Ünlü fizikçi Albert Einstein, nükleer enerjinin askerî ve başka stratejik amaçlarla kullanılmasına karşı tavır aldığında, gerçek bir entelektüel tavrı sergilemiş oluyordu. Onu, aynı tavrı göstermeyen meslektaşlarından ayıran ve entelektüel yapan, başta söylediğimiz gibi sahip olduğu “bilimsel bilgi” değil, toplumsal, insanî, evrensel sorunlar karşısında aldığı tavırdır. İşte bu yüzden Jean Paul Sartre, “atom fizikçisi nükleer de-nemelere karşı bildiriyi imzaladığında entelektüeldir” derken, bu ayrımı ifade etmek istemiştir. Nitekim Sartre, Russell, Diderot, Emile Zola ve başkaları bilgili oldukları için entelektüel sayılmıyorlardı. Sosyolojik aydın tanımına girenlerle ortak yanları “bilgili” olmaları olsa da, onları asıl entelektüel yapan insanî ve evrensel sorunlar karşısında devlete aldıkları karşı, tavır tutumlarıdır.
“Aslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar, avcılık öyküleri her zaman avcıyı yüceltecektir.” Afrika Atasözü
Aydınlar ve Resmı İdeoloji
Her tarihsel dönemde ve her toplumsal formasyonda, belirli bilgilere sahip olanlar “ayrıcalıklı” bir konumda bulunurlar. Toplumsal işlevleri karşılığında maddi, siyasal ve ideolojik olarak ödüllendirilirler. İlkel kabilede büyücü, Firavunun rüya yorumcusu, günümüzün diplomalıları vb. ait oldukları toplumsal formasyonların sosyolojik anlamda aydınlarıdırlar. Bu anlamda, (sosyolojik) aydını olmayan toplum yoktur. Aydını olmayan toplum olmadığı gibi, aydınların meşrulaştırıcı toplumsal işlevleri ve siyasal iktidar karşısındaki konumları da bir üretim tarzından diğerine değişir. Bu farklılık meşrulaştırma işlevinin tarihsel süreç içinde aldığı biçimle doğrudan ilgilidir. İlkel, köleci, asyatik, feodal, kapitalist, tekelci devlet kapitalizmi, bürokratik “sosyalist” toplumsal formasyonlarda aydınların işlevi ve siyasal iktidar karşısındaki konumları farklıdır.
Eski Uzakdoğu uygarlıklarında bilge, toplumsal hiyerarşide birinci sırada yer alırdı. Bu durum, onun toplumsal işlevinin öneminden kaynaklanırdı. Yine eski, doğu toplumlarının halk dilinde; birinci bilge, ikinci çiftçi, üçüncü zanaatkâr, dördüncü tacir denirdi. Söz konusu toplumsal formasyonlarda bilge’nin birinci sırada yer alması, onun bilgelik ve moral (ahlâkî) standart örneği olmasındandı. Bilgeyi önemli ve saygın yapan askerî-ekonomik gücü değil, toplumsal-ideolojik işleviydi.
Her toplumsal formasyonda aydınların toplumdaki konumları ve siyasal iktidarla ilişkileri farklıdır. Dolayısıyla, toplumsal formasyonun niteliğine bağlı olarak, sınıf (ya da egemen sınıfın bir bölüğü), kast, katman oluşturabilirler. Aydınlar, Osmanlı toplumsal formasyonunda egemen sınıfın bir bölüğünü oluştururlardı. İdeolojik (meşrulaştırma işlevi), hukukî, bürokratik bir işleve sahiptiler. Kısaca hukuk, din, eğitim, yönetim alanlarını kapsayan bir kesim oluşturuyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nda Şeyh-ül İslâm, müftü, kadı, müderris, imam vb. den oluşan bir dini hiyerarşi oluşmuştu.1 Söz konusu hiyerarşi sayesinde imparatorlukta hem ideolojik (Şeriatın uygulanması) hem de idari fonksiyonlar (yargı) gerçekleştirilirdi. Hiyerarşinin yükseklerinde yer alanlar, büyük servetlerin de sahibiydiler. İlmiye sınıfı için kast ve müsaderenin olmayışı, bu kesimin hem büyük servetler edinmesine hem de edindikleri serveti miras yoluyla çocuklarına aktarmalarına olanak veriyordu. Böylece yönetici sınıf içinde “kapalı bir kast” oluşturmayı başarmışlardı.
Sosyolojik olarak aydın tanımına giren kesimin önemi ve toplumda “ayrıcalıklı” konumu, “bilgili” olmalarından, dahası, toplumda “kültürel tekel”e sahip olmalarındandır. Halk dilinde “ilim iktidardır”* atasözü aslında iki şeyi içermektedir; Birincisi, her bilgi doğal olarak bir siyasal iktidar yaratma eği-limindedir; ikincisi de, her iktidar zorunlu olarak bir bilgi donanımına ihtiyaç duyar2. Demek ki aydınların ayrıcalıkları veya siyasî iktidar ortağı oluşları, “bilgi”lerine dayanmaktadır. Eski Mısır’da Hz. Yusuf’un Firavun’dan sonra devletin ikinci adamı konumuna gelmesi, bilgili olmasındandır. Bütün diğer kahinlerden daha iyi rüya yorumcusu oluşundandır. “Beni memleketin hazinelerine memur et, çünkü ben korumasını ve yönetmesini bilirim.”3
Yukarıda sözünü ettiğimiz, sosyo-profesyonel bir kesit oluşturan ve sosyolojik aydın tanımına girenlerdir. Bir de bunlardan ayrı olarak ve ekseri marjinal bir öneme sahip olan; çoğu zaman küçük bir grup bile oluşturamayan entelektüeller bulunur. “Entelektüeller”in ayırdedici niteliği, diploma sahibi olmaları veya belirli bilgilere sahip olmaları değildir. Aynı şekilde belirli meslek gruplarına dahil olmaları da değildir. Şüphesiz bunlar da en az diğerleri (sosyolojik aydın tanımına girenler) kadar; belki de onlardan daha çok bilimsel bilgiye sahiptirler. Entelektüelin ayırdedici niteliği, onun siyasal iktidardan ve siyasal iktidarın gerisindeki egemen sınıflardan bağımsızlığı, siyasal iktidar karşısında eleştirel bir tavır içinde olmasıdır. Bu niteliklerinden ötürü entelektüel, siyasal iktidarla da iyi geçinemeyen biridir. Burada önemli olan zihinsel ve moral (ahlâkî) bir eğilimdir. Ve bu eğilime uygun davranabilme, tavır alabilme yeteneğidir.
Entelektüellerin bir grup oluşturabildikleri ve belirgin bir ağırlığa sahip oldukları ülke Fransa olmuştur. Zaten “intellectuel” kavramı da ilk defa Dreyfüs olayıyla ilgili olarak 23 Ocak 1898’de kullanılmıştır.4 Dolayısıyla yakın tarihe ait bir kavramdır. Bir grup oluşturmasalar da, en azından tekil olarak ya da birbirinden bağımsız aynı zihinsel eğilime cevap veren (vocation) entelektüeller her tarihsel dönemde ve her toplumda var olmuşlardır. Bu anlamda entelektüelin misyonu, gerçeğin çarpıtılmış biçimiyle savaşmaktır. Gerçeğin saptırılmış (ideolojik) bir versiyonunu topluma kabul ettirmeye çalışan devletin ve bu işleve koşulmuş “aydınlar”ın, “aldatıcılar”ın ipliğini pazara çıkarmaktır. Açıklıktan yana olmayan, gerçeğin ortaya çıkmasından zarar görecek olan sınıflara karşı gerçeği savunan, tek kelimeyle gerçeğin ortaya çıkmasından yana tavır koyan kişidir. Bu anlamda egemen sınıflar ve onların adamları tarafından yaratılan hurafeleri sergilemek, mistifiye (aldatılma) edilmiş olanı demistifiye (yaratılan efsaneyi yıkmak anlamında) etmektir.
