Ölümle yüzleşme – ve onu erteleme – her şeyi o kadar değerli, o kadar kutsal, o kadar güzel yapıyor ki, onu sevme, onu kucaklama ve kendime onun ağırlığı altında ezilme iznini verme dürtüsünü her zamankinden daha güçlü hissediyorum. Nehrim hiç bu kadar güzel görünmemişti… Ölüm ve onun her zaman gerçekleşme olasılığı, aşkı, tutkulu aşkı daha olası kılar. Hiç ölmeyeceğimizi bilsek tutkuyla sevebilir miydik, esriklik mümkün olur muydu merak ediyorum. – Abraham Maslovv’un, geçirdiği kalp krizinden sonra iyileşirken yazdığı mektuptan.
Şimdi aşkın en derin ve en anlamlı paradokslarından biriyle karşılaşıyoruz. Bu, ölümün farkındalığının bize verdiği, aşka olan yoğun açıklık ve aynı anda aşkın beraberinde getirdiği çoğalmış ölüm hissidir. Eros’un yaratmak için kullandığı okların bile -dünyanın soğuk bağrını, çorak yüzeyi bereketli yeşilliklerle canlansın diye delen, o can veren okların- zehirli olduğunu anımsarız. İnsan aşkının kaygı yaratan öğeleri burada yatar. Çünkü Eros’un yayındaki oklar “hem sert hem de yumuşak kalpleri, ya öldürmek ya da onları hazla iyileştirmek için” deler. Ölüm ve haz, ıstırap ve neşe, kaygı ve doğum mucizesi -bunlar insanın aşk kumaşının örüldüğü atkılarıdır. “Uzuvların gücünü kıran”, “tüm tanrılarda, tüm insanlarda, yürekteki zekayı ve onların tüm kumaz planlarını alt eden” Eros’tur. Hesiod. Theogony’sinde böyle diyordu. Hesiod, Yunanistan’ın şehir devletlerinin, özbilinçli ve saygın yeni Yunanlı bireyin doğumunu müjdeleyen heyecanla dolduğu, son derece yaratıcı arkaik dönemde (yaklaşık M.Ö. 750) yazıyordu. Ussal işlevlerin “ezilmesi”, Eros’un yaratma gücüyle doğrudan bağlantılıdır. Kaostan biçim ve yaşam yaratma, insana canlılık kazandırma eyleminin, zekayı ve “hesaplı planlama”yı aşan bir tutku gerektirdiği, daha güzel bir biçimde nasıl söylenebilirdi: Eros “Tüm taunlarda, tüm insanlarda… Uzuvların gücünü kırar!” Eros, yarattıkça yıkar.
ÖLÜMLÜLÜK İMASI OLARAK AŞK
Aşık olmak, kendimizi hem olumluya hem olumsuza açmak demektir; kedere, üzüntüye ve düş kırıklığına olduğu kadar neşeye, doyuma ve daha önce mümkün olduğunu bilmediğimiz bir bilinç yoğunluğuna. Bunu öncelikle olgusal şekilde, kendi ideal biçiminde bir paradigma olarak tanımlayacağım. Aşka “düştüğümüzde”, fiilin de anlattığı gibi, dünya sarsılır ve sadece görüntüsü bakımından değil, içinde ne yaptığımız nasıl yaşantıladığırruz bakımından da değişir. Sarsılma genellikle olumlu yönleriyle bilinçli olarak hissedilir -aşkın mucizesi ve gizemiyle bir anda yarattığı harika yeni cennet ve dünya olarak. “Aşktır yanıt”, diye şarkı söyleriz. Bu tür yatıştırmaların sıradanlığı bir yana, Batılı kültürümüz, erosun tamamen bundan ibaret olduğu yanılsamasını zorla kabul ettirme amaçlı -umutsuz da olsa- romantik komploya karışmış görünüyor. Bu yanılsamayı destekleme çabasının gücü, bastırılmış, zıt kutbun varlığını ele veriyor. Bu karşı öğe ölümün farkındalığıdır. Çünkü ölüm her zaman aşk hazzının gölgesindedir. O ürkütücü, akıldan çıkmayan “Bu yeni ilişki bizi yok edecek mi?” sorusu, belli belirsiz de olsa hep mevcuttur.
Aşık olduğumuzda, benliğimizin merkezinden vazgeçeriz. Önceki varoluş durumumuzdan alınıp bir boşluğa fırlatılırız ve yeni bir dünyaya, yeni bir varoluşa ulaşmayı umsak da, bundan asla emin olamayız. Hiçbir şey aynı gözükmez ve bir daha asla aynı gözükmeyebilir. Dünya yok edilmiş; bir daha kurulacağını nasıl bilebiliriz? Kendi merkezimizi veririz ve ondan vazgeçeriz; geri alıp almayacağımızı nasıl bileceğiz? Uyandığımızda dünyayı sarsılır buluruz: nerede ve ne zaman durulacak? En dayanılmaz neşe, ölümün yakınlığının farkındalığı eşliğindedir ve aynı yoğunluktadır. Ve sanki biri olmadan diğeri de olamaz. Bu yok olma deneyimi içseldir ve mitin anlattığı gibi, temelinde erosun bize yaptığıdır. Yalnızca başkasının bize yaptığı değildir. Tümüyle sevmek her şeyin yok olması tehdidini de beraberinde getirir. Bu bilinç yoğunluğunun, sufinin Tanrıyla birleşmesindeki esriklikle ortak bir yönü vardır: Sufinin, Tanrının orada olduğundan asla emin olamaması gibi, aşk da bizi, güvenlik teminatımızın olmadığı o bilinç yoğunluğuna taşır. Bu bıçak sırtı, kaygı ve neşenin bu baş döndürücü dengesi, aşkın heyecan verici niteliğiyle yakından ilgilidir. Bu ürkütücü neşe yalnızca aşkın aynı şekilde karşılanıp karşılanmayacağı sorunu değildir. Gerçekten de hakiki diyalektik, insanın kendi içindedir ve sevilen kişi aşka cevap verse de kaygı esasında susturulmaz.
Aşığın bazen aşkına cevap aldığında, cevap alamadığı zamanlardan daha kaygılı olması çelişkilidir. Çünkü kişi karşılıksız olarak severse, ki hana bu bazı aşk yazılarının hedefidir, veya Dante ve İtalyan edebiyatının tüm Stilist akımı gibi güvenli bir mesafeden severse, en azından günlük işlerine devam edebilir, İlahi Komedya’sının sonelerini veya romanlarını yazabilir. Aşkın gerçekleştiği anda, eros tam anlamıyla, Anthony ve Cleopatra’da, veya Paris ve Helen’de, ya da Heloise ve Abelard’a olduğu gibi, “uzuvların gücünü kırabilir”. Bu yüzden insanoğlu aşktan korkar ve bütün bu aşın tatlı kitaplar ne derse desin, korkmak için neden vardır. Ortak insan deneyiminde, ölüm ve aşk arasındaki bu ilişki, insanlara en açık biçimiyle, çocuk yaptıklarında görünür. Erkek ölümü pek aklına getirmez -ve “cesaretiyle” övünür- ta ki baba oluncaya kadar. O zaman çocuğuna duyduğu sevgide, ölümün karşısında savunmasızlık duyar: O zalim vergi memuru çocuğunu, sevgi nesnesini her an elinden alabilir. Bu anlamda, sevgi daha büyük bir savunmasızlık deneyimidir. Sevgi aynı zamanda bize ölümlülüğümüzü anımsatır. Bir dostumuz veya ailemizden biri öldüğünde, yaşamın hemen gözden kaybolan ve bir daha ele geçmez olduğu gerçeği daha canlı bir biçimde aklımıza girer. Fakat bir de, bunun anlamlı olasılıklarından doğan derin bir anlam ve bu sıçrayışı yaparak kendimizi tehlikeye atma güdüsü vardır. Bir kısım, belki pek çok insan, birinin ölümünde dostluğun, bağlılığın, sadakatin değerini yaşantılayana kadar derin sevginin ne olduğunu bilmez. Abraham Maslow, hiç ölmeyeceğimizi bilsek tutkulu bir biçimde sevip sevemeyeceğimiz merakında son derece haklıdır.
