Yanlış Bir İnanış: Seven Mutlaka Kıskanır – Peter Lauster

Aşkta mutlu olmak isteyen, demek oluyor ki, iki şeyi düşünceleri arasından çekip atmak zorundadır: Biri yeterince sevilmemek korkusu; ikincisi de maddi bir mülkiyet nesnesine sahip olmak gibi, sevgi nesnesine sahip olmak isteği.

Bana sıkça söylenen sözlerden biri de şu: “Kıskanma sevginin bir göstergesidir”. Ve sonra da bir kaç derin soluk alma, arkasından da şu klasik soru:” Bu kıskançlığa karşı ne yapabilirim?” Kıskanmak sıradan bir günlük olaydır ve bu yüzden yaşamı ve sevgiyi kendimize zehir ederiz. Kıskançlığı sevginin bir yandan uzlaşılması gereken öte yandan da “kurtulunması gereken” bir eşleniği olarak görürüz

Kıskançlığın üstesinden gelinebilir mi? Gelinemez. Böyle bir şeye kalkışmak, her zaman için bir gerilim, eninde sonunda savunma mekanizmalarına varacak ruhsal bir güç zorlamasıdır.

Önce kıskançlık nedenlerini araştırmak istiyorum. Kıskanmanın ardında yatan; araya bir üçüncü kişi gireceği ve “sevgi nesnem”i ya da bunun bir l:>ölümünü elimden alacağı gerekçesiyle sevilen şeyi kaybetmekten ya da artık sevilmez olmaktan duyulan korkudur.

Öyle ki pek çoğu, birlikte olduğu kimsenin hobilerini bile kıskanır ve tüm zamanlarının, tüm düşüncelerinin kendisiyle birlikte olmasını ister. Birlikte olunan kişinin bizim sevdiğimiz şeyler dışında hiçbir şeyle ilgilenmemesi arzumuz; onu geçici olarak mutlu eden, kıskanç eşin paylaşamadığı bir mutluluk veren bir etkinlikte, bir hobide bir spor çeşidinde ve bunun gibi bir şey de tüm zamanını geçirmesinden duyulan korkudur.

Aşırı kıskanç kişi, birlikte olduğu kişinin, hoşlandığı bir etkinliğe yönelmesi nedeniyle onu yitireceğinden korkar. Yani aşırı kıskanç kişi, birlikte olduğu kişinin, bir başka kişiyle salt erotik ilişkisini değil her tür sevgi ilişkisini kıskanır. Bu aşırı kıskançlıkta, bencil tutum başta olmak üzere birlikte olunan kişiyi yeterince kendine bağlayamamaktan duyulan aşırı korku belirgin bir biçimde görülmektedir. Bu uç örnekte ayrıca görülen bir şey daha var: Böylece sahiplenilen insana yüklenen yük. O kişi bu tür bir sevgi karşısında kendini baskı altında zincirlenmiş ve kişilik gelişimini engellenmiş hisseder.

Karşı cinsten kişileri kıskanma, toplumda öylesine yaygındır ki hemen hemen herkes bu tür kıskançlığı bilir. Çünkü ya kendi başından geçmiştir ya da tanıdığı birinin. Özellikle de bu yüzden, herkese olağan bir olay gibi gelmektedir. Bunun bir sonucu olarak da kabullenilmekte ve ruhsal açıdan tamamen normal ve sağlıklı olarak görülmektedir. Bu yaygın kanı tamamen yerleşik bir konuya dönüşmüş durumdadır. Bundan dolayı pek çok insan bu konuda daha fazla kafa yormamakta, pek çok insan için bu kıskançlık anlaşılır bir şeydir, kendileri de aynı şeyleri hissetmekte ve bu duygularını birlikte olduğu kimseye açmaktadırlar. Yani sevgide kıskanmak da vardır. Öyle görünüyor ki, bu konuda kuşkuya yer kalmamıştır.

Halbuki konu üzerinde biraz daha geniş. kapsamlı düşünülecek ve o bilinen önyargılar bir yana bırakılacak olursa sevginin başlangıçta kendiliğinden kıskançlıkla bir bağlantısı olmayan ruhsal bir süreç olduğu anlaşılır. Sevdiğimde olumlu bir hoşlanma, uyanıklık duygusu ve aynı zamanda saygı yaşarım. İnsanı öncelikle yalnızca sevmek, ona sevgimi vermek isterim, yani onu sahiplenmek ya da engellemek istemem.

Sevgi önce, vermeye ve desteklemeye hazır olmakla başlar. Ondan sonra, almak ve desteklenmek arzusu ortaya çıkar. Bu arzu gerçekleştiğinde ve taraflar birbirlerine birbirlerini sevdiklerini anlatabildiklerinde çoğu insanda şöylesine bir sahiplenme istemi kendini gösterir: “Ben bu insanı seviyorum, o da beni seviyor, artık o bana ait, ben de ona”. Bu sahiplenme istemi büyük bir yanılgıdır, kıskançlığı uyandırır ve bundan da her iki taraf için büyük bir ruhsal acı doğar.