Her sınıflı toplumda iktidardaki sınıflar, sömürüyü gizlemek, sömürü ve baskıyı meşrulaştırmak, mevcut düzenin değişmez-liğini kabullendirmek amacıyla “efsaneler”, “hurafeler” üretirler. Kurulu düzenin devamı, ideolojik bulanıklığın sürdürülmesine ve hurafelerin egemen kılınmasına bağlıdır. İşte entelektüel, egemen olan sınıfların, gizli kalmasını istediklerini açığa çıkarmaya çalışan, gerçeğin saptırılmış (reifiye) bir versiyonunu kabullenmeye razı olmayan, iktidarlardakilerin empoze etmekten çıkarı olduğu “bir toplumsal değerler sistemi”ne başkaldıran; örneğin egemen ideolojiye, resmî tarihe karşı çıkarak, gerçekten yaşanmış olanla, yaşandığı varsayılan, gerçeğin çarpıtılmış ya da “resmî versiyonu” arasındaki uyumsuzluğu ortaya çıkarmayı kendine iş edinen kişidir… Egemen olan sınıfların ve devletin her türlü politika ve uygulamalarını eleştirebilen, bu alanda hiçbir yasağa, tabuya, inkârcılığa itibar etmeyen, sorunları sadece ulusal planda değil, evrensel planda ele alıp kavramaya çalışan kişidir…
Ünlü fizikçi Albert Einstein, nükleer enerjinin askerî ve başka stratejik amaçlarla kullanılmasına karşı tavır aldığında, gerçek bir entelektüel tavrı sergilemiş oluyordu. Onu, aynı tavrı göstermeyen meslektaşlarından ayıran ve entelektüel yapan, başta söylediğimiz gibi sahip olduğu “bilimsel bilgi” değil, toplumsal, insanî, evrensel sorunlar karşısında aldığı tavırdır. İşte bu yüzden Jean Paul Sartre, “atom fizikçisi nükleer de-nemelere karşı bildiriyi imzaladığında entelektüeldir” derken, bu ayrımı ifade etmek istemiştir. Nitekim Sartre, Russell, Diderot, Emile Zola ve başkaları bilgili oldukları için entelektüel sayılmıyorlardı. Sosyolojik aydın tanımına girenlerle ortak yanları “bilgili” olmaları olsa da, onları asıl entelektüel yapan insanî ve evrensel sorunlar karşısında devlete aldıkları karşı, tavır tutumlarıdır.
Paul Baran, “Aydın denilen kişi, böylece yaptığı işin özü ve esası bakımından bir toplum eleştirmeni, daha güzel, daha insanca ve daha akla uygun bir toplum düzenine giden yolu tıkayan engellerin ne olduklarını arayıp bulmayı, incelemeyi ve bu yoldan bunların aşılmasına yardımcı olmayı kendisine dert edinmiş kimsedir. O, bu nitelikleriyle toplumun vicdanı ve toplumun belli bir tarih döneminde içinde yaşadığı ilerici güçlerin sözcüsü haline gelir. Ve bu nitelikleriyle O, status quo’yu korumaya çalışan egemen sınıf tarafından ve bu sınıfın emrinde olup aydınları en hafifinden hayalcilik ya da metafiziklikle, en kötüsü de yıkıcılık ya da bozgunculukla suçlayan kafa işçileri tarafından bir ‘dert yaratıcısı’, bir ‘baş belası’ olarak görür”5 derken, bizim entelektüel dediğimiz gerçek aydını diğerlerinden farkını vurgulamak istiyor.
Bu aşamada önemli bir teorik sorunla karşılaşılır ki, o da, bilginin niteliğinin hâkim sınıflar ve devlet karşısındaki konumudur. Bilimsel bilginin göreli bir özerkliği vardır. Dolayısıyla üretilen bilimsel bilgi ile hâkim sınıflar arasında bire bir doğrudan bir ilişki olduğunu varsaymak sakıncalıdır. Bilimsel bilginin (sosyal bilim) sınıfsal bir öze sahip olması, onun göreli özerkliğini ortadan kaldırmaz. İşte bu durum, sosyal bilimlerde tarafsızlık sorununu tartışma gündemine getirmiştir. Göreli özerkliğe (autonomie relative) rağmen, tarafsızlık bir safsatadan ibarettir. Son tahlilde sınıfsal çıkarlardan tam bağımsız bir bilgi (sosyal bilim) olanaksızdır. Bilim adamı “tarafsız olmalıdır” ya da “tarafsızdır” dendiğinde, asıl söylenmek istenen, gerçekten tarafsızlık değil, iktidarlardakilerin, mülk sahibi sınıfların istemediklerini söylememek, tartışma konusu yapmamaktır. Tersini yapanlar; yani iktidardaki sınıfların istemediklerini yazıp söyleyenler, tartışma konusu yapanlar, “bilimsel tarafsızlıktan uzaklaşmış” sayılırlar ve tarafsızlıktan ayrılmanın da bedelini şu ya da bu biçimde öderler.
Örneğin Ortaçağda kilisenin temel öğretisine ve hâkim düşüncesine karşı çıkan birine, ne kadar derin bilgin olursa olsun, yaşama hakkı tanınmazdı. Çünkü geleneksel Ortaçağ toplumunda sadece teolojinin yaydığı bilgi esastı ve o bilgiye sahip olanlar saygın ve ayrıcalıklı bir konumda bulunurlardı. 1930’lu yıllarda bir Sovyet tarihçisi ölümü göze almadan Çin tarihî üzerine bir araştırmaya girişemezdi. Eski Çin tarihîyle ilgili araştırmalar doğal olarak “Asya tipi üretim tarzı”nı çağrıştırıyordu; oysa Stalin bürokrasisi “Asya tipi üretim tarzı” ile ilgili tartışmaları büyük bir tehlike olarak görüyor ve şiddet-le cezalandırıyordu.
Hem sosyo-profesyonel bir grup oluşturan sosyolojik anlamdaki aydınlar hem de entelektüel denilenlerin, daha çok kapita-list üretim tarzının ilk defa ortaya çıktığı, kapitalist gelişmenin kendi tarihsel geçmişlerinin ürünü olan az sayıdaki gelişmiş sanayi toplumlarında ağırlıkları söz konusu olmuştur. Buna karşılık üretici temeli zayıf, bizimki gibi dışa bağımlı azgelişmiş ülkelerde ve Sovyetler Birliği, Çin, Doğu Avrupa, Küba, Vietnam vb. gibi bürokratik baskı rejimlerinde bir grup olarak entelektüellerin ortaya çıkma ve yaşama koşulları son derece sınırlı kalmıştır. Sovyetler Birliği’nde devrimden bu yana “resmî gerçek” (resmî tarih) tam on defa değiştirilmiştir. İktidarı ele geçiren her bürokratik klik, kendi çıkarına uygun düşen bir tarih versiyonunu topluma kabul ettirmek istemiştir. Bizde aşağı yukarı 1920’lerin sonları ve 1930’ların ortalarına kadarki dönemde oluşturulmuş bir “resmî tarih” ve “resmî gerçek” varlığını sürdürmektedir.
Burada asıl tartışılması gereken, nasıl olup da “resmî gerçek” ve “resmî tarih”in ciddi bir eleştiriye uğramadan ve yara almadan veya çok az aşınmaya uğrayarak bu kadar uzun süre varlığını sürdürebilmiş olmasıdır. Bunun hem Türkiye’de sermaye birikiminin aldığı “özgün biçim”, hâkim sınıfların niteliği (veya sınıfsal ittifakın yapısı) ve tarihsel süreklilik, hem de aydınların devlet içindeki konumlarıyla (veya devlet karşısındaki) ilgili yanları vardır. Biz bu kitapta sorunun bu yanını tartışmayı deneyeceğiz. Fakat, bu aşamada bir hatırlatma yapmamız gerekiyor. Bizimki gibi ülkelerde ve bürokratik baskı rejimlerinin geçerli olduğu ülkelerde (Çin, SSCB -son dönem öncesi, Doğu Avrupa, Küba vb.) bilimsel bilginin (sosyal bilim) göreli bağımsızlığı da ortadan kalkmakta, bağımlılık mutlak bir nitelik kazanmaktadır. Böyle bir göreli özerklik yokluğu, toplumda irrasyonel, bilim dışı, iç tutarlılığı olmayan bir toplum ve tarih versiyonunun ortaya çıkmasına neden olmakta, hem de bilimsel entelektüel gelişmeyi engellemektedir.
Osmanlı sosyal formasyonunda aydınlar (ulema), hâkim sınıfın bir bölüğünü oluştururlardı. Basit yeniden üretime dayalı pre-kapitalist bir toplumda, mevcut yapı ve işleyişi meşrulaştırmak ve sürdürmek gibi ideolojik-bürokratik bir misyona koşulmuşlardı. Yönetici (hâkim) sınıfın bir bölüğünü oluşturan ulema (Osmanlı aydını), kapitalist yayılmanın önem kazandığı ve imparatorluğu etkisi altına aldığı ölçüde, klasik işlevlerini ye-rine getiremez duruma geldi. Daha sonra bunların yerini “batıcı”, “yenilikçi” Tanzimat aydınları (münevver) almaya başladı. İlginç olan şudur ki; bu yeni elitin (bir süre geleneksel elitle birlikte yan yana yaşamak durumundaydı) devlet içindeki konumu ve işlevi toplumun devlet dışı (dolaysız üreticiler) sınıflarıyla olan ilişkilerinde bir önceki döneme göre (ulema) hiçbir köklü değişiklik ortaya çıkmadı. Üstelik siyasal-yönetsel planda kendilerinden öncekilerden çok daha etkin bir konuma terfi ettiler. Dolayısıyla meşrulaştırıcı dayanakları ve ideolojik referansları zaman içinde değişmekle birlikte, konumları ve işlevleri bakımından hiçbir temel değişiklik ortaya çıkmadı. Devlet aydınları olarak kaldılar. Kısmen de kast konumlarını muhafaza ettiler. Kapitalist toplumdaki aydınlar gibi bir katman (couche) oluşturamadıkları için, ürettikleri bilgi, ancak kendi dar sınıfsal çıkarlarını koruyup meşrulaştırmaya hizmet edebilirdi…
Cumhuriyetin kurulmasıyla bu durum devam etti. Ne var ki Cumhuriyet dönemi aydınları kendilerinden öncekilerden çok daha köşeli, sınırları iyice belirlenmiş bir resmî ideoloji oluşturmak zorundaydılar. Yenilikçi Osmanlı aydınları kendilerine bir kurtarıcı misyon vehmederek imparatorluğu sömürgeleştirdiler. En azından sömürgeleşme sürecini hızlandırdılar. Bu bakımdan “yenilikçi hareketler” olarak gösterilmeye çalışılan, aslında bir autocolonisation (kendi kendini sömürgeleştirme) süreciydi. Osmanlı yönetici aydın eliti, birçok doğrudan sömürgedeki sömürgeci yöneticilerin işlevine koşulmuşlardı. Yönetici sınıfın bir fraksiyonu olarak, içinde yaşadıkları toplumu tahlil edebilecek durumda değillerdi. Nitekim aydınların yönetici sınıf konumunda bulunduğu sosyal formasyonlarda aydınların Dünyayı kendi dar-sınıf çıkarları açısından görmeleri, onların açıklayıcı yeteneğini dumura uğratmaktadır.
Bir taraftan Osmanlı İmparatorluğu Batı kapitalizminin et-kisi altına girip, üretici temeli aşınırken; diğer yandan yenilikçilerin ideolojik referanslarıyla realite arasında bir uyumsuzluk ortaya çıktı. Yeni ideolojik referanslara uygun bir ekonomik-sosyal ortam ortaya çıkmıyor, var olan geleneksel temel de giderek aşınıyordu. Bunun anlamı, geleneksel ideolojinin yerini alacak kapitalist üretim tarzına özgü rasyonalizmin güçlenip kitleleri etkisi altına almasının maddi koşullarının oluşamamasıdır. Kitleler haklı olarak yoksullaşmalarının ve kimlik kaybına uğramalarının sorumlusu olarak “Batıcı-yenilikçi kliği” ve onların “yeniliklerini” gördüler. Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğu’nda var olan yönetici sınıf-halk yabancılaşmasına (ki bu köklü bir yabancılaşmadır) yeni bir boyut eklendi. “Eski Türkiye”de güzideler sınıfı, halka ait ne varsa bayağı, adi, amiyane görür, bundan dolayıdır ki halka “avam” adını verirdi. “Avam, hevamdan farksızdır” diyerek, halkı hayvanlar derecesine indirirdi. Kendi kendine “havas revanım” unvanını veren bu zümre, hiç avama kıymet verebilir mi?”6
Kendilerini savunmak durumunda olan kitleler daha fazla geleneksel ideolojiye sarılırlarken, yenilikçilerin (Batıcılar) onun yerine koyabilecekleri bir şeyleri yoktu. Dolayısıyla geleneksel ideoloji aşınırken, aynı zamanda Batıcıların karşısına muhalif bir ideoloji olarak çıktı. “Artık bir tarafta her şeyi kabul eden ve caiz gören, yüksek ve aydın sınıf çeşitli yabancı milletleri en aşırı bir biçimde benimseyip taklit ediyorken, öteki tarafta bir kısım aydınlarla geri kalan halk, her türlü yeniliğe karşı koyuyordu. “Yenilikten şiddetle nefretin ve ürküntü hissinin eserleri her yerde kendini gösteriyordu”7 diye yazıyor Sait Halim Paşa.
Hiçbir halk yenilik düşmanı, refah aleyhtarı değildir. Böyle bir şey insan doğasına aykırıdır. Aslında resmî ideolojinin (sol versiyonu dahil) yaymaya çalıştığının aksine halk yenilik düşmanı değil, gerçekten yenilikçi olmayanlara, yeteri kadar yenilikçi olmayanlara, yenilik olarak ileri sürülenlerin yıkıcı sonuçlarına, yenilik olarak sunulanların gerçek çözüm yollarını tıkamasına karşıydı.
Yalçın Küçük “Aydınlar Üzerine Tezler” adlı kitabında “Türk aydın tarihî yenilik düşmanı bir halkı yenilikçi yapmanın tarihîdir,”8 diyor. Böyle bir yaklaşım en azından bilim dışıdır!… Aydınlara büyük bir kudret ve toplum üstü yetenekler vehmeden aşırı jakoben bir zihniyetin ürünüdür. Küçük, bir cümlede iki yanlış birden yapıyor; Birincisi, hiçbir halk yenilik düşmanı değildir; ikincisi, hiçbir aydın grubu bir toplumu bir yerden bir başka yere götüremez. Halk çağdaşlığa değil, “çağdaşlaştırma”nın bizde aldığı biçime (sömürgeleşme, üretici güçlerin tahribi biçiminde ortaya çıkıyordu) tepki göstermiştir.
Klasik aydınların, hiç değilse bir bölüğünün, yenilikçi ideo-lojiye kazanılmaları, üstelik geleneksel ideolojinin “muhalif” bir ideoloji niteliği kazandığı koşullarda olanaksız gibiydi. Yenilikçi aydınların taşıdıkları ideoloji, kendi realitelerine yabancı bir ideolojiydi. Osmanlı yenilikçi aydını, Batı’nın düşünsel ürünlerini ithal ettiği sürece, bir bakıma aydınlanmadan aydınlatmaya girişiyordu… Yenilikçi Osmanlı aydını “münevver”, Batı burjuvazileri de “münevver”dir. Aydınlatanın sömürgeci emperyalist Batı olduğu koşullarda, Osmanlı yenilikçi aydını, kendi ürünü olmayan, üstelik kendi realitesiyle pek ilgisi bulunmayan bir ideolojinin taşıyıcısı durumuna geliyordu!…
Böylece sadece halk kitlelerini değil, geleneksel aydınların bir bölüğünü de karşısına alıyordu. Oysa Batı’da geleneksel aydınların bir bölüğünün rasyonalizme kazanılmaları söz konusuydu. Bu konuda Antonio Gramsci şunları yazıyor: “Ama bir önceki ekonomik yapıdan gelen ve onun gelişmesinin bir yönünü temsil eden her toplumsal temel takım, tarih yüzüne (hiç değilse bugüne kadarki tarih yüzüne) çıktığı zaman, kendinden önce var olan birtakım aydın bölükleri bulmuştur. Bunlar, galiba toplum ve politika alanında en karmaşık ve en köklü değişmelerin durduramadığı tarihsel sürekliliğin de temsilcileri olmuşlardır. Başa geçmek isteyen her takımın en önemli özelliklerinden biri, geleneksel aydınları ideolojik olarak kendisine dönüştürme ve kazanma yolunda yaptığı savaştır. Bu takım, organik aydınlarını yetiştirdiği ölçüde, bu dönüştürme ve kazanma işini daha çabuk ve etkili olarak gerçekleştirebilir.”9
Osmanlı İmparatorluğu’nda buna olanak yoktu. Batı’da gelişmekte olan fabrika sanayii (teknolojik devrim) geleneksel zanaatları (el zanaatları) yıkarken, yeni istihdam olanakları da yaratıyordu. Bu durum, kurulmakta olan yeni düzenin (kapitalist) savunulup meşrulaştırılmasını kolaylaştırıyordu. İdris Küçükömer; “yenilik hareketlerine toplum açısından, üretim güçlerinde kapitalist bir gelişmeye bağlı olarak büyüyen bir iç sınıf olmaksızın girişilmişti,”10 derken bu durumu ifade ediyor. Oysa Batı gibi olmak isteyen (elbette asıl amaç iktidarlarını korumaktı) ve bunda çıkarı olan yenilikçi kast, ülkenin daha fazla sömürgeleşmesi ve üretici temelinin zayıflaması sonucunu doğurduğu için, taşıdığı ideolojinin kitlelerce benimsenmesi söz konusu olamazdı. Atilla İlhan’ın, “komprador aydın” tanımı bu aydınlara gerçekten uygun düşmektedir. Batı’da yeni bir sınıfın (burjuvazinin) organik aydınlarının ürettiği ideoloji, benzer bir dönüşümün olmadığı Osmanlı toplumuna ithal edildikçe, dar bir yönetici elit dışında “aydınlanma” gerçekleşmeyecekti.
Bu bakımdan Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi aydınları, üstlendikleri ideolojik işlev bakımından Batı burjuvazisinin Türkiye’deki “organik aydınları”ydılar. Batı burjuva ideolojisinin taşıyıcıları ve yayıcıları oldukları sürece, Batı’dan, önce sanayi ürünü, daha sonra teçhizat ve aramalı ithal eden; önce komisyoncu-tüccar, daha sonraki dönemde montaj sanayicisinin ideolojik düzeylerdeki benzerleri olmuşlardır. “Hâkim ideoloji hâkim sınıfın ideolojisidir,” diyor kitap. Osmanlı ülkesinde hâkim sınıf, Fransız veya İngiliz burjuvazisi. Sarayın direnişi azaldıkça kapitalizm taarruzunu yoğunlaştırır: Keşişler, mektepler, mürebbiyeler, mason locaları… Osmanlı Bankası, nişanlar, sefaret baloları ve Beyoğlu’nu zevk panayırına çeviren şuh aktrisler.11 Cemil Meriç bir başka yerde de şunları yazıyor: “Avrupa silahları ve teknolojisiyle birlikte Avrupa fikirleri de ithal edildi. Bunlar da sosyal ve siyasî düzenin en az ötekiler kadar tahripçisiydiler.”12
Tanzimatla başlayan dışardan “düşünce” ve “kurum” ithal etme süreci, 1920 ve 1930’lu yıllarda fanatik bir inkârcılıkla sürdürüldü. Merkezi otoritenin güçlendirilmesinin sağladığı olanakların da yardımıyla Kemalist iktidar, tarihte eşine az rastlanır bir inkârcılığı dayattı. Bu, kendi geçmişimizi toptan inkâr etmek biçiminde tezahür etti. Bu yüzden Takrir-i Sükun terör rejimi altında insanlara şapka giydirildi. Arapça-Farsça melez-leşmesidir diye Osmanlıca bir çırpıda yok sayıldı. Arap alfabesi Latin alfabesiyle değiştirildi. Bütün bunlar “inkılâp” sayıldı. Terör rejimi koşullarında gerçekleştirilen bu inkılâpların bekçiliğini yapmak da, Cumhuriyet aydınlarına düşecekti. Zora dayanılarak yapılan “inkılâplar”; ancak zora dayanarak korunabilirdi. Aydınların açmazı da buradaydı. Zorla yapılan inkılâpların zora dayanarak korunduğu bir ortamda aydınlar, antidemokratik bir resmî ideolojinin üreticisi, yayıcısı ve sürdürücüsü olacaklardı. Şapka giymeyi reddettikleri için idam edilenlerin “gerici” oldukları konusunda fetva vereceklerdi!… Üstelik Cumhuriyet aydınlarının halk kitlelerine bakışında da kendinden öncekilere göre bir değişiklik söz konusu değildi. Cumhuriyet döneminin önde gelen aydınlarından, liberal (ama demokrat olmayan) Ahmet Ağaoğlu, 1926’da Gazi Mustafa Kemal’e verdiği bir raporda; “Arz etmek isterim ki acizleri demokrat değilim, alelumun demagojiye karşı büyük bir nefret perverde ederim. Bendeniz binbir başlı kütlelerin herhangi bir işi başa çıkaracak kabiliyette olduğuna hiçbir zaman kâil olmadım,”13 diyor.
Kültür sorununa yaklaşım nasıl olmalıdır? Bir toplumun kendi geçmişini ve kültürünü, toptan mahkûm etmesi bilimsellikle bağdaşır mı? Toplum kendi öz geçmişiyle bağlarını bu biçimde koparırsa ne gibi sonuçlar ortaya çıkar? Bir toplum kültürünü “gericidir” diye inkâr ederse, tarihsel süreklilik nasıl sağlanır? Tarih, sonuç itibariyle toplumun geçmişiyle bir diyalog değil midir? Böyle bir diyalogun kesilmesi arzulanır bir şey midir? Toplumu, kötü alışkanlıkları olan bir çocuk gibi görmek bilimsel bir tutum mudur? Tüm elemanlarının (yapıcı unsurlarının) geri ve gerici olduğu gibi bir kültür düşünebilir mi? Aynı şekilde, tümüyle ilerici bir kültür söz konusu olabilir mi? Öte yandan, tarihsel olarak geride kalmış olan bir kültür toptan geri, bugün yaşayan da mutlaka “ileri” ve “ilerici” midir? Eğer geçmişle bağlar böylesine kesilirse bunun yarattığı boşluk nasıl doldurulabilir?
Cumhuriyet aydınları bu soruları genellikle sormadıkları gibi, sorulmasını, tartışılmasını da engellediler. Benzer soruları sormaya, tartışmaya girişenlere bağnaz bir karşı-ittifak oluşturdular. “Başarıları” yaptıkları savunmanın ve teorik argümanların gücünden değil, arkalarındaki baskıcı devletin gücünden kaynaklanıyordu. Ürettikleri yalanla yaşamayı “aydınlanma” sandılar. Resmî ideolojinin üreticisi ve yayıcısı olarak da her zaman hakettikleri hediyelere kavuştular…
Oysa asıl yapılması gereken inkâr değil, “diyalektik aşma” olmalıydı.14 Başka bir ifade ile var olanı sürdürme, eleştirme, aşma biçiminde bir yaklaşım gerekiyordu. Eğer Marx, İngiliz burjuva ekonomi politiğini inkâr etseydi Kapital’i yazabilir miydi? Ricaordo’yu, Smith’i, Malthus’u vb. yok sayarak, inkâr ederek, onları gericilikle suçlayarak yeni bir teori geliştirebilir, toplumsal bilimlerde büyük bir atılım gerçekleştirebilir miydi? Toptan inkârcılığın yıkıcı sonuçları başka yerlerde de görüldü. Sovyetler Birliği’nde proletarya kültürünün yüceltilmesi, burjuva kültürünün toptan mahkûm edilmesi Stalinist terör rejimi koşullarında tam bir kültürel, entelektüel ve artistik gerilemeye ve kısırlığa neden oldu. Stalinist ve izleyen dönemlerde Sovyetler Birliği’nde Dünya ölçeğinde düşünce ve sanat adamlarının yetişmemesi, bu inkârcılığın ve bağnaz bir bilim ve kültür anlayışının sonucuydu. “Tarihsel süreklilikle diyalektik aşkınlık” konusundaki bu tutarsız yaklaşımın sonuçları çok ağır oldu. Oysa kendi kültür mirasını dönüştürüp yeni ve üst düzeyde bir senteze, daha zengin bir kültüre ulaşma yolu, bağnaz tak-litçilik ve inkârcılık yüzünden kapatılmıştır. Eğer bugün bir “arabesk” kültürel ortama gelinmişse, bunun sorumlusu, kendi kültürünü aşağılayıp, mahkûm eden zihniyettir.
İlginç olan bir şey de, Cumhuriyet aydınının Meşrutiyet aydınını, Meşrutiyet aydınının da Tanzimat dönemi aydınlarını suçlamış olmalarıdır. Her dönemde, bir öncekiler yanlış yaptıkları için suçlanmışlardır. Cumhuriyet aydınları “doğru yolu bulduklarını” iddia etmişlerdir. Oysa Cumhuriyet aydınları gerek orijinleri ve devlet içindeki konumları, gerekse de ideolojik, düşünsel referansları bakımından aynı çizginin sürdürücüsüydüler. Bütünüyle onların “azgelişmiş” ideolojik-kültürel mirasına konmuşlardı.
Cumhuriyet aydınları için de iktidarlarını sağlamlaştırmanın biricik yolu, kendilerinden öncekileri kötülemekti. Bize göre, Türk aydınlarının kendi geçmişlerine bu ölçüde olumsuz ve yadsıyıcı yaklaşmalarının bir nedeni de “gerilik”lerinin farkına vardıklarında, Batı kapitalizminin ülkeyi “biçimsizleştirip”, içini boşaltmış olmasıdır. Bu durum onların kendi geçmişlerini mahkûm etmelerini kolaylaştırmıştır. Kendi “gerilik”leri ile başkalarının “ileriliği” arasındaki ilişkinin niteliğini de kavrayacak durumda olmadıkları için, tüm kerametleri kendi ülkeleri dışında, Batı’da buluyorlar! Bu geleneğin sonucu olarak, kendi toplumlarının geçmişiyle ilgili her şeyi yok saymak, her şeyin Batı’dan menkul olduğu görüşüne sıkı sıkıya sarılmak kaçınılmaz oluyor! Türk aydınları yukarıda kısaca değindiğimiz sürecin sonucunda düşünsel, ideolojik ve kültürel bir bağımlılığa düşüyorlar. Bu bağımlılık, yaşadıkları Dünyayı ve kendi toplumlarının gerçeğini kavramalarını giderek zorlaştırıyor.15
Osmanlı dönemi kültürü inkâr edilince, geriye halk edebiyatı dışında pek bir şey kalmıyordu. Ortaya çıkan kültür boşluğu da Batı’ya daha çok yaslanarak, ve oradan daha çok “ithalât” yapılarak doldurulmaya çalışıldı! İthal edilen de pozitivist burjuva kültürüydü. Bu tutucu ve seçkinci ideolojinin ithali yönetici aydın elitin çıkarlarına uygun düşüyordu. Üstelik bu alanda bir sürü tutarsızlıklar, çelişik yaklaşımlar da sergileniyordu. Mustafa Kemal, Nutuk’ta; “Osmanoğulları zorla, Türk Milletinin hakimiyet ve saltanatına el koymuşlardı. Bu tasallutlarnıı altı asırdan beri idame eylemişlerdi, şimdi de Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini bildirerek, hakimiyet ve saltanatı isyan ederek bilfiil eline almış bulunuyor,”16 diyor. Bu durumda İstanbul’un fetih yıldönümlerinde ve daha başka bir sürü yıldönümlerde yapılan törenleri anlamak zorlaşır! Diğer yandan da yok sayılan veya inkâr edilen şeylerle övünülüyor. Örneğin Türklerin tarih boyunca kurdukları en büyük devletin Osmanlı Devleti olduğu söyleniyor! Bu ve benzer yaklaşımlar doğal olarak genç nesillerin kafalarında çelişik düşüncelerin oluşmasına neden oluyor…
Devlet Aydınının Çelişkileri
Cumhuriyetin kurucu kadrosunun asli unsurunu oluşturan, büyük çoğunluğu İttihatçı (Jön Türk) olan aydınlar referanslarının ağırlık noktası Batı burjuva ideolojisinin pozitivist yorumuna dayanmakla birlikte- devletle olan ilişkileri, devlet karşısındaki konumları bakımından Osmanlı’daki ilmiye sınıfına benzemekteydiler. Cumhuriyetin kurulmasıyla daha çok özerkleştiler ve etkinliklerini daha da artırdılar. Osmanlı’da olduğu gibi yine hâkim sınıfın bir bölüğünü, ama bu sefer daha etkin bir bölüğünü oluşturdular. Ağırlıkları, olumsuz dış konjonktürün (Büyük Dünya Ekonomik Krizi) ülkeyi etkisi altına aldığı 1930’lu yıllarda daha da arttı. Etkinliklerini II.Dünya Savaşı sonuna, 1950’ye kadar sürdürmeyi başardılar.
Aydınların bir bölüğü 1960’lı yıllarda “sosyalizmle buluştuklarında” sosyalist düşüncenin yozlaşmış bir versiyonu olan Stalinizmi büyük bir kolaylık ve rahatlıkla benimsediler. Bu durum, “sosyalist” de olsalar, onların “bürokrat aydın”, “devlet aydını” olmalarından kaynaklanıyordu. Stalinizmi benimsedikleri ölçüde, bu sefer de Sovyetler Birliği’nin (ve daha az oranda Stalinist Çin bürokrasisinin) resmî ideolojisinin taşıyıcıları oldular.
Stalinizmin ipliğinin pazara çıktığı bir dönemde, Türk “sosyalist”lerinin bağnaz birer Stalinist kesilmeleri onların her tarihsel dönemde yaya kaldıklarını da bir defa daha gösteriyordu. Aslında bu, Türk entelijansiyasının bir “özelliği”dir. Üretilmesine pek katılmadıkları çağdaş düşünceyle hep belirli bir gecikmeyle tanışıyorlar. Her seferinde pazara geldiklerinde pazarı dağılmış buluyorlar… Türk “sosyalist”lerinin Stalinizme olan hayranlıklarını ve bağlılıklarını “talihsiz bir rastlantı eseri” saymak herhalde doğru olmaz. Artık, Sovyetler Birliği’ndeki sosyo-ekonomik düzenin sosyalist değil, sosyalizmin bir karikatürü olduğunu sağır sultanın bile duyduğu bir ortamda Stalinizme dört elle sarılmaları, sınıfsal yapılarının ve ideolojik referanslarının bir sonucuydu. O kadar ki işi, Sovyet yöneticileri ülkelerindeki rejimin sosyalist olmadığını “itiraf ettiklerinde” onları revizyonistlikle suçlamaya kadar vardırarak, gülünç durumlara düşenleri bile var!… Bürokratik, devletçi, halka yukarıdan bakan Türk “sosyalist”lerine sosyalizmin bürokratik yozlaşmaya uğramış bir versiyonu pek uygun düşüyordu. Bürokrasinin iktidar ortaklığının sona erdiği, 1950’li ve 1960’lı yıllarda sosyalizm, aydınlar için yeniden etkin bir meşrulaştırma, dolayısıyla da iktidarı ele geçirme aracı olabilirdi. Gerçekten de 1960’ların başında sosyalist ideoloji, bürokrasinin iktidar ortaklığının sona erdiği bir dönemde, iktidarı yeniden ele geçirmenin bir aracı olarak görülüyordu.
Sözde “bilimsel” bir dil kullanılıyor, sosyalist sloganlar ortalığı kaplıyorduysa da, aydınların büyük çoğunluğu için asıl amaç sosyalizmin kurulması değildi. Bu aşamada görüntüyle gerçeğin birbirinden ayrılması önemlidir. Amaç sosyalist bir toplum düzeni oluşturmak değil, “sosyalist yöntemler” kullanarak Batı’yı daha hızlı taklit etmekti. Batı’yı taklit etmeyi hızlandırarak sosyalist bir topluma varılabilir mi? Açıkça ifade edilen klişe şuydu: Kapitalist yoldan kalkınmak uzun zaman alır, kalkınmanın kestirme yolu sosyalist yolu seçmektir. Asıl amaç gerçekten sosyalist bir toplum kurmaya yönelik olsaydı, askerî cunta senaryolarıyla, “ilerici subaylar”la, iktidarı ele geçirmeye, çalışır mıydı? Sosyalizmin temel teorik kaynaklarına yönelmek yerine, Sovyetler Birliği’nden azgelişmiş ülkelere ihraç edilen “Kapitalist Olmayan Kalkınma Yolu” gibi uydurma stratejilere itibar edilmesi bu yüzdendir.17 Dönemin sosyalistlerinin sosyalizmin temel sorunlarını tartışmaktan özenle kaçınmaları, devrimci Marksizmin sürdürücülerine düşmanlıkları bu niteliklerinden kaynaklanıyordu. Asıl amaç, kaybettikleri “iktidarı” yeniden kazanmak, bu amaçla sosyalizmi bir araç olarak kullanmaktı.
Eğer askerî bir darbeyle, İttihatçı yöntemleriyle sosyalizm adına iktidarı ele geçirebilirlerse, iktidarı kimseyle paylaşmak zorunda kalmayacaklardı. Üstelik bu sefer siyasal iktidarı da kimseyle paylaşmak zorunda olmadıkları için, tartışmasız ve tek hâkim sınıf konumuna yükseleceklerdi. Doğu Avrupa’daki örnekler iştahlarını kabartıyordu! Ne var ki, burjuvazi ve gerisindeki emperyalist “destekçiler,” bürokratik aydınlara bu yolu çoktan kapamıştı. Asalak burjuvazi ve emperyalizmle başa çıkabilecek olan asıl güç emekçi kitlelerdi ama, Türk aydınları (sosyalist olsunlar) emekçi sınıfları işin içine karıştırmaya pek niyetli değillerdi (Kullanılan dil ve sloganlara rağmen). Bu konuda bir de gerekçe üretilmişti: Halk geriydi, kendilerinin değil, “yoz burjuva politikacılarının” peşinden gidiyordu, son tahlilde de kendi çıkarlarının farkında değildi… Bu ve benzeri argümanların öncekilerden, Tanzimatçı, Meşrutiyetçi, Cumhuriyetçilerden bir farkı var mıdır? Halkın siyasal olgunlaşmasını beklemek onyıllar alırdı. Oysa ülkenin beklemeye tahammülü yoktu. Aslında “sosyalist” aydınların önemli bir bölüğü askerî cunta yöntemlerine bel bağladıkları dönemde, içinde yaşadıkları toplum, hâkim sınıfların gücü, kitlelerin beklentileri ve özlemleri konusunda son derecede bilgisizdiler.
O halde halkın çıkarlarının “nerede ve nasıl”ını bilen bürokratik aydınlar, iktidarı ele geçirerek kestirme çözümler dayatacaklardı. 27 Mayıs darbesini yüceltmeleri ve söz konusu darbenin sınıfsal bir tahliline yanaşmamaları ilginçtir. 1960’ların “sosyalist”leri arasında Stalinizme bağlılıklarını sürdüren prosovyetik dar bir kesim dışındakilerin ufukta “sosyalizm görünmeyince”, sermaye ve devletle olan ilişkilerini gözden geçirip, bir “durum değerlendirmesi” yaparak ortalıktan çekilmeleri, asıl niyetin başka olduğunun bir göstergesidir… Aslına bakılırsa, Türkiye’deki sol düşüncenin teorik-ideolojik geri planında, Stalinizmle Atatürkçülüğün melezlenmiş bir versiyonu vardı. Dolayısıyla, ideolojik ve teorik referanslar olarak, gerçek sosyalist düşüncenin kaynağına inmek söz konusu değildi. Şüphesiz bütün bu dönem boyunca, yukarıda sözünü ettiğimiz genel ve hâkim çizgi dışında olan aydınlar da elbette vardı. Ama bu kesimin sayısal cılızlığı, ideolojik etkinliğini doğal olarak etkisizleştirmiştir.
Bu aşamada aydınlar ve resmî ideoloji ilişkisi üzerinde durmamız gerekiyor. Fakat ondan önce resmî ideolojiyle ilgili bazı açıklamalar yapmak yararlı olacak. Gerçekten de bilimsel literatürde olsun, günlük konuşma dilinde olsun, kullandığınız kavramlar hakkında her zaman yeteri kadar açık olmayabiliyoruz. “Resmî ideoloji”ye varabilmek için Antonio Gramsci’nin “hegemonya” kavramından hareket edebiliriz. Gramsci’ye göre; yeni bir ideolojinin toplumun tüm kesimlerinde hegemonya kurabilmesi için o ideolojinin sahibi ve taşıyıcısı olan ve tarih sahnesine çıkan yeni sınıfın, üretici güçleri geliştirmesi, ekonominin üretici temelini dönüştürerek, bir önceki tarihsel döneme göre önemli bir ilerleme sağlaması, tarihsel olarak geri olan sınıfa karşı yürüttüğü, devlet aygıtını ele geçirme mücadelesinde kendi çıkarlarını gerçekleştirirken, toplumun diğer kesimlerini de bütünüyle ihmal etmemesi, dolaysız üretici kesimlere de önceki duruma göre bir şeyler vermesi gerekir. Başka bir ifade ile yeni egemen sınıfın bir önceki dönemin geçerli ideolojisinden farklı bir ideolojiyi geniş halk yığınlarına kabul ettirebilmesi için, toplumun diğer sınıflarının yaşam koşullarında en azından kısmi bir iyileşme sağlaması gerekir. Gramsci’nin kendi ifadesiyle, yeni sosyal sınıfın egemen sınıf olma mücadelesine giriştiğinde: “Üstün gelmesi gereken kendi temel çıkarlarıyla; ikincil sosyal gurupları da feda etmeyecek uygun bir dengenin kurulması gerekir.”18 Böylesi bir dengenin oluşturulması, devlet aygıtını ele geçiren yeni egemen sınıfın, toplumun diğer bağımlı kesimlerini kendi egemenliği altında tutabilmesinin koşuludur.
Ancak böyle bir durumda egemen sınıf, iktidarının sınıfsal karakterini gizleyebileceği bir Dünya görüşünü kitlelere benimsetebilir. Ve bunu “doğal”, “gerekli” moral değerler ve toplum anlayışı olarak kitlelere kabullendirebilir. Böylece egemen sınıf son aşamada, ekonomik, politik ve moral bağları gerçekleştirir. Gramsci buna “tarihsel blok”, yeni egemen sınıfa “hegemonik sınıf” ve onun yaydığı ideolojiye de “hegemonik ideoloji” diyor.
Gramsci’nin tahlilinden çıkan sonuçları şu şekilde özetlemek mümkündür; devlet aygıtını ele geçirmek amacıyla hasım sınıflarla mücadeleye girişen yeni (yükselen) sınıf, üretici güçleri dönüşüme uğratacak, toplumun ikincil (egemen sınıf dışında) sınıflarına da bir şeyler verebilecek, son analizde kendi sınıfsal projesini geniş kitlelere kabul ettirirken, zor öğesini değil, ikna ve inandırma yolunu seçecek; böylece kendi ideolojisi aracılığıyla bir entegrasyonu (bütünleşmeyi) gerçekleştirecek.
Yukarıdaki kısa açıklamalar karşısında, resmî ideolojinin, hegemonya gücü zayıf bir ideoloji olduğu ortaya çıkıyor. Bu durum, devlet aygıtını ele geçiren yeni sınıfın veya sınıflar blokunun iktidar mücadelesine giriştikleri kritik anda üretici güçlerde bir dönüşüm yaratmamış olması ve ikincil sınıflara da önceki döneme oranla bir şeyler verememesidir. Böyle olunca, üretici güçlerde bir ileri atılım gerçekleşmeyince ve egemen sınıf dışı toplum kesimlerine bir şeyler verilmeyince, yeni egemen sınıfın projesini geniş halk kitlelerine kabullendirmek ve ideolojik üst yapılarla ekonomik temel arasında uygun bir eklemlenme (articulation) yaratmak mümkün olmamaktadır.
Cumhuriyetin kurulduğu dönemde tam tersi geçerliydi. Üretici güçlerin geliştirilmesi bir yana, mevcut üretici güçler de büyük ölçüde tahrip edilmiş durumdaydı. Zaten Cumhuriyetle gelen rejim, 1908’den beri sürüp gelen İttihatçı rejimiydi. Ortada ekonomik temeli dönüştürüp güçlendirecek bir sınıf olmadığı gibi, üretici güçlerin dönüşüme uğratılması, bir önceki dönemin üretim ilişkilerini, bu arada mülkiyet ilişkilerini dönüştürmek de söz konusu değildi. Türkiye’de Cumhuriyetin kurulmasıyla iktidara el koyan “yeni” yönetici sınıflar koalisyonu, emekçi sınıflara bir şeyler vermediği gibi, baskı ve sömürüyü yoğunlaştırmıştı. Dolayısıyla, geçerli kültürel-ideolojik değerlerin yerine yenilerinin üretilmesinin ve kitlelerde bir hegemonya sağlamasının koşulları oluşmamıştı. İşte bu hegemonya eksikliği, yapay, zorlama bir resmî ideolojinin “üretilmesini” zorunlu hale getirmiştir…
Sözünü ettiğimiz hegemonya eksikliğini gidermek ya da hegemonya boşluğunu doldurmak amacıyla üretilen ideoloji, resmî ideolojidir. Bu da ideolojinin bir sınıf projesi olduğunu gizlemek ve kitlelerde bir yanılsama yaratmak için yeterli olamazdı. Hegemonya boşluğunu doldurmak amacıyla “devlet aydınları” tarafından girişilen ideolojik zorlamaların kitlelerin bilincine yerleşme gücü olmadığı için, resmî ideoloji zor öğesiyle birlikte yürüyecek, zorunlu olarak da, daha baştan antidemokratik, baskıcı bir nitelik kazanacaktı.
İleriki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Cumhuriyet’i kuran ekibin yukarıdaki anlamda hegemonya gücü olan bir egemen ideoloji oluşturmalarının koşulları oluşmamıştı. Ne yeni bir sosyal sınıf ve onun geliştirdiği yeni ve ileri üretici güçler ve üretim ilişkileri, ne de kitlelerin yaşam koşullarında hatırı sayılır bir iyileşme söz konusuydu.
Resmî ideoloji oluşturmak için “bilgi” kanallarını denetlemek; enformasyon bilgi demek olduğuna göre bazı bilgilerin kitlelere ulaşmasını engellemek, kitlelerin bilincinde (memoire collective) bir boşluk yaratmak üzere kendi geçmişiyle bağlarını koparmak, iktidardaki sınıfların çıkarlarına uygun bir bilgi ve enformasyon ağı oluşturmayla mümkündür.
İşte Cumhuriyet aydınlarının işlevi, böyle bir resmî ideoloji üretmek olmuştur. Bu amaçla yakın tarih tahrif edilmiş, Kürt kimliği inkâr edilmiş, Millî Mücadele’nin gerçek dışı bir versiyonu geliştirilmiş, son tahlilde emperyalizmle bir uzlaşma olan “Millî Mücadele”, mazlum halklara kurtuluş yolunu gösteren ilk antiemperyalist hareket olarak gösterilmek istenmiştir. Oysa Cumhuriyet iktidarları “büyük devlet” kompleksinden hiçbir zaman kurtulamadılar. Mazlum halkların yanında değil, her zaman onları ezen sömürgeci emperyalist devletlerin safında yer aldılar. 1920’li ve 1930’lu yıllarda yapılan bürokratik düzenlemeler (İnkılaplar) abartılmış, tüm uygarlıkların kaynağının Türkler olduğu ve tüm dillerin de Türkçe’den türediği gibi hezeyanlar bir döneme damgasını vurmuştur. Türk aydınları, yalan üretip ürettikleri yalanla yaşamak gibi, talihsiz bir ko-numda bulunmuşlardır. Sözde, topluma rasyonalist düşünceyi yerleştirmek amacıyla yola çıktıklarını iddia etmelerine rağmen, her zamankinden daha çok hurafe üretmişler, Mustafa Kemal’i putlaştırmayı marifet saymışlardır.
Toplumsal-ekonomik yapının niteliği ve azgelişmişliğinden ötürü, Türk aydınlarının pazar ekonomisinin geçerli olduğu sanayileşmiş ülkelerde olduğu gibi, egemen sınıflardan görece bağımsız bir katman (couche) oluşturmaları olanaksızdı. Aydınların, Cumhuriyet döneminde de devletle olan ilişkileri Osmanlı İmparatorluğu’ndakinden farklı değildi. Egemen sınıflar koalisyonunun bir ortağı olmaya devam etmeleri, devlet dışında bilgi üretme olanaklarını sınırlamıştır.
Resmî ideolojinin geçerli olduğu Türkiye gibi sosyal formasyonlarda, devlet politikalarına ters düşen bilgiye izin verilmez. Resmî ideolojiye ters düşmek veya onu eleştirmek cezaî yaptırımlarla engellenmek istenir. İnsanların “ülke yararları”na ters düşen düşünce üretmeleri kesinlikle yasaktır. Ülke yararının ne olduğuna da kendileri karar verirler. Kurulu düzene eleştirel yaklaşan herkes “kötü düşüncelidir”, “ülke yararlarını ve bütünlüğünü tehlikeye atar”, “birlik ve beraberliği zedeler”, “ulusal duyguları zayıflatır” vb… İnsanlar, düşünceleri, “iyi ve kötü”, “yararlı ve zararlı” diye sınıflandırılır. “Kötü” ve “zararlı” düşünceler ve sahipleri yasal kovuşturmaya maruzdurlar. Böyle bir toplumun çağdaş ve demokratik olması da, kalkınabilmesi de olanaksızdır. Batı Ortaçağı’nda “doğru”ların tespiti kilise adamları tarafından yapılırdı. Bizim Cumhuriyetimizde de yasalar ve uygulayıcılar bu işi yapıyorlar. Eleştiri yollarının tıkandığı bir toplum, kendisi hakkında düşünme yeteneğine sahip değildir. Cezaî yaptırım gerekçesiyle eleştiri silahını bırakmak ise gerçek entelektüel tavrıyla bağdaşmaz.
Aydınların devlet aygıtının bir parçasını oluşturmaları (1950 öncesi Türkiye’de olduğu gibi) hileci ve yadsıyıcı bir bilinci de sürekli beslemektedir. Bürokrasi manipülasyona elverişli bir yapı oluşturduğu için, entelektüel dürüstlük diye bir kaygı da pek güçlü değildir. II.Abdülhamid’in zaman zaman aydınları satın alarak muhalefetlerini etkisizleştirebilmesi bu yüzdendir. Aydınların satın alınmalarının kolaylığı, devletin yapısı ve bu yapı içinde aydınların konumuyla doğrudan ilgilidir. “Osmanlı Devleti’nde Abdülhamid devrinde de Türkler için yegâne servet membaı devletti. Bu itibarla devlete karşı çalışmak için, ya devletin tesirinin asgariye indiği Mısır gibi bir emarette (hamî) bulmak veya doğrudan doğruya devletten faydalanmak icap ediyordu.”19
Kitleler tarafından benimsenme şansı sınırlı böyle bir resmî ideolojinin aşınması kaçınılmaz olduğundan, “çok partili” rejime geçildikten sonra belirli aralıklarla yapılan askerî darbe-lerle takviye edilmiştir. Ziya Enver Karal, “27 Mayıs 1960 Darbesini” değerlendirdiği bir yazısında: “Arzu edilen yeni düzene gelince, unutulmuş veya inkâr edilmiş olan Atatürk İnkılabı’nın prensiplerini tekrar ele alarak devrin ihtiyaçlarına göre geliştirmek, bu suretle devletin temelinden sarsılmış olan iç ve dış itibarını iade etmek, tehlikeye düşen millî varlığı kurtarmak, eskiyi tasfiye ederek yepyeni bir idare kurmaktan ibarettir,”20 diyor. Karal, farkında olmadan resmî ideolojinin on yıllık Demokrat Parti iktidarı döneminde yıprandığını söylüyor.
Cumhuriyet dönemi aydınları istedikleri kadar modernist bir dil kullansınlar, hezeyanları, kuruntuları ve monolitik düşünceleri veri iken, toplumun kendisi hakkında düşünme yeteneğini boğdular. Kendi ayrıcalıklı konumlarını muhafaza edebilmek için her türlü “farklı” düşünceyi tehlikeli saydılar. Aydınların yönetici sınıf konumunda olduğu bir toplumsal formasyonda kültür, bir sınıf kültürü aydın sınıfın kültürü haline gelir. Teorik referanslarında ve afişe edilen amaçlarında “çağdaşlık” temasına vurgu yapılmasına rağmen, toplumun değiş-mezliği üzerine kurulu pozitivist burjuva ideolojisinin taşıyıcısıydılar. Yönetici bürokratik aydınlar toplumun temeline dokunmadan onu yerinden oynatabileceklerini sandılar. Oysa bir önceki dönemin üretim ilişkileri değişmediği sürece, insanlara şapka giydirmek, klasik Batı müziği dinletmek, Latince öğretmek vb. çağdaş bir toplum oluşturmak için yeterli olmayacaktı. Sait Halim Paşa, Batıcılarla ilgili olarak: “Bu medeniyetin eserlerini, o medeniyeti meydana getiren sebepler zannettiler. Garbın ahlâk ve yaşayışını memleketlerine tatbik etmenin dertlerine çare olacağına inandılar,”21 derken, baştanberi yapılanların çağdaşlaşmak olmadığını vurgulamak istiyor.
İdris Küçükömer de; “Bu sebepledir ki aydın; değişik boyutlu bir kültür ve düşünce seviyesindeki bir topluma, tarihînde sürekli iktidar bölünmüşlüğünü yaşamış toplumların ürünü olan “form”ları aktararak “asri” olunacağını sanmıştır. Bu formların ithal edilmesiyle Türkiye’de işlerliğinin ne olacağını da hiçbir zaman derinlemesine düşünmemiş, araştırmamıştır (aydının yenilgi tuzağı),”22 diyor.
Gerçek toplumsal dönüşümlerin ortaya çıkmadığı koşullarda, inkilâpları idealize edip yücelttiler. Kapalı bir kültür oluşturdular. Her ne kadar yaydıkları resmî ideolojiyle toplumun tamamını temsil ettiklerini ileri sürseler de, aslında palazlanmakta olan bir sermaye sınıfının çıkarlarını meşrulaştırdılar (bu arada kendi çıkarlarınıda). Ne var ki, üzerinde bulundukları zemin ayaklarının altından kayıyordu. Paradoksal olarak, çocuk büyüyünce onlara itaat etmeyecekti. İşbirlikçi sermaye sınıfı, daha çok emperyalizme dayandığı oranda, önce bürokrat aydınları, daha sonra da toprak ağalarını ortaklıktan atacaktı. Başka türlü söylemek gerekirse, yeni sömürgecilik döneminde sermaye sınıfı palazlandıkça eski yerel koalisyon ortaklarını dışlayacaktı.
Batı’ya olan kültürel, ideolojik ve bilimsel bağımlılık Türk aydınlarının orijinal ürünler vermelerini de engellemiştir. Üstelik giderek kendi realitelerine de yabancılaşmışlardır. Gerçek anlamda entelektüellerin resmî ideoloji üretmek gibi bir mis-yonları olamaz. Tam tersine, gerçek aydın (entelektüel) olmanın koşulu, her türlü egemen ideolojiden, bu arada resmî ideolojiden bağımsızlaşmaktır; resmî ideolojinin üretici ve yayıcısı olmak değil, onu eleştirebilmektir. Resmî ideoloji üretmenin yerini resmî ideolojinin eleştirisi almadıkça, gerçek anlamda aydınlanma mümkün olamayacaktır.
Dipnotlar
1 Bu konuda bkz: İ. H. Uzunçarşılı; Osmanlı Devletinin İlmiyye Teşkilatı, TTK Basımevi, Ankara, 1965.
* Bu sözün F. Bacon’a ait olduğu da ileri sürülüyor. (F.B.)
2 G. Konrad, I. Szelenyi, La Marche áu pouvoir des Intellectuels, Le cas des pays de L ‘Est, aux Editions du Seuil, Paris, 1979.
3 Kur-an’ı Kerim, Yusuf Suresi 55. Ayet: “Biz işte, böylece Yusuf’u o yere yerleştirdik, ona rüyaların nasıl yorumlanacağını öğrettik.” Ayrıca, Yusuf Suresi, 21. Ayet.
4 Pascal Ory- Jean-François Sirinelli, Les Intellectuels en France de L’ Affaire Dreyfus à nos Jours, Armand Colin, Paris, 1986.
5 Paul Baran, “The Commitment of the Intellectuals”, Monthly Review March, 1988, s. 112
6 Ziya Gökalp, “Makaleler,” Hazırlayan: Ferit Ragıp Tuncer, Kültür Bakanlığı Yayınları, No: 284, s. 45.
7 S. H. Paşa, “Buhranlarımız,” Tercüman Yay., s. 118.
8 Yalçın Küçük, “Aydın Üzerine Tezler,” 1830-1980, Tekin Yayınevi, 1984
9 Antonio Gramsci “Aydınlar ve Toplum,” Çan Yayınları, İstanbul 1967, s. 25-26
10 İdris Küçükömer “Düzenin Yabancılaşması,” s. 60
11 Cemil Meriç, Bu Ülke, s. 47-48
12 Cemil Meriç, “Batılılaşma”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, s. 236.
13 Hasan Rıza Soyak, “Atatürk’ten Hatıralar,” Cilt II, s. 165 vd., İstanbul 1973.
14 Bu konuda bkz: L. Trotsky; Edebiyat ve Devrim.
15 Bkz. Fikret Başkaya, “Başıyla Yürüyen Ayağıyla Düşünen Türk Aydını”, Yeni Gündem, 16-30 Nisan 1985
16 M. Kemal Atatürk, Nutuk, 8. Baskı, s. 690-691
17 Bkz: Hooshang Amirahmadi, “The Non-Capitalist Way of Developmerıt”, Review of Radical Politicial Economics, vol. 9, No: 1/ 1987, s. 22-42
18 Joseph A. Woolcock, “Politics, Ideology and Hegemony in Gramsci’s Theoryin Social and Economic Studies, Volume 34, No: 3,1985.
19 Serif Mardin, Jön Türkler’in Siyasî Fikirleri 1895-1908, Toplu eserler I., İletişim Yayınları, 1983
20 27 Mayıs İnkılabı’nın Sebepleri ve Oluşu, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1960, s. 17.
21 S.H. Paşa, a.g.e. Buhranlarımız, Tercüman Yayınları.
22 İdris Küçükömer, İktisat Dergisi, Eylül 1987 s.