Mitolojik açıdan bu, Olympos dağındaki ölümsüz tanrılar arasındaki aşk ilişkilerinin böylesine yavan ve sıkıcı oluşunun nedenlerinden biridir. Zeus ve Juno’nun aşkları, bir ölümlü içermedikçe hiç de çekici değildir. Aşk ancak Zeus Leda’ya ve Io’ya indiğinde, sonsuza dek yaşayacağını bildiği için ondan bir çocuk doğurmayı arzulayan bir kadına aşık olunca tarihin akışını değiştirebilecek güçtedir. Aşk ölümlülük duygumuzla yalnızca zenginleşmez, ondan oluşur. Aşk ölümlülüğün ve ölümsüzlüğün birbirini dölleyişidir. Bu nedenle daimon Eros tanrılar, insanlar ortası olarak tanımlanır ve her ikisinin doğasına katılır. Bir dereceye kadar idealden bahsediyorum. Bu derece ilgili olmanın pek çok meslektaşımca nevıotik olarak adlandırılacağının tümüyle farkındayım. Günümüz “serin” ilişkiler günüdür; kişi hiçbir şeyle, her an kalkıp gidişini engelleyecek derecede ilgilenmemelidir. Fakat bu ilgililiğin sadece “donmuş” veya sabitleşmiş olduğunda; sadece eşler her zaman bu düzeyde yaşamakta ısrar ederse nevrotik olduğunu ileri sürüyorum. Hiçbirimiz tanımladığım düzeyde uzun süre yaşamasa da, bu bir tür zemin, ilişkinin bir yerinde ilerideki donuk ve sönük günlerine anlam katması için bulunması gereken ideal bir durum olarak bir kenarda durur.
Ölüm ve aşk arasındaki ilişkinin edebiyatta etkileyici bir tarihi vardır. İtalyan yazınında amore/aşk ile mor- re/ölüm sözcükleri üzerinde sıklıkla oynanmıştır. Bu bağlantının doğada da biyolojik örnekleri vardır. Erkek an kraliçeyi dölledikten sonra ölür. Peygamber devesi daha da canlı bir örnektir: Dişi, çiftleşirken erkeğin kafasını koparır ve erkeğin can çekişmeleri, çiftleşme kasılmalarıyla birleşip hamlelerini daha çok güçlendirir. Döllenmiş dişi, yen yavruya besin depolamak için erkeği yemeye koyulur. Freud bu ölüm tehdidini Eros’un tükenişiyle ilişkilendirmiştir.
Bu, tam da cinsel tatmin sonrasındaki durumun ölümle benzerliğini ve daha alt hayvanlarda ölümün çiftleşmeyle aynı anda gerçekleşmesinin nedenini açıklar. Bu yaratıklar üreme eylemi sırasında ölürler, çünkii Eros tatmin süreciyle ortadan kaldırıldıktan sonra, ölüm içgüdüsü amacını gerçekleştirmek için hür kalır.
Görüşüm, insanlarda ölüm korkusuna -y a da yukarıda adlandırdığım gibi, ölümlülük deneyim ine- neden olanın sadece erosun tükenişi olmadığı, insan gelişiminin her evresinde aşk ve ölüm deneyiminin iç içe olduğudur. Ölüm ve aşk arasındaki ilişki seks eyleminde apaçıktır. Her mitoloji türü, seks eyleminin kendisiyle ölüm arasında bağlantı kurar ve her terapist bu ilişkiyi hastalarında daha açık bir biçimde görür. Sorunu cinsel soğukluk olan ve cinsel birleşmede hiç orgazm olmamış bir hasta bana, bu seks ve ölüm konusunu çarpıcı bir biçimde örnekleyen bir rüya anlattı. Rüyasında ilk kez kendini kadın kimliğiyle yaşantılamıştı. Sonra, yine rüyada, tuhaf bir biçimde, nehre atlayıp boğulması gerektiği inancına kapılmıştı. Rüya büyük bir kaygıyla sona ermişti. O gece, cinsel ilişkide ilk kez orgazm oldu. Orgazmın gerektirdiği kendiliğindenlik için, sevişmede teslim olabilme, kendini verebilme yetisi var olmalıdır. Bu kadının rüyasında çok temel bir şey olmuştur -ölümle yüzleşme yetisi, büyümenin önkoşulu, özbilincin önkoşulu olan bir yeti. Orgazmı burada kişinin kendini terk edebilme, mevcut güvenliğini daha derin bir deneyime doğru sıçramak için bırakabilme yetisinin psikofîziksel bir simgesi olarak alıyorum. Orgazmın simgesel olarak çoğunlukla ölüm ve yeniden doğuş olarak ortaya çıkması tesadüf değildir. Suyun altına girme, boğulma ve yeniden doğma miti, tarih boyunca farklı dinlerde ve farklı kültürlerde vaftiz miti olarak elden ele geçmiştir -yeniden doğmak için boğuluncaya dek, ölünceye dek suya batmak. Bu, yeni bir varlık elde etmek adına, olmayana doğru cesurca sıçrayıştır. Her gerçek aşk deneyiminin bakir niteliği buradan gelir. Her defa yeni gibi gelir; kimsenin bunu daha önce yaşamamış oluğuna inanırız, gerçi tüm kibrimizle bunu sonsuza dek anımsayacağımızdan eminizdir. Bir üniversitede bu konuda ders verirken, iki farklı genç adam özel olarak yanıma gelip, aşık oldukları için beni anladıklarını, ancak diğer öğrencilerin beni anlamayacağından kuşkulandıklarını söylediler. Bu cüret -benden başka kimse aşık olmadı ve ben daha önce hiç aşık olmadım – korkarım ki beklenilir bir şeydir.
İnsanın içsel deneyiminin ve dünyasının özyorumların- dan doğan keşiflerinin çağlar boyunca hazine dairesi olan mitoloji, aşkın kaygı ve ölümle olan ilişkisini açık ve güzel bir dille anlatmışta-. En açık mit olsa da, Tristan ve Ise- ult’a başvurmamız gerekmez. Joseph Campbell, tüm tarih öncesi Ege mitolojisine dayanarak, tanrıça Aphrodite ve oğlu Eros’un “tam anlamıyla mükemmel evrensel anne ve sürekli ölen, sürekli yaşayan tanrı oğul” olduğunu belirtir. Campbell, Eros’un soyuna dair tüm mitlerin, böyle bir zemini işaret ettiğini söyler.
Gece’nin yumurtasından çıkar. Bir Gaea ve Uranüs’ün, bir Artemis ve Hermes’in, bir İris ve Zephyrus’ün oğludur: Hepsi aynı mitolojik zeminin dönüşümleridir ve şimdi aşina olduğumuz konuların istinasız – ölümü yaşamımız anlamına gelen, bedeni etimiz, kanı içkimiz olan gönüllü kurban; kucaklaşan genç çiftin ilkel aşk/ölüm ayininde mevcut, esriklik anında ölecek, bir törenle pişirilip yenecek kurban; yaban domuzunun katlettiği Attis veya Adonis’te, Seth’in katlettiği Osiris’te, Titanların parçaladığı, pişirip yediği’ Dionisus’ta mevcut kurban- zamansız fihristini gösterirler. Daha sonra Eros (Aşk Tanrısı) ve kurbanına hoş dokundurmalarda, tanrı karanlık düşman rolündedir -saldıran yabandomuzu, kötü kardeş Seth,Titan çetesi- aşık ise vücut bulmuş, ölen tanrı.
Campbell, eski Mısır mitolojisinde, sevenin ve sevilenin, sahnede çatışma halinde görünürken, sahne arkasında “aşkın karanlık gizeminin, hayat tüketen, hayat kurtaran, yaratan ve doğrulayan” olduğu konusunda hemfikir cellat ve kurban olduklarını belirtir.
Bu, insanın aşk sorunlarına, aşk sanatına, aşkın tüm gereksinimlerimizi karşıladığına, bir anda kendimizi gerçekleştirmemizi sağladığına, hoşnutluk anlamına geldiğine ya da posta siparişiyle gelen teknik olduğuna dair boş konuşmalarımızdan ne kadar da farklı bir ışık tutar! Erosu tamamen fizyolojik sekse indirgememize veya istifimizi bozmayarak, seksi uyuşturucu niyetine kullanıp kendimizi erosun kaygı yaratan etkilerine karşı aşılayarak bütün bu ikilemden uzak durmaya çalışmamıza şaşırmamak gerek. Herhangi bir kaygı duymadan cinsel ilişkiye girmek mümkündür. Fakat bunu gündelik buluşmalarla yaparak erosu baştan kıstırıyoruz – yani sadece duyu için tutkudan vazgeçiyoruz; eylemin yaratıcı, kişisel önemine katılımdan kaçıyoruz. Aşksız seks yapabilirsek, çağlar boyunca insan aşkının ayrılmaz bir parçası olan daimonik kaygıdan kaçarız sanıyoruz. Eğer cinsel eylemin kendisini erosun istediklerini üstlenmekten kaçmak için kullanırsak, kaygıya karşı hava geçirmez bir savunma edindiğimizi umabiliriz. Artık duyusal zevk veya tutku olmayan seks güdüsünün yerini, kimlik kazandıran ve güvenlik sağlayan sahtesi alır; seks, kaygı gideren bir stratejiye indirgenmiş olur. Böylece iktidarsızlığın ve duyusuzluğun daha sonra gelişmesi için gerekli koşulları hazırlamış oluruz.
Rollo May
Aşk ve İrade