Böyle bir sahiplenme isteminin ortaya çıkması, kapitalist bir tüketim toplumunda anlaşılmayacak, bir şey değildir. Mülkiyet, bu toplumda doğup büyüyen biri için belirleyici önemi olan bir deneyimdir. Tüketim araçları mülkiyeti gayet doğal bir şeydir, mülkiyet kavramının sevgi nesnesi olan şeye de aktarılması da anlaşılır bir şey gibi görünüyor. Çünkü her sevgi sonuçta bir evlilik birliği kurma kararıyla noktalanıyor, ve bu birlik büyük ölçüde ortak mülkiyetin oluşturulduğu ve yönetildiği bir ekonomik birliktir.

Ne var ki, en ilkel ve asıl biçimiyle sevginin mülkiyet konusu nesneler ve bunların yönetimi ile hiçbir ilişkisinin olmadığını anlamamız gerekiyor. İki insan mülkiyeti düşünmeden karşılaştıkları ve kendilerini yani kendini ve karşısındakini meta olarak görmediği zaman sevgi en arı biçimiyle güzel olur.

Bizler, sevginin kişilik pazarındaki metalarız. Bu metalar, çekiciliklerini sınamak için “süslenen” kadınlar ve kızlar olur; bu metalar, parasal güçlerini göstermek için toplumsal konumlarıyla övünen erkekler olur. İyi anlaşılmak için, kadınların “güzel” olmak amacıyla süslenmelerine ve araba kullanmaktan hoşlanan erkeklerin spor araba kullanmalarına karşı olmadığımı belirtmek isterim. Bunları yargılamaya kalkmak, olaylara at gözlüğüyle bakmakta direnmek olurdu. Böyle bir şey sözkonusu değildir. Çünkü yaşamanın tadını çıkarmak, ruh sağlığı bakımından önemli bir önkoşuldur. Ancak hayattan zevk alma yanında bir “metakişi” olarak kendi “metadeğer”ini yükseltmek, kendini daha iyi “satmak” gibi şeylerin de birer güdüleyici olabileceğini göstermeye çalışıyorum. Kendini böyle satmak isteyen kişi de çoğu zaman çabucak satılmıştır ve sevgi alanında kendisinin ve birlikte olduğu kişinin kıskançlığıyla yüz yüze gelmekten de kurtuluşu yoktur.

Sahiplenme tutkusu ve sahip olunanı koruma yanında bilinçaltındaki ayrılık korkusu da belli bir rol oynamaktadır. Bu durum, çocukluk dönemindeki gelişimi ile, bu dönemdeki çevrenin ve getirdiği tehlikelerin karşısında korumasız kalakalmak korkusu ile ve yine bu dönemde egemen olan ana babadan ayrı kalmak korkusu ile yakından ilgilidir. Ana babanın sevgisinden yoksun kalmak korkusu yaşanan ilk korkudur. Bu korku bir yanıyla da, maddi güvence kaygısıyla bağlantılıdır.

Ana babalar, çocuklarını daha başka yetiştirselerdi, gerçek sevgiyle yetiştirselerdi bu korkunun hiç etkisi olmazdı. Ne var ki, sevgiye gereksinimi olan çocuk, kendini güvencede hissetmek, için, insanlara dünyaya ve kendisine güvenini açıklamak için gerekli olan temel sevgiyi çoğu zaman bulamaz. Bu güvensizlik ve buna bağlı olarak duyulan korku, güven ortamını yokeder. Bu korku daha sonraları birlikte olunan kimseye yönelir. Onu kaybetme korkusu artık gündeminden hiç çıkmaz olur. Kendi sevme yeteneğine de, birlikte olduğu kişinin sevme yeteneğine de güven duyamaz. Çocuklukta yaşanan yetersiz sevgi deneyimi; maddi tüketim ve mülkiyet düşüncesiyle sonu hiç de hayırlı olmayacak bir birliktelik oluşturur. Ve mülkiyetimiz altına aldığımız sevgiyi kaybetmekten korkmak, kendimize ve birlikte olduğumuz kişiye karşı kıskançlık tepkileri göstermek “çok olağan” gelmeye başlar.

Aşkta mutlu olmak isteyen, demek oluyor ki, iki şeyi düşünceleri arasından çekip atmak zorundadır: Biri yeterince sevilmemek korkusu; ikincisi de maddi bir mülkiyet nesnesine sahip olmak gibi, sevgi nesnesine sahip olmak isteği. Çoğu okur soracak? Korku ve mülkiyet eğilimi ruhumuzun derinliklerinde böylesine kök salmış ise nasıl olacak bu iş, nasıl gerçekleştirebileceğim isteklerimi?

Bunun yanıtı çok basit: Her şeyinizle sevginize ve yalnızca sevginize yoğunlaşın. Sevgi; sevgi vermek sevgiyi geliştirmek sevecenlik vermek, dikkatli gözlemlemek, saygı göstermek ister.

Bunlar üzerinde yoğunlaşabilen kimse, sevme yeteneğine sahiptir ve sevgisi sayesinde mutlu olur. Sahiplenmek isteyen ve korkan kimse ise sevme yeteneğini zayıflatır ve her şeyi yitirir.

Aşk ve Aşkın Psikolojisi

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz