Osmanlı dönemi kültürü inkâr edilince, geriye halk edebiyatı dışında pek bir şey kalmıyordu. Ortaya çıkan kültür boşluğu da Batı’ya daha çok yaslanarak, ve oradan daha çok “ithalât” yapılarak doldurulmaya çalışıldı! İthal edilen de pozitivist burjuva kültürüydü. Bu tutucu ve seçkinci ideolojinin ithali yönetici aydın elitin çıkarlarına uygun düşüyordu. Üstelik bu alanda bir sürü tutarsızlıklar, çelişik yaklaşımlar da sergileniyordu. Mustafa Kemal, Nutuk’ta; “Osmanoğulları zorla, Türk Milletinin hakimiyet ve saltanatına el koymuşlardı. Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi, şimdi de Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini bildirerek, hakimiyet ve saltanatı isyan ederek bilfiil eline almış bulunuyor“[16] diyor. Bu durumda İstanbul’un fetih yıldönümlerinde ve daha başka bir şiirli yıl dönümlerde yapılan törenleri anlamak zorlaşır! Diğer yandan da yok sayılan veya inkâr edilen şeylerle övünülüyor. Örneğin Türklerin tarih boyunca kurdukları en büyük devletin Osmanlı Devleti olduğu söyleniyor!
Aydınlar ve resmi ideoloji
“Aslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar,
avcılık öyküleri her zaman avcıyı yüceltecektir.”
Afrika Atasözü
Her tarihsel dönemde ve her toplumsal formasyonda, belirli bilgilere sahip olanlar “ayrıcalıklı” bir konumda bulunurlar. Toplumsal işlevleri karşılığında maddi, siyasal ve ideolojik olarak ödüllendirilirler. İlkel kabilede büyücü, Firavunun rüya yorumcusu, günümüzün diplomalıları vb. ait oldukları toplumsal formasyonların sosyolojik anlamda aydınlarıdırlar. Bu anlamda, (sosyolojik) aydını olmayan toplum yoktur. Aydını olmayan toplum olmadığı gibi, aydınların meşrulaştırıcı toplumsal işlevleri ve siyasal iktidar karşısındaki konumları da bir üretim tarzından diğerine değişir. Bu farklılık meşrulaştırma işlevinin tarihsel süreç içinde aldığı biçimle doğrudan ilgilidir. İlkel, köleci, asyatik, feodal, kapitalist, tekelci devlet kapitalizmi, bürokratik “sosyalist” toplumsal formasyonlarda aydınların işlevi ve siyasal iktidar karşısındaki konumları farklıdır.
Eski Uzakdoğu uygarlıklarında bilge, toplumsal hiyerarşide birinci sırada yer alırdı. Bu durum, onun toplumsal işlevinin öneminden kaynaklanırdı. Yine eski, doğu toplumlarının halk dilinde; birinci bilge, ikinci çiftçi, üçüncü zanaatkâr, dördüncü tacir denirdi. Söz konusu toplumsal formasyonlarda bilge’nin birinci sırada yer alması, onun bilgelik ve moral (ahlâkî) standart örneği olmasındandı. Bilgeyi önemli ve saygın yapan askerî-ekonomik gücü değil, toplumsal-ideolojik işleviydi.
Her toplumsal formasyonda aydınların toplumdaki konumları ve siyasal iktidarla ilişkileri farklıdır. Dolayısıyla, toplumsal formasyonun niteliğine bağlı olarak, sınıf (ya da egemen sınıfın bir bölüğü), kast, katman oluşturabilirler. Aydınlar, Osmanlı toplumsal formasyonunda egemen sınıfın bir bölüğünü oluştururlardı. İdeolojik (meşrulaştırma işlevi), hukukî, bürokratik bir işleve sahiptiler. Kısaca hukuk, din, eğitim, yönetim alanlarını kapsayan bir kesim oluşturuyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nda Şeyh-ül İslâm, müftü, kadı, müderris, imam vb. den oluşan bir dini hiyerarşi oluşmuştu. [1] Söz konusu hiyerarşi sayesinde imparatorlukta hem ideolojik (Şeriatın uygulanması) hem de idari fonksiyonlar (yargı) gerçekleştirilirdi. Hiyerarşinin yükseklerinde yer alanlar, büyük servetlerin de sahibiydiler. İlmiye sınıfı için kâtl ve müsaderenin olmayışı, bu kesimin hem büyük servetler edinmesine hem de edindikleri serveti miras yoluyla çocuklarına aktarmalarına olanak veriyordu. Böylece yönetici sınıf içinde “kapalı bir kast” oluşturmayı başarmışlardı.
Sosyolojik olarak aydın tanımına giren kesimin önemi ve toplumda “ayrıcalıklı” konumu, “bilgili” olmalarından, dahası, toplumda “kültürel tekel”e sahip olmalarındandır. Halk dilinde “ilim iktidardır”* atasözü aslında iki şeyi içermektedir; Birincisi, her bilgi doğal olarak bir siyasal iktidar yaratma eğilimindedir; ikincisi de, her iktidar zorunlu olarak bir bilgi donanımına ihtiyaç duyar[2] . Demek ki aydınların ayrıcalıkları veya siyasî iktidar ortağı oluşları, “bilginlerine dayanmaktadır. Eski Mısır’da Hz. Yusuf’un Firavun’dan sonra devletin ikinci adamı konumuna gelmesi, bilgili olmasındandır. Bütün diğer kâhinlerden daha iyi rüya yorumcusu oluşundandır. “Beni memleketin hazinelerine memur et, çünkü ben korumasını ve yönetmesini bilirim.” [3]
Yukarıda sözünü ettiğimiz, sosyo-profesyonel bir kesit oluşturan ve sosyolojik aydın tanımına girenlerdir. Bir de bunlardan ayrı olarak ve ekseri marjinal bir öneme sahip olan; çoğu zaman küçük bir grup bile oluşturamayan entelektüeller bulunur. “Entelektüeller”»! ayırdedici niteliği, diploma sahibi olmaları veya belirli bilgilere sahip olmaları değildir. Aynı şekilde belirli meslek gruplarına dahil olmaları da değildir. Şüphesiz bunlar da en az diğerleri (sosyolojik aydın tanımına girenler) kadar; belki de onlardan daha çok bilimsel bilgiye sahiptirler. Entelektüelin ayırdedici niteliği, onun siyasal iktidardan ve siyasal iktidarın gerisindeki egemen sınıflardan bağımsızlığı, siyasal iktidar karşısında eleştirel bir tavır içinde olmasıdır. Bu niteliklerinden ötürü entelektüel, siyasal iktidarla da iyi geçinemeyen biridir. Burada önemli olan zihinsel ve moral (ahlâkî) bir eğilimdir. Ve bu eğilime uygun davranabilme, tavır alabilme yeteneğidir.
Entelektüellerin bir grup oluşturabildikleri ve belirgin bir ağırlığa sahip oldukları ülke Fransa olmuştur. Zaten “intellectıtel” kavramı da ilk defa Dreyfüs olayıyla ilgili olarak 23 Ocak 1898’de kullanılmıştır.[4] Dolayısıyla yakın tarihe ait bir kavramdır. Bir grup oluşturmasalar da, en azından tekil olarak ya da birbirinden bağımsız aynı zihinsel eğilime cevap veren (vocation) entelektüeller her tarihsel dönemde ve her toplumda var olmuşlardır. Bu anlamda entelektüelin misyonu, gerçeğin çarpıtılmış biçimiyle savaşmaktır. Gerçeğin saptırılmış (ideolojik) bir versiyonunu topluma kabul ettirmeye çalışan devletin ve bu işleve koşulmuş “aydınlar”ın, “aldatıcıların ipliğini pazara çıkarmaktır. Açıklıktan yana olmayan, gerçeğin ortaya çıkmasından zarar görecek olan sınıflara karşı gerçeği savunan, tek kelimeyle gerçeğin ortaya çıkmasından yana tavır koyan kişidir. Bu anlamda egemen sınıflar ve onların adamları tarafından yaratılan hurafeleri sergilemek, mistifıye (aldatılma) edilmiş olanı demistifıye (yaratılan efsaneyi yıkmak anlamında) etmektir.
Her sınıflı toplumda iktidardaki sınıflar, sömürüyü gizlemek, sömürü ve baskıyı meşrulaştırmak, mevcut düzenin değişmezliği düşüncesini kabullendirmek amacıyla “efsaneler”, “hurafeler” üretirler. Kurulu düzenin devamı, ideolojik bulanıklığın sürdürülmesine ve hurafelerin egemen kılınmasına bağlıdır. İşte entelektüel, egemen olan sınıfların, gizli kalmasını istediklerini açığa çıkarmaya çalışan, gerçeğin saptırılmış (reifıye) bir versiyonunu kabullenmeye razı olmayan, iktidarlardakilerin empoze etmekten çıkarı olduğu “bir toplumsal değerler sistemine başkaldıran; örneğin egemen ideolojiye, resmî tarihe karşı çıkarak, gerçekten yaşanmış olanla, yaşandığı varsayılan, gerçeğin çarpıtılmış ya da “resmî versiyonu” arasındaki uyumsuzluğu ortaya çıkarmayı kendine iş edinen kişidir… Egemen olan sınıfların ve devletin her türlü politika ve uygulamalarını eleştirebilen, bu alanda hiçbir yasağa, tabuya, inkarcılığa itibar etmeyen, sorunları sadece ulusal planda değil, evrensel planda ele alıp kavramaya çalışan kişidir…
Ünlü fizikçi Albert Einstein, nükleer enerjinin askerî ve başka stratejik amaçlarla kullanılmasına karşı tavır aldığında, gerçek bir entelektüel tavrı sergilemiş oluyordu. Onu, aynı tavrı göstermeyen meslektaşlarından ayıran ve entelektüel yapan, başta söylediğimiz gibi sahip olduğu “bilimsel bilgi” değil, toplumsal, insanî, evrensel sorunlar karşısında aldığı tavırdır. İşte bu yüzden Jean Paul Sartre, “atom fizikçisi nükleer denemelere karşı bildiriyi imzaladığında entelektüeldir” derken, bu ayrımı ifade etmek istemiştir. Nitekim Sartre, Russeil, Diderot, Emile Zola ve başkaları bilgili oldukları için entelektüel sayılmıyorlardı. Sosyolojik aydın tanımına girenlerle ortak yanları “bilgili” olmaları olsa da, onları asıl entelektüel yapan insanî ve evrensel sorunlar karşısında aldıkları tavır, devlete karşı tutumlarıdır.
Paul Baran, “Aydın denilen kişi, böylece yaptığı işin özü ve esası bakımından bir toplum eleştirmeni, daha güzel, daha insanca ve daha akla uygun bir toplum düzenine giden yolu tıkayan engellerin ne olduklarını arayıp bulmayı, incelemeyi ve bu yoldan bunların aşılmasına yardımcı olmayı kendisine dert edinmiş kimsedir. O, bu nitelikleriyle toplumun vicdanı ve toplumun belli bir tarih döneminde içinde yaşadığı ilerici güçlerin sözcüsü haline gelir. Ve bu nitelikleriyle O, status quo’yu korumaya çalışan egemen sınıf tarafından ve bu sınıfın emrinde olup, aydınları en hafifinden hayalcilik ya da metafıziklikle, en kötüsü de yıkıcılık ya da bozgunculukla suçlayan kafa işçileri tarafından bir ‘deıt yaratıcısı’, bir ‘baş belası’ olarak görür”[5] derken, bizim entelektüel dediğimiz gerçek aydını diğerlerinden farkını vurgulamak istiyor.
Bu aşamada önemli bir teorik sorunla karşılaşılır ki, o da, bilginin niteliğinin hâkim sınıflar ve devlet karşısındaki konumudur. Bilimsel bilginin göreli bir özerkliği vardır. Dolayısıyla üretilen bilimsel bilgi ile hâkim sınıflar arasında bire bir doğrudan bir ilişki olduğunu varsaymak sakıncalıdır. Bilimsel bilginin (sosyal bilim) sınıfsal bir öze sahip olması, onun göreli özerkliğini ortadan kaldırmaz. İşte bu durum, sosyal bilimlerde tarafsızlık sorununu tartışma gündemine getirmiştir. Göreli özerkliğe (autonomie relative) rağmen, tarafsızlık bir safsatadan ibarettir. Son tahlilde sınıfsal çıkarlardan tam bağımsız bir bilgi (sosyal bilim) olanaksızdır. Bilim adamı “tarafsız olmalıdır” ya da “tarafsızdır” dendiğinde, asıl söylenmek istenen, gerçekten tarafsızlık değil, iktidarlardakilerin, mülk sahibi sınıfların istemediklerini söylememek, tartışma konusu yapmamaktır. Tersini yapanlar; yani iktidardaki sınıfların istemediklerini yazıp söyleyenler, tartışma konusu yapanlar, “bilimsel tarafsızlıktan uzaklaşmış” sayılırlar ve tarafsızlıktan ayrılmanın da bedelini şu ya da bu biçimde öderler.
Örneğin Ortaçağda kilisenin temel öğretisine ve hâkim düşüncesine karşı çıkan birine, ne kadar derin bilgin olursa olsun, yaşama hakkı tanınmazdı. Çünkü geleneksel Ortaçağ toplumunda sadece teolojinin yaydığı bilgi esastı ve o bilgiye sahip olanlar saygın ve ayrıcalıklı bir konumda bulunurlardı. 1930’lu yıllarda bir Sovyet tarihçisi ölümü göze almadan Çin tarihî üzerine bir araştırmaya girişemezdi. Eski Çin tarihîyle ilgili araştırmalar doğal olarak “Asya tipi üretim tarzı”nı çağrıştırıyordu; oysa Stalin bürokrasisi “Asya tipi üretim tarzı” ile ilgili tartışmaları büyük bir tehlike olarak görüyor ve şiddetle cezalandırıyordu.
Hem sosyo-profesyone! bir grup oluşturan sosyolojik anlamdaki aydınlar hem de entelektüel denilenlerin, daha çok kapitalist üretim tarzının ilk defa ortaya çıktığı, kapitalist gelişmenin kendi tarihsel geçmişlerinin ürünü olan az sayıdaki gelişmiş sanayi toplumlarında ağırlıkları söz konusu olmuştur. Buna karşılık, üretici temeli zayıf, bizimki gibi dışa bağımlı azgelişmiş ülkelerde ve Sovyetler Birliği, Çin, Doğu Avrupa, Küba, Vietnam vb. gibi bürokratik baskı rejimlerinde bir grup olarak entelektüellerin ortaya çıkma ve yaşama koşulları son derece sınırlı kalmıştır. Sovyetler Birliği’nde devrimden bu yana “resmî gerçek” (resmî tarih) tam on defa değiştirilmiştir. İktidarı ele geçiren her bürokratik klik, kendi çıkarına uygun düşen bir tarih versiyonunu topluma kabul ettirmek istemiştir. Bizde aşağı yukarı 1920’lerin sonları ve 1930’larııı ortalarına kadarki dönemde oluşturulmuş bir “resmî tarih” ve “resmî gerçek” varlığını sürdürmektedir.
Burada asıl tartışılması gereken, nasıl olup da “resmî gerçek” ve “resmî tarih”in ciddi bir eleştiriye uğramadan ve yara almadan veya çok az aşınmaya, uğrayarak bu kadar uzun süre varlığını sürdürebilmiş olmasıdır. Bunun hem Türkiye’de sermaye birikiminin aldığı “özgün biçim”, hâkim sınıfların niteliği (veya sınıfsal ittifakın yapısı) ve tarihsel süreklilik, hem de aydınların devlet içindeki konumlarıyla (veya devlet karşısındaki) ilgili yanları vardır. Biz bu kitapta sorunun bu yanını tartışmayı deneyeceğiz. Fakat, bu aşamada bir hatırlatma yapmamız gerekiyor. Bizimki gibi ülkelerde ve bürokratik baskı rejimlerinin geçerli olduğu ülkelerde (Çin, SSCB -son dönem öncesi, Doğu Avrupa, Küba vb.) bilimsel bilginin (sosyal bilim) göreli bağımsızlığı da ortadan kalkmakta, bağımlılık mutlak bir nitelik kazanmaktadır. Böyle bir göreli özerklik yokluğu, hem toplumda irrasyonel, bilim dışı, iç tutarlılığı olmayan bir toplum ve tarih versiyonunun ortaya çıkmasına neden olmakta, hem de bilimsel entelektüel gelişmeyi engellemektedir.
Osmanlı sosyal formasyonunda aydınlar (ulema), hâkim sınıfın bir bölüğünü oluştururlardı
Basit yeniden üretime dayalı pre-kapitalist bir toplumda, mevcut yapı ve işleyişi meşrulaştırmak ve sürdürmek gibi ideolojik-bürokratik bir misyona koşulmuşlardı. Yönetici (hâkim) sınıfın bir bölüğünü oluşturan ulema (Osmanlı aydını), kapitalist yayılmanın önem kazandığı ve imparatorluğu etkisi altına aldığı ölçüde, klasik işlevlerini yerine getiremez duruma geldi. Daha sonra bunların yerini “batıcı”, “yenilikçi” Tanzimat aydınları (münevver) almaya başladı. İlginç olan şudur ki; bu yeni el itin (bir süre geleneksel elitle birlikte yan yana yaşamak durumundaydı) devlet içindeki konumu ve işlevi toplumun devlet dışı (dolaysız üreticiler) sınıflarıyla olan ilişkilerinde bir önceki döneme göre (ulema) hiçbir köklü değişiklik ortaya çıkmadı. Üstelik siyasal-yönetsel planda kendilerinden öncekilerden çok daha etkin bir konuma terfi ettiler. Dolayısıyla meşrulaştırıcı dayanakları ve ideolojik referansları zaman içinde değişmekle birlikte, konumları ve işlevleri bakımından hiçbir temel değişiklik ortaya çıkmadı. Devlet aydınları olarak kaldılar. Kısmen de kast konumlarını muhafaza ettiler. Kapitalist toplumdaki aydınlar gibi bir katman (couche) oluşturamadıkları için, ürettikleri bilgi, ancak kendi dar sınıfsal çıkarlarını koruyup meşrulaştırmaya hizmet edebilirdi…
Cumhuriyetin kurulmasıyla bu durum devam etti. Ne var ki Cumhuriyet dönemi aydınları kendilerinden öncekilerden çok daha köşeli, sınırları iyice belirlenmiş bir resmî ideoloji oluşturmak zorundaydılar. Yenilikçi Osmanlı aydınları kendilerine bir kurtarıcı misyon vehmederek imparatorluğu sömürgeleştirdiler.
En azından sömürgeleşme sürecini hızlandırdılar. Bu bakımdan “yenilikçi hareketler” olarak gösterilmeye çalışılan, aslında bir autocolonisation (kendi kendini sömürgeleştirme) süreciydi. Osmanlı yönetici aydın eliti, birçok doğrudan sömürgedeki sömürgeci yöneticilerin işlevine koşulmuşlardı. Yönetici sınıfın bir fraksiyonu olarak, içinde yaşadıkları toplumu tahlil edebilecek durumda değillerdi. Nitekim aydınların yönetici sınıf konumunda bulunduğu sosyal formasyonlarda aydınların Dünyayı kendi dar-sınıf çıkarları açısından görmeleri, onların açıklayıcı yeteneğini dumura uğratmaktadır.
Bir taraftan Osmanlı İmparatorluğu Batı kapitalizminin etkisi altına girip, üretici temeli aşınırken; diğer yandan yenilikçilerin ideolojik referanslarıyla realite arasında bir uyumsuzluk ortaya çıktı. Yeni ideolojik referanslara uygun bir ekonomik- sosyal ortam ortaya çıkmıyor, var olan geleneksel temel de giderek aşınıyordu. Bunun anlamı, geleneksel ideolojinin yerini alacak kapitalist üretin tarzına özgü rasyonalizmin güçlenip kitleleri etkisi altına almasının maddi koşullarının oluşamamasıdır. Kitleler haklı olarak yoksullaşmalarının ve kimlik kaybına uğramalarının sorumlusu olarak “Batıcı-yenilikçi kliği” ve onların “yeniliklerini” gördüler. Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğumda var olan yönetici sınıf-halk yabancılaşmasına (ki bu köklü bir yabancılaşmadır) yeni bir boyut eklendi. “Eski Türkiye”de güzideler sınıfı, halka ait ne varsa bayağı, adi, amiyane görür, bundan dolayıdır ki halka “avam” adını verirdi. “Avam, hevamdan farksızdır” diyerek, halkı hayvanlar derece derecesine indirirdi. Kendi kendine “havas revanim” unvanını veren bu zümre, hiç avama kıymet verebilir mi?” [6]
Kendilerini savunmak durumunda olan kitleler daha fazla geleneksel ideolojiye sarılırlarken, yenilikçilerin (Batıcılar) onun yerine koyabilecekleri bir şeyleri yoktu. Dolayısıyla, geleneksel ideoloji aşınırken, aynı zamanda Batıcıların karşısına muhalif bir ideoloji olarak çıktı. “Artık bir tarafta her şeyi kabul eden ve caiz gören, yüksek ve aydın sınıf çeşitli yabancı milletleri en aşırı bir biçimde benimseyip taklit ediyorken, öteki tarafta bir kısım aydınlarla geri kalan halk, her türlü yeniliğe karşı koyuyordu. “Yenilikten şiddetle nefretin ve ürküntü hissinin eserleri her yerde kendini gösteriyordu” [7] diye yazıyor Sait Halim Paşa.
Hiçbir halk yenilik düşmanı, refah aleyhtarı değildir. Böyle bir şey insan doğasına aykırıdır. Aslında resmî ideolojinin (sol versiyonu dahil) yaymaya çalıştığının aksine halk yenilik düşmanı değil, gerçekten yenilikçi olmayanlara, yeteri kadar yenilikçi olmayanlara, yenilik olarak ileri sürülenlerin yıkıcı sonuçlarına, yenilik olarak sunulanların gerçek çözüm yollarını tıkamasına karşıydı.
Yalçın Küçük bir cümlede iki yanlış birden yapıyor
Yalçın Küçük “Aydınlar Üzerine Tezler” adlı kitabında “Türk aydın tarihî yenilik düşmanı bir halkı yenilikçi yapmanın tarihîdir,”[8] diyor. Böyle bir yaklaşım en azından bilim dışıdır!… Aydınlara büyük bir kudret ve toplum üstü yetenekler vehmeden aşırı jakoben bir zihniyetin ürünüdür. Küçük, bir cümlede iki yanlış birden yapıyor; Birincisi, hiçbir halk yenilik düşmanı değildir; ikincisi, hiçbir aydın grubu bir toplumu bir yerden bir başka yere götüremez. Halk çağdaşlığa değil, “çağdaşlaştırmamın bizde aldığı biçimine (sömürgeleşme, üretici güçlerin tahribi biçiminde ortaya çıkıyordu) tepki göstermiştir.
Klasik aydınların, hiç değilse bir bölüğünün, yenilikçi ideolojiye kazanılmaları, üstelik geleneksel ideolojinin “muhalif” bir ideoloji niteliği kazandığı koşullarda olanaksız gibiydi. Yenilikçi aydınların taşıdıkları ideoloji, kendi realitelerine yabancı bir ideolojiydi. Osmanlı yenilikçi aydını, Batımın düşünsel ürünlerini ithal ettiği sürece, bir bakıma aydınlanmadan aydınlatmaya girişiyordu… Yenilikçi Osmanlı aydını “münevver”, Batı burjuvazileri de “münevvir”dir. Aydınlatanın sömürgeci emperyalist Batı olduğu koşullarda, Osmanlı yenilikçi aydını, kendi ürünü olmayan, üstelik kendi realitesiyle pek ilgisi bulunmayan bir Avrupa-merkezli ideolojinin taşıyıcısı durumuna geliyordu!…
Böylece sadece halk kitlelerini değil, geleneksel aydınların bir bölüğünü de karşısına alıyordu. Oysa Batı’da geleneksel aydınların bir bölüğünün rasyonalizme kazanılmaları söz konusuydu. Bu konuda Antonio Gramsci şunları yazıyor: “Ama bir önceki ekonomik yapıdan gelen ve onun gelişmesinin bir yönünü temsil eden her toplumsal temel takım, tarih yüzüne (hiç değilse bugüne kadarki tarih yüzüne) çıktığı zaman, kendinden önce var olan birtakım aydın bölükleri bulmuştur. Bunlar, galiba toplum ve politika alanında en karmaşık ve en köklü değişmelerin durduramadığı tarihsel sürekliliğin de temsilcileri olmuşlardır. Başa geçmek isteyen her takımın en önemli özelliklerinden biri, geleneksel aydınları ideolojik olarak kendisine dönüştürme ve kazanma yolunda yaptığı savaştır. Bu takım, organik aydınlarını yetiştirdiği ölçüde, bu dönüştürme ve kazanma işini daha çabuk ve etkili olarak gerçekleştirebilir.” [9]
Osmanlı İmparatorluğunda buna olanak yoktu. Batıda gelişmekte olan fabrika sanayii (teknolojik devrim) geleneksel zanaatları (el zanaatları) yıkarken, yeni istihdam olanakları da yaratıyordu. Bu durum, kurulmakta olan yeni düzenin (kapitalist) savunulup meşrulaştırılmasını kolaylaştırıyordu. İdris Küçükömer; “yenilik hareketlerine toplum açısından, üretim güçlerinde kapitalist bir gelişmeye bağlı olarak büyüyen bir iç sınıf olmaksızın girişilmişti,” [10] derken bu durumu ifade ediyor. Oysa Batı gibi olmak isteyen (elbette asıl amaç iktidarlarını korumaktı) ve bunda çıkarı olan yenilikçi kast, ülkenin daha fazla sömürgeleşmesi ve üretici temelinin zayıflaması sonucunu doğurduğu için, taşıdığı ideolojinin kitlelerce benimsenmesi söz konusu olamazdı. Atilla İlhan’ın, “komprador aydın” tanımı bu aydınlara gerçekten uygun düşmektedir. Batı’da yeni bir sınıfın (burjuvazinin) organik aydınlarının ürettiği ideoloji, benzer bir dönüşümün olmadığı Osmanlı toplumuna ithal edildikçe, dar bir yönetici elit dışında “aydınlanma” gerçekleşmeyecekti.
“Hâkim ideoloji hâkim sınıfın ideolojisidir”
Bu bakımdan Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi aydınları, üstlendikleri ideolojik işlev bakımından Batı burjuvazisinin Türkiye’deki “organik aydınlarıydılar. Batı burjuva ideolojisinin taşıyıcıları ve yayıcıları oldukları sürece, Batı’dan, önce sanayi ürünü, daha sonra teçhizat ve aramalı ithal eden; önce komisyoncu-tüccar, daha sonraki dönemde montaj sanayicisinin ideolojik düzeylerdeki benzerleri olmuşlardır. “Hâkim ideoloji hâkim sınıfın ideolojisidir,” diyor kitap. Osmanlı ülkesinde hâkim sınıf, Fransız veya İngiliz burjuvazisi. Sarayın direnişi azaldıkça kapitalizm taarruzunu yoğunlaştırır: Keşişler, mektepler, mürebbiyeler, mason locaları… Osmanlı Bankası, nişanlar, sefaret baloları ve Beyoğlu’nu zevk panayırına çeviren şuh aktrisler. [11] Cemil Meriç bir başka yerde de şunları yazıyor: “Avrupa silahları ve teknolojisiyle birlikte Avrupa fikirleri de ithal edildi. Bunlar da sosyal ve siyasî düzenin en az ötekiler kadar tahripçisiydiler.” [12]
Kemalist iktidar, tarihte eşine az rastlanır bir inkârcılığı dayattı
Tanzimatla başlayan dışardan “düşünce” ve “kurum” ithal etme süreci, 1920 ve 1930’lu yıllarda fanatik bir inkarcılıkla sürdürüldü. Merkezi otoritenin güçlendirilmesinin sağladığı olanakların da yardımıyla Kemalist iktidar, tarihte eşine az rastlanır bir inkârcılığı dayattı. Bu, kendi geçmişimizi toptan inkâr etmek biçiminde tezahür etti. Bu yüzden Takrir-i Sükun terör rejimi altında insanlara şapka giydirildi. Arapça-Farsça melezleşmesidir diye Osmanlıca bir çırpıda yok sayıldı. Arap alfabesi Latin alfabesiyle değiştirildi. Bütün bunlar “inkılâp” sayıldı. Terör rejimi koşullarında gerçekleştirilen bu inkılâpların bekçiliğini yapmak da, Cumhuriyet aydınlarına düşecekti. Zora dayanılarak yapılan “inkılâplar”; ancak zora dayanarak korunabilirdi. Aydınların açmazı da buradaydı. Zorla yapılan inkılâpların zora dayanarak korunduğu bir ortamda aydınlar, antidemokratik bir resmî ideolojinin üreticisi, yayıcısı ve sürdürücüsü olacaklardı. Şapka giymeyi reddettikleri için idam edilenlerin “gerici” oldukları konusunda fetva vereceklerdi!… Üstelik Cumhuriyet aydınlarının halk kitlelerine bakışında da kendinden öncekilere göre bir değişiklik söz konusu değildi. Cumhuriyet döneminin önde gelen aydınlarından, liberal (ama demokrat olmayan) Ahmet Ağaoğlu, 1.926’da Gazi Mustafa Kemal’e verdiği bir raporda; “Arz etmek isterim ki, acizleri demokrat değilim, alelumun demagojiye karşı büyük bir nefret perverde ederim. Bendeniz binbir başlı kütlelerin herhangi bilişi başa çıkaracak kabiliyette olduğuna hiçbir zaman kâil olmadım,”[13] diyor.
Bir toplum kültürünü “gericidir” diye inkâr ederse, tarihsel süreklilik nasıl sağlanır?
Kültür sorununa yaklaşım nasıl olmalıdır? Bir toplumun kendi geçmişini ve kültürünü, toptan mahkûm etmesi bilimsellikle bağdaşır mı? Toplum kendi öz geçmişiyle bağlarını bu biçimde koparırsa ne gibi sonuçlar ortaya çıkar? Bir toplum kültürünü “gericidir” diye inkâr ederse, tarihsel süreklilik nasıl sağlanır? Tarih, sonuç itibariyle toplumun geçmişiyle bir diyalog değil midir? Böyle bir diyalogun kesilmesi arzulanır bir şey midir? Toplumu, kötü alışkanlıkları olan bir çocuk gibi görmek bilimsel bir tutum mudur? Tüm elemanlarının (yapıcı unsurlarının) geri ve gerici olduğu gibi bir kültür düşünebilir mi? Aynı şekilde, tümüyle ilerici bir kültür söz konusu olabilir mi? Öte yandan, tarihsel olarak geride kalmış olan bir kültür toptan geri, bugün yaşayan da mutlaka “ileri” ve “ilerici” midir? Eğer geçmişle bağlar böylesine kesilirse bunun yarattığı boşluk nasıl doldurulabilir?
Cumhuriyet aydınları bu soruları genellikle sormadıkları gibi, sorulmasını, tartışılmasını da engellediler. Benzer soruları sormaya, tartışmaya girişenlere bağnaz bir karşı-ittifak oluşturdular. “Başarıları” yaptıkları savunmanın ve teorik argümanların gücünden değil, arkalarındaki baskıcı devletin gücünden kaynaklanıyordu. Ürettikleri yalanla yaşamayı “aydınlanma” sandılar. Resmî ideolojinin üreticisi ve yayıcısı olarak da her zaman hakkettikleri hediyelere kavuştular…
Marx, İngiliz burjuva ekonomi politiğini inkâr etseydi Kapital i yazabilir miydi?
Oysa asıl yapılması gereken inkâr değil, “diyalektik aşma” olmalıydı. [14] Başka bir ifade ile var olanı sürdürme, eleştirme, aşma biçiminde bir yaklaşım gerekiyordu. Eğer Marx, İngiliz burjuva ekonomi politiğini inkâr etseydi Kapital i yazabilir miydi? Ricaordo’yu, Smith’i, Malthııs’ıı vb. yok sayarak, inkâr ederek, onları gericilikle suçlayarak yeni bir teori geliştirebilir, toplumsal bilimlerde büyük bir atılım gerçekleştirebilir miydi? Toptan inkarcılığın yıkıcı sonuçları başka yerlerde de görüldü. Sovyetler Birliğinde proletarya kültürünün yüceltilmesi, burjuva kültürünün toptan mahkûm edilmesi, Stalinist terör rejimi koşullarında tam bir kültürel, entelektüel ve artistik gerilemeye ve kısırlığa neden oldu. Stalinist ve izleyen dönemlerde Sovyetler Birliğimde Dünya ölçeğinde düşünce ve sanat adamlarının yetişmemesi, bu inkârcılığın ve bağnaz bir bilim ve kültür anlayışının sonucuydu. “Tarihsel süreklilikle diyalektik aşkınlık” konusundaki bu tutarsız yaklaşımın sonuçları çok ağır oldu. Oysa kendi kültür mirasını dönüştürüp yeni ve üst düzeyde bir senteze, daha zengin bir kültüre ulaşma yolu, bağnaz taklitçilik ve inkârcılık yüzünden kapatılmıştır. Eğer bugün bir “arabesk” kültürel ortama gelinmişse, bunun sorumlusu, kendi kültürünü aşağılayıp, mahkûm eden zihniyettir.
Geçmişiyle ilgili her şeyi yok saymak, her şeyin Batı’dan menkul olduğu görüşüne sarılmaktır
İlginç olan bir şey de, Cumhuriyet aydınının Meşrutiyet aydınını, Meşrutiyet aydınının da Tanzimat dönemi aydınlarını suçlamış olmalarıdır. Her dönemde, bir öncekiler yanlış yaptıkları için suçlanmışlardır. Cumhuriyet aydınları “doğru yolu bulduklarını” iddia etmişlerdir. Oysa Cumhuriyet aydınları gerek orijinleri ve devlet içindeki konumları, gerekse de ideolojik, düşünsel referansları bakımından aynı çizginin sürdürücüsüydüler. Bütünüyle onların “azgelişmiş” ideolojik-kültürel mirasına konmuşlardı.
Cumhuriyet aydınları için de iktidarlarını sağlamlaştırmanın biricik yolu, kendilerinden öncekileri kötülemekti. Bize göre, Türk aydınlarının kendi geçmişlerine bu ölçüde olumsuz ve yadsıyıcı yaklaşmalarının bir nedeni de “geriliklerinin farkına vardıklarında, Batı kapitalizminin ülkeyi “biçimsizleştirip”, içini boşaltmış olmasıdır. Bu durum, onların kendi geçmişlerini mahkûm etmelerini kolaylaştırmıştır. Kendi “gerilik”leri ile başkalarının “ileriliği” arasındaki ilişkinin niteliğini de kavrayacak durumda olmadıkları için, tüm kerametleri kendi ülkeleri dışında, Batı’da buluyorlar! Bu geleneğin sonucu olarak, kendi toplumlarının geçmişiyle ilgili her şeyi yok saymak, her şeyin Batı’dan menkul olduğu görüşüne sıkı sıkıya sarılmak kaçınılmaz oluyor! Türk aydınları yukarıda kısaca değindiğimiz sürecin sonucunda düşünsel, ideolojik ve kültürel bir bağımlılığa düşüyorlar. Bu bağımlılık, yaşadıkları Dünyayı ve kendi toplumlarının gerçeğini kavramalarını giderek zorlaştırıyor.[15]
Yok sayılan veya inkâr edilen şeylerle övünülüyor
Osmanlı dönemi kültürü inkâr edilince, geriye halk edebiyatı dışında pek bir şey kalmıyordu. Ortaya çıkan kültür boşluğu da Batı’ya daha çok yaslanarak, ve oradan daha çok “ithalât” yapılarak doldurulmaya çalışıldı! İthal edilen de pozitivist burjuva kültürüydü. Bu tutucu ve seçkinci ideolojinin ithali yönetici aydın elitin çıkarlarına uygun düşüyordu. Üstelik bu alanda bir sürü tutarsızlıklar, çelişik yaklaşımlar da sergileniyordu. Mustafa Kemal, Nutuk’ta; “Osmanoğulları zorla, Türk Milletinin hakimiyet ve saltanatına el koymuşlardı. Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi, şimdi de Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini bildirerek, hakimiyet ve saltanatı isyan ederek bilfiil eline almış bulunuyor,”[16] diyor. Bu durumda İstanbul’un fetih yıldönümlerinde ve daha başka bir şiirli yıl dönümlerde yapılan törenleri anlamak zorlaşır! Diğer yandan da yok sayılan veya inkâr edilen şeylerle övünülüyor. Örneğin Türklerin tarih boyunca kurdukları en büyük devletin Osmanlı Devleti olduğu söyleniyor! Bu ve benzer yaklaşımlar doğal olarak genç nesillerin kafalarında çelişik düşüncelerin oluşmasına neden oluyor…
Doç. Dr. Fikret Başkaya
Paradigmanın İflası
Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş
Özgür Üniversite 15. Baskı (sayfa 17-31)
* Bu sözün F. Bacon’a ait olduğu da ileri sürülüyor. (F.B.)
1- Bu konuda bkz: İ. M. Uzunçarşıiı; Osmanlı Devletinin îlmiyye Teşkilatı, TTK Basımevi. Ankara, 1965.
2- G. Konrad, I. Szelenyi, La Marche âıı pouvoir des Intellectuels, Le cas des pays de L ‘Esi, au.\ Editions du SetıiL Paris, 1979.
3- Kur-arfı Kerim, Yusuf Suresi 55. Ayet: ‘Biz işte, böylece Yusuf’u o yere yerleştirdik, ona rüyaların nasıl yorumlanacağını öğrettik.” Ayrıca. Yusuf Suresi. 21. Ayet.
4- Pascal Ory- Jean-François Sirinelli. Les intellectuels en Fraııce de L’ Affaire Dreyfus a nos Joıırs, Armand Colin. Paris, 1986.
5- Paui Baran. “The Commitment of the Intellectuals”, Monthly Review March. 1988. s. 112.
6- Ziya Gökalp. “Makaleler,” Hazırlayan: Ferit Ragıp Tuncer. Kültür Bakanlığı Yayınları, No: 284, s. 45.
7- S. H. Paşa, “Buhranlarımız,” Tercüman Yay., s. 118.
8- Yalçın Küçük. “Aydın Üzerine Tezler,” 1830-1980, Tekin Yayınevi,1984.
9- Antonio Gramsci “Aydınlar ve Toplum,” Çan Yayınları. İstanbul 1967, s.25-26
10- İdris Kiiçiikömer “Düzenin Yabancılaşması,” s. 60.
11- Cemil Meriç. Bu Ülke. s. 47-48.
12- Cemil Meriç. “Batılılaşma”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, s. 236.
13- Hasan Rıza Soyak. “Atatürk’ten Hatıralar,” Cilt II, s. 165 vd. İstanbul 1973.
14- Bu konuda bkz: L. Trotsky; Edebiyat ve Devrim.
15- M. Kemal Atatürk. Nutuk, 8. Baskı. s. 690-691.
16- Bkz. Fikret Başkaya, “Başıyla Yürüyen Ayağıyla Düşünen Türk Aydını”.
Yeni Gündem. 16-30 Nisan 1985.