye fısıldayıp duruyordum çatal bıçak silerken, boşlan toplarken yahut dolu tepsileri taşırken. Şimdi geriye dönüp bakıyorum da manzaraya: Evet, beni ayakta tuttu yazmak. Ama o kadar. Ne bir yükümü atabildim ne bir derdimden kurtulabildim. Kendimi daha fazla üzmekten başka bir işime yaramadı yazmak.
Seneler geçtikçe garsonluktan gına geldi. Doğru düzgün para da kazanamıyordum zaten, otelcilik faslını bıraktım. Doğduğum şehre hiçbir şey olarak döndüm ve hiçbir şeyin değişmediğini gördüm. Daha otobüsten inmeden anlamıştım bunu, otogardaki piyangocuyu, senelerdir aynı yerde duran tezgâhının başında, vidalanmış gibi otururken görünce. Valizimi önüne koyup bir çeyrek bilet çektim, para üstünü alırken yüzüne dikkatle baktım, küçük bir değişiklik, bir yaşlanma belirtisi aradım, o bile yoktu.
Döndükten bir hafta sonra Yağmur Fırın yandı. “Fırıncının karısı başkasına kaçmış,” dediler. Fırıncı da acısından, öfkesinden, hayal kırıklığından, kulaktan kulağa yayılan dedikodulardan yahut bütün bunların karışımından delirip fırını son kez yakmış, temelinden.
İtfaiye gelmiş, çoktan söndürmüştü yangını, içeride kimsenin olmadığı da anlaşıldığından soğutma çalışması yapıyorlardı. Olaya yönelik ilginin azalması gerekirdi ama yangın başladığında toplanan büyük kalabalık hâlâ oradaydı. Ben de oradaydım. Bizi büyüleyen, birbirimize bağlayan ve oradan ayrılmamızı engelleyen bir şey vardı o yangında. İtfaiyecilerin işinin başkalarının hatıraları olduğunu düşünmüşümdür her zaman. Çünkü bir yangın her şeyden evvel bir hatıradır.
İtfaiyecileri seyretmeye devam ederken kalabalığın içinden omzuma bir el dokundu. Döndüm baktım, Galip. Kucağında üç yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Onun kızıymış. Beni görünce utandı, başını Galip’in omzuna gömdü. Oradan geçerken yangını görmüşler. Bir süre konuştuk, işhanındaki bütün dükkânları sattıktan sonra kalan son dükkâna spor mağazası açmış.
Az ötede duran karısı şüpheyle süzüyordu beni. Zaten soğuk bir selam verdikten sonra kızlarını alıp uzaklaşmıştı yanımızdan. Galip kartım verdi, “Bir gün uğra, çay kahve bir şeyler içelim,” dedi. Karta baktım. “Galip Işhanı Nuran Spor Kat: 2. No: 8.”
Galip’in karısı uzaktan, “Galip,” diye seslendi. Sesinde gizlemeye çalıştığı bir öfke vardı ama yine de belli oluyordu. Galip ona baktı, sonra bana döndü. Elini omzuma vurup hafif buruk bir gülümsemeyle yürüdü. Arkalarından bakıp uzaklaşmalarını seyrettim. Galip bir süre sonra birden durdu, bana döndü, koşar adım yanıma geldi. İsmet Paşa İlkokulu’nun üç katlı olduğunu keşfettiği günkü kadar heyecanlıydı. Bir şeyler söylemek zorunda olduğu belliydi ama yine bir türlü konuşamıyordu.
“Ne oldu Galip?” dedim. “Söyle, ne oldu?”
Galip gözlerini benden kaçırdı, hafif titreyen bir sesle, “Hep senin yüzünden kardeşim,” dedi.
“Ne benim yüzümden?”
“Beni anlatamadın.”

<<ÖNCESİ

Emrah Serbes
Hikayem Paramparça

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz