Paradigmanın İflası | Milli Mücadele Anti Emperyalist Bir Hareket Değildi – Fikret Başkaya

301

XIX. yüzyılın sonu ve XX’inci yüzyılın başına kadar geçen sürede Osmanlı İmparatorluğu, Batılı kapitalist devletlerle Çarlık Rusyası’nın çıkar çatışması yüzünden ayakta kalabilmişti. Bu dönem Osmanlı dış politikası, söz konusu çıkar çatışmalarından yararlanma temeli üzerinde kurulmuştu. II. Abdülhamid, çıkar çatışmalarından yararlanarak saltanatını sürdürmeye yönelik bir dış siyaset izlemişti. Birinci Dünya Savaşı tam bu duruma son vermek üzereyken, Sovyet devriminin patlaması.durumu tekrar değiştirmişti. Sovyet devrimi ve devrimin yayılma potansiyeli, emperyalistlerin savaş öncesi ve savaş içindeki hesaplarını alt üst etti. “Yeni Türk Devleti” de bu yeni durumun yarattığı çıkar çatışmalarından yararlanarak varlığını korumuştur.

Emperyalizmin genel çıkarları ve emperyalistler arası çelişkiler, I. Emperyalist Savaş’ın bir Türk-Yunan savaşı biçiminde sürmesine neden oldu. Başlangıçta Yunanlılara destek vermelerine rağmen,İngiliz emperyalizminin çıkarları Sovyet tehdidinin söz konusu olduğu koşullarda, bu desteğin 1921’den itibaren çekilmesini gerektirdi. Artık bundan sonra İngiltere’nin temel siyaseti, Doğu’da Bolşevizmin yayılmasını durdurmaktı.İngiliz desteği kalktığı andan itibaren de Yunanlıların Anadolu’da barınma şansı yoktu. Bu nedenle TürkYunan savaşı abartıldığı kadar önemli bir savaş değildi. Zaten Milli Mücadele’nin seyri de İngilizlerin takındığı tavra göre biçimlenmiştir.İ.İnönü Cumhuriyetin ellinci yılı dolayısıyla verdiği bir demeçte;”İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur” diyor.(6)

“Güçlü yönetimini merkeziyetçi temellere oturtmuş bir Türkiye, Avrupa kapitalizminin planlarını gerçekleştirme konusunda ihtiyaç olan her türlü savunma görevini üzerine
getirecektir.”(7)
Milli Mücadele’nin aynı zamanda İngiliz ve diğer İtilaf Devletleri’yle de bir savaş olduğu sonradan uydurulmuştur. Yanında (Almanya gibi güçlü bir devlet başta olmak üzere) ittifak devletleri varken yenik düşen imparatorluğun bir başına bunların tamamıyla başa çıkması o günün koşullarında mümkün değildi. Dolayısıyla “yedi düvelle savaş” bir efsanedir. Zaten emperyalistler Anadolu’ya yerleşmek niyetiyle girmediler ve savaşmadan da çekildiler. Çekilirken de Fransızlar Türklere, Yunanlılara karşı kullanacakları silahları sattılar.
“Bazı Fransız subaylarının kurtuluş ordusu saflarında savaştığı rivayet edilir.”(8) İtalyanlar da kendi bölgelerindeki silah depolarını açarak, Kuvayı Milliye’ye yardım ediyorlardı.

İngilizlerin asıl amacı Anadolu topraklarının bir bölümünü ele geçirmek değil,
Doğu sömürgelerinin güvenliğini sağlamaktı. Öte yandan Birinci Dünya Savaşı’ndan yorgun ve bitkin çıkan İngiliz askerini yeniden bir savaşa sokmak kolay değildi. Doğu cephesi kumandanı Kazım Karabekir Paşa, emperyalist devletlerin içinde bulundukları durumu gerçekçi bir biçimde değerlendirmekteydi:

“19’da Trabzon’a vardık. Vali Galip Bey…. dehşetli ittihatçılar aleyhinde olmakla beraber, yaşı ilerlemiş ve kuvvete mukavemet edemiyecek bir insandı… Trabzon Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Merkezi eşraftan 21 kişi imiş. 11’i heyet-i merkeziye, 10’u heyet-i idare. Belediye reisi Barutçu Ahmet Efendi aynı zamanda Müdafa-i Hukuk reisi. Heyet vaziyetin dehşetinden yılgın. Ahvali olduğu gibi değil, müthiş ve gayri kabil-i izale felaketli görüyorlar. Bütün ümitleri Avrupaya yalvaracak heyette. Bu muhterem insanlara dedim ki:İtilaf kuvvetlerinden korkmayınız. Daha geçen hafta Lonra’dan memleketimize gönderilmek istenen alaylar biz gitmeyiz diye silah çatılarını bırakıp sıvıştılar.İtilaf milletleri harbi umumiden o kadar yorgun çıktılar ki, memleketimizde tek bir nefer bile öldürmeye razı değillerdir. Karşımızda Rum ve Ermeni’den başka kimseyi görmeyeceğiz.İstanbul’daİtilaf Kuvvetleri bostan korkuluğundan başka birşey değildir.”(9)
İngiliz yönetimini korkutan, sömürgelerde Sovyet devriminin yarattığı antisömürgeci ve anti-emperyalist hareketlerin güçlenmesiydi. Ortaya çıkan bu yeni durum status quo’yu sürdürmeyi problematik hale getirmişti. Daha 1920’de İngiliz generali Ravlinson, Bolşevik yayılmasına karşı, Türkiye’de güçlü bir yönetimi destekleyeceklerini söylüyordu. Bu,İngiliz emperyalizmi için Anadolu’da toprak edinmekten çok daha büyük önem taşıyordu. Ancak Bolşevik yayılması durdurulduğu zaman İngiliz genel çıkarları güvence altına alınabilirdi. Ravlinson, Kazım Karabekir Paşa’ya; “yapılan ve yapılacak olan şey, başka memleketlere bolşeviklik sirayet etmemesidir”(10) diyordu. K. Karabekir Paşa, bir yerde de
şunları yazıyor: “(…) ne de silahlardan bugün hiç söz etmedi. Ben silah ve

kumandan vermemek için aldatma planları yaparken, onun da beni Bolşevikler Kafkasya’ya geldi diye, vaktinden evvel bîr hareket yaptırmaya çalıştığım hissettim.”(11) diyor.

Osmanlı Devleti sınıf -devlet yapıya sahip asyatik bir imparatorluktu. Böyle bir toplumsal formasyonda bürokrasi egemen sınıftır. Osmanlı merkeziyetçi devlet yapısı, devlet dışındaki güçlerin yaşamasına “olanak vermezdi.” Bu durumun sonucu olarak güçlü bir burjuva sınıfının gelişme koşullan yeteri kadar oluşmuyordu, Zaten daha sonra Batı kapitalizminin baskısı, güçlü bir ulusal burjuvazinin tüm gelişme yollarını tıkamıştı.İktidarın başkalarıyla paylaşılması Osmanlı devlet yapısının mantığına uygun düşmezdi.

Osmanlı merkezi yönetiminin otoritesinin zayıflaması, imparatorluktaki adem-i merkeziyetçi eğilimleri güçlendiriyor, bu da Padişahın ve onun bürokrasisinin ele geçirdiği sosyal artığı azaltıyordu. Dolayısıyla, merkezi otoritenin zayıflaması el konulan artığın küçülmesi demek oluyordu. Osmanlı merkezi yönetiminin zayıflamasıyla bir güç haline gelen âyana 1808’de Sened-i İttifakla verilen bazı haklar 181’2’de kısmen geri alınmıştı. Bu tarihte Sultan II. Mahmut âyanın etkinliğini kırmak üzere harekete geçti, baskı ve hileci yöntemlerle (âyanların birbirine kırdırılması gibi) âyanların elde ettiği haklar geri alındı.

Bürokrasi, ilk defa Milli Mücadele ve sonrasında kendi dışındaki güçlerle ittifak yapmak zorunda kaldı. Bu durum, tarihsel bir zorunluluk olarak kendini dayatmıştı. Burjuva temeller üzerine kurulan bir devlet, bir burjuva sınıfı yaratmaya ve onu güçlendirmeye mahkûmdur.

Osmanlı paşaları ve yüksek düzeydeki “sivil” yöneticiler için sorun, Halife Sultan’ın iktidarına son vermek değildi. Amaç, onun iktidarını korumak ve sağlam temeller üzerine oturtmaktı. Halife Sultan’ın varlığıyla kendi varlıkları özdeşti. Devlet yaşadıkça hükmedebilirler, sosyal artıktan pay alabilirlerdi. Zaten Osmanlı İmparatorluğu gibi sınıf-devlet bir yapıya sahip sosyal formasyonlarda ve bürokratik yozlaşmaya uğramış “işçi devletleri”nde bürokrasi her zamanstatus quo’nun korunmasından yanadır. Bürokrasinin varlığı status quo’nun korunmasına bağlıdır. Bürokrasiler “reformcu” göründükleri zaman bile, amaç, ortaya çıkan yeni durumda egemenliklerini korumaktır. Bu amaçla yeni düzenlemelere girişirler. Cumhuriyet döneminin inkılaplarım değerlendirirken bu niteliğin hatırlanması gerekir. Atilla ilhan’ın yazdığı gibi: “Çünkü ordu ve bürokrasi savaş yapar, devlet kurar ve devleti korur ama devrim yapamaz ve eğer fırsatını yakalarsa, devrimi ya saptırır veya ona sımsıkı yapışarak devrimi tutuculaştırır.”(12)

Osmanlı merkezi bürokrasinin; imparatorluğun kapitalizmin etkisi altına girmesiyle yapmak zorunda olduğu “tanzimat” ve “ıslahat” ilerici düzenlemeler olarak değerlendirilmiştir. Oysa bunlar, merkezi bürokrasinin iktidarını korumak amacıyla yapmak zorunda kaldığı düzenlemelerdi. Osmanlı merkezi bürokrasisinin varlığını sürdürmek amacıyla yapmak zorunda olduğu bu düzenlemeler, Batılı kapitalist ülkelerin çıkarlarına da uygun düşüyordu.

İmparatorluğun yan-sömürgeleşme sürecini hızlandıran ve emekçi kitlelerinyaşam koşullarını sürekli olumsuz yönde etkileyen bu “düzenleme”lerin ilericihareketler sayılmaları, bunların ne olduğuna düzenlemeleri yapanlarınkendilerinin karar vermesinden ötürüdür. Daha önce de söylediğimiz gibi, bürokrasinin egemen sınıf, aydınların egemen sınıfın bir bölüğünü oluşturduğu sosyal formasyonlarda, kavramların içeriği, ne anlama geldikleri de onlar tarafından belirleniyor!.

Daha sonra bu tanzimatlara,ıslahatlara (Cumhuriyet döneminde bu düzenlemeler inkılap oldu) Cumhuriyet döneminde devam edildiğinde de asıl amaç aynıydı. Amaç yine devleti güçlendirmekti. Frey,şunları yazıyor: “Ankara Reformu’nun temel stratejisi, Türkiye’yi modernleştirecek olan batılılaşmış entellektüeller için güvenceli bir ortam yaratmaktı… Devrimcilerin birincil amacı, devletin topluma egemenliğini sağlam temellere oturtmak,Türkiye’yi Batının saygı duyacağı bir ülke haline getirmek ve dinsel eğilimi ağır basan çevrelerin etkinliğini tamamen ortadan kaldırmak idi.”(13)

Elbette paradoksal bir durum da söz konusuydu. Kendi iktidarını korumak amacıyla, Batı’dan kurum, kural ve ideoloji ithal eden merkezi bürokrasi, kısa dönemde iktidarını koruyabilse de, uzun dönemde iktidar ayaklarının altından kayıyordu. Kapitalizm baskısını artırdıkça bürokrasinin egemenliği aşınmak durumundaydı.

Batı kurumlarının ithal edilmesinde çıkarı olan öteki kesim ayandı. Âyan, merkezi otoritenin zayıfladığı oranda büyük toprakları denetler duruma gelmişti ama hiçbir hukuki güvenceye sahip değildi. Âyan da denetlediği, fiilen sahip olduğu topraklar için hukuki güvenceler istiyordu. Dolayısıyla merkezi Batıcı bürokrasinin, Âyanın ve Batı kapitalizminin çıkarları uyum halindeydi. Bu durum, Cumhuriyet dönemi için de geçerlidir. Osmanlı döneminde yapılan “kurum aktarmacılığı” Cumhuriyet bürokrasisi tarafından eleştirilmiştir. Ama kendileri daha yoğun bir “ithalat” sürecine girmişlerdir. Kendi aktarmacılıklarım “ilerici” inkîlaplar olarak sunmuşlardır. Cumhuriyet döneminin Batı’dan kurum aktarmacılığıyla daha öncekilerin özde hiçbir farkı yoktur. Her ikisinin de ortak yanı yarı-sömürgeleşme sürecini hızlandırıyor olmalarıdır. Fakat emperyalizmin 1914-1945 aralığındaki “yapısal krizi”, emperyalizmle olan ilişkilerin gevşemesi nedeniyle bir yanılsama yaratmaya olanak vermiş, sanki emperyalizmden bilinçli bir kopuş varmış izlenimi yaratılmıştır. Emperyalizmin krizi, Cumhuriyet bürokrasisine ideolojik bir manipülasyon olanağı vermiştir.
Dolayısıyla 1. Dünya Savaşı’nın devamı koşullarında Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyete geçiş söz konusuydu. Bu geçişi gerçekleştirenler de; ”
(…) asli unsura ittihatçılar olan (asker sivil) bir karma kadronun, daha doğrusu bir aydın ekibin yarattığı ve yürüttüğü bir harekettir. Buna, yabancı yazarlardan pek çoğunun da işaret ettiği gibi, bir seçkinler hareketi diyebiliriz. Türk toplumunun gerçekten seçkin kişileri sayılmak gereken bu yol göstericilerin fikri cevher bakımından başlıca özellikleri, Osmanlı toplumu için çok yeni sayılan iki kavramı, ‘vatan’ ve ‘millet’ kavramlarını idrak etmiş olmalarıdır”(14)diye yazıyor Sebahat-tin Selek.Şüphesiz Selek, hareketin bir seçkinler hareketi olduğunu söylerken haklıdır. Ama, bu seçkinler kime yol gösteriyorlardı? Aslında seçkinler kendilerine yol gösteriyorlardı ve pek uzağı da göremiyorlardı. Görebildikleri yer emperyalizmle ortak olup artı-değer bölüşürminden pay almaktı (!) Zaten Cumhuriyet yönetiminin kitlelere (dolaysız üreticiler) bakışıyla, Osmanlı “yenilikçi” yönetiminin bakışı arasında hiçbir temel fark yoktu. Cumhuriyet yönetimi için de kitleler, vergi veren, askerlik yapan, güdülen, pasif ve edilgen bir yığından başka birşey değildi. Cumhuriyet oürokrasisi,İmparatorluğun bürokrasisiydı. Cumhuriyetin yönetici ekibine yeni unsurlar karışmış değildi. Memurların İstanbul’dan Ankara’ya taşınmaları gibi bir tebdil-i mekân söz konusuydu. Ankara’ya gelerek ferahlamışlardı… “Tanzimat batıcılığı zihniyetini taşıyan Babıâli yüksek memurları ve generalleri” diyor Doğan Avcıoğlu, “yeni yönetime dudak ucuyla bile olsa bağlandıkları ölçüde Ankara’dan olumlu karşılanırlar. “(15) Yazar, sanki Milli Hareketin ideolojik ve politik liderliğinin Tanzimat batıcılığı dışında bir şeylere sahip olduğuna inanmak ister gibidir…

Cumhuriyeti kuranlarla 1908 hareketinin yönetici kadroları, aşağı yukarı aynı kişilerden oluşuyordu. Bürokrasiler manipülasyona elverişli olduğu için, I. Dünya Savaşı bozgununun sorumluluğu birkaç İttihatçı liderin üstüne yıkılarak, emperyalistlerle uzlaşma yoluna gidildi. Böylesi bir manipülasyonla bir yandan yönetici klik içinde iktidar savaşı yürütülürken, diğer yandan da halk kitlelerinde yönetici klikle ilgili olarak oluşan olumsuz izlenim kısmen de olsa hafifletilmek isteniyordu. Cumhuriyeti kuranlar sanki İttihatçılardan başkasıymış gibi gösterilmeye çalışıldı.

Cumhuriyetle başlayan dönem, Batı kapitalizmiyle bir hesaplaşma dönemi değil, yeni bir uzlaşma ve denge oluşturma dönemidir. Türkiye ekonomisini emperyalizme bağlayan zincir olduğu gibi kalmıştı. Bir ülkenin emperyalizmle olan sömürü ve bağımlılık ilişkisini belirleyen, ülkedeki üretim ilişkileri ve üretim ilişkileri üstüne oturan egemen sınıf ittifakıdır. Emperyalizmle ilişkilerin değişmesi için. üretim ilişkilerinin dönüşüme uğratılması gerekir. Üretim ilişkilerine dokunmadan yapılan “düzenlemeler” , inkılâplar olsun, abartıldığı kadar önemli olmadığı gibi, ekseri sömürü ve bağımlılık ilişkilerini de içselieştirip, sömürüyü derinleştirebilir.

Milli Mücadele ve sonrasında üretim ilişkilerine dokunulmadı. Komprador burjuvazinin işlevini, Rum ve Ermenilerden “Müslüman tüccara” aktarmak dışında yapısal nitelikte hiçbir dönüşüm söz konusu olmadı. “Zaten bilindiği gibi.İzmir kongresinde ‘milli ekonomi’ yaratma iradesi olarak ifade edilen ekonomi politikası, Osmanlı zamanında Batı’ya eklemlenmenin toplumsal dayanağını oluşturan gayrimüslim tüccarların yerini, Müslüman Türk tüccarlara vermek istediğini özetler. Yani Osmanlılar gibi Türkiye’yi de dışarıya bağlamadaki başat rolün ticari sermaye tarafından oynanacağı tartışılmamış, yalnızca bu ticari sermayenin dayanağı iç toplumsal tabakanın Müslüman olmasına karar verilmiştir.”(16)

Milli Mücadele’nin niteliğiyle ilgili tahliller, ekseri resmi tarih versiyonunun yeniden üretilmesi amacı taşıdıkları için, somut olgulara da uygun düşmüyor. Doğan Avcıoğlu’nun “Milli Kurtuluş Tarihi” adlı eserinin bölümlerinden biri “Emperyalistlere karşı çıkmadan anti-emperyalist bir savaş” başlığı taşıyor(!) Yazarın buradaki amacı Milli Hareketin lideri olan Mustafa Kemal’i yüceltmektir. Öyle bir dehâ ki; emperyalist devletleri atlayarak bir başına anti-emperyalist bir savaş veriyor (!) Emperyalist devletlere karşı olmadan anti-emperyalist bir savaş olanaklı mıdır? Herhalde Avcıoğlu Rum ve Ermenilere karşı dememek için böyle bir ifade kullanıyor… Mustafa Kemal: “O halde kurtuluş çaresi ararken ikişey söz konusu olmayacaktı, önce İtilaf Devletlcri’ne karşı düşmanca tavır alınmayacaktı; sonra da Padişah ve Halife’ye canla başla bağlı ve sadık kalmak temel şart olacaktı”(17) diyor.
Emre Kongar şöyle yazıyor: “Atatürk ihtilali, hem emperyalizm karşıtıdır, hem de batıcıdır. Daha önce de kısaca değindiğim gibi, bu iki özellik, uzun dönemde çelişen nitelik taşırlar. Fakat, kısa dönemde, özellikle 1920 koşullan çerçevesinde, emperyalizm karşıtlığı, batıcılığı bütünleyen bir ilke olarak ortaya çıkmaktadır. Mustafa Kemal olayları evrensel değil, ulusal bir çerçeve içinde görmektedir. Onun batıcılığı Batı’ya öykünme biçiminde değil (…) ‘Batı gibi olmak’ anlamında bir batıcılıktır. Ülkeyi Batı gibi yapmak için ilk atılacak adım ise, Batı sömürüsünden kurtulmaktır. Çünkü Batı’nın birinci niteliği, sermaye sınıfına dayalı bir ekonomik gelişmeyi gerçekleştirmiş olmasıdır. Aynı tür bir ekonomik gelişmenin ön koşulu ise, siyasal ve ekonomik bağımsızlık, yani Batı sömürüsünden kurtulmaktır. “(18) Yazar; olaylara evrensel açıdan değil de, ulusal boyut içinde bakılınca, nasıl olup da sorunun farklı göründüğünü söylerken yeteri kadar inandırıcı olmuyor. Ayrıca üretim ilişkileri başta olmak üzere Batı’yla olan sömürü ve bağımlılık ilişkileri olduğu gibi kalırken, komprador burjuvazinin aracılık işlevi “Müslüman” tüccara geçince, Batı sömürüsünden kurtulmak, ekonomik bağımsızlığı gerçekleştirmek mümkün müdür?

Sadece Atatürkçü yazarlar değil, kendilerini solda görenler de anti emperyalizm konusunda kafa karışıklığından kurtulmuş değildir. Türk sosyalist hareketinin önde gelen teorisyeni ve liderlerinden Dr. Hikmet Kıvılcımlı bile, Milli Mücadele’nin niteliği konusunda resmi ideolojiden farksız düşünmüyor.
Kıvılcımlı, Milli Mücadele’yi sadece anti-emperyalist değil, aynı zamanda anti-kapitalist sayıyor (!) “Çin’de daha önce Sun-Yat-Sen, Türkiye’de daha sonra Mustafa Kemal adına açılan milli kurtuluş hareketleri, anti- emperyalist ve anti-kapitalist birer savaş olmakla birbirlerinden zerrece farklı değillerdi. Ancak Türkiye, emperyalist anavatanlarını büyük
sömürgelere bağlayan en stratejik yollar üzerinde idi. Sovyet Sosyalist Devrimi’nin ‘yumuşak karnı’ altına yakındı”(19) diyor![Vurgu MD]

Bir başka yazar, Stefan Yerasimos da, emperyalizmin E. Dünya Savaşı’ndan sonra “tekrar geri geldiğini” yazıyor. Emperyalizmin geri gelmesi için önce kovulması gerekir. Eğer emperyalizmle bütünleşmeyi sağlayan üretim ilişkileri ise, o zaman Milli Mücadele ve sonrası dönemde hangi dönüşümlerin ortaya çıktığını ve n. Dünya Savaşı sonrasında da hangi değişiklikler yüzünden emperyalizmin geri geldiğini açıklığa kavuşturmak gerekir. Aslında 1920 ve 1930’lu yıllarda emperyalizmle ilişkiler olduğu gibi kalmıştı. Emperyalizmin “yapısal” bunalımı ilişkilerin yoğunluğunu azalttığı için, sanki emperyalizmden kopulmuş, bu da Milli Mücadele ile gerçekleştirilmiş gibi bir izlenim yaratılmıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası kapitalizm yeniden bir yükselme dönemine girdiğinde, ilişkiler normal olarak rayına oturdu. Bu nedenle yapısal krizin yarattığı “kopukluğu” başkalarının marifeti saymak inandırıcı olamaz.

Bazı kavramların kullanılıyor olması, o kavramlara uygun düşen olguların ve süreçlerin var olduğu anlamına gelmiyor. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” demekle hakimiyet milletin olmuyor. “Millet” kavramına herkes istediği anlamı yükleyebilir. Gerçek yaşamda öylesine “kayıt ve şartlar” söz konusu oluyor ki, hakimiyet halk dışındakiler (dolaysız üreticiler) için bir sömürü ve baskı aracı niteliği taşıyor. Aynı şekilde “burası sosyalist cumhuriyettir” demekle orası sosyalist olmuyor. Laik demekle de laik olmadığı gibi… Resmi ideoloji ve onun sol versiyonu, Milli Mücadele’ye anti-emperyalist dediği için de anti emperyalist bir içeriğe sahip olması söz konusu değildir. Daha önceki dönemde ve mücadele içinde oluşmuş bir anti-emperyalist ideoloji yoktu. Milli mücadeleyle emperyalizmin çıkarları asla zedelenmediği gibi, global çıkarlarının güvence altına alınması söz konusudur. Bu nedenle Lozan’da, ileri sürüldüğü gibi diplomatik bir zafer de kazanılmadı.

Fikret Başkaya
Kaynak: Paradigmanın İflası

Dipnotlar
(6) Deuxineme Tıaiıe du Gouvernemeni Civil, 4. y.
(7) GSMH. ile Ug.it! olarak bl12. Aslan SûMI, “Ycrtejik tkiısadm Paradigması ve GSMH* Mülkiydiler Birliği Dergisi, Hıziran 1990,». 120.
(8) P.T. Mc Gcman and B. Kordan. “Imperializm in WorW System Penpective “Imematıooal Studies Quaıterly Vol. 25. uo:l. March l^l,pp. 43-68 ın F.E. Traıaer. “Ree legacy ot” AitiOrk: Comparative Di lemmas ot Modernızafion” ‘llirkiytr 1) Bankası, lıılrmılkmal S; mpotium «m Aiaiikk, 17-22 Mayıs
1961.
(13) Bkz. Alar. B. Duming: Povtrly JtJ (fut Environmeni. Rtstrvt/tg tlu Oo*’nwardSptrjl VV’odd Wateh papen. No: 42.1989.
(14) R W. Lomhandi, Lt Pugt Bantûtm, Dene m Flammarion. Paris 1987 S. 40.
(15) R W. Lombardı. L*pifgt fianca<>«*.. *.g.c,
(l6) Kalkınmanın Sonu, Bir Aiierııatıf mı Doğuyor, çev. F. Rafkaya, ag-e., a. 26.
(17) Bkz. i. Brouctı The Ncwly Indusırialiıing Countriet and RadicalTheorie* o/ Developcaem” Wo»ld Developmem. Vol. 13. No. 7.1985. pp. 789-803 ve Michelle Citulroan “The Souıh Koreın Esport Mirack. Comparaiivc Advantage or Govcmmcoi Crcation. Lrstcrn for Latin America” Jcmrnal of lntemutional AtTainı, Fail-1988
(IH) Hk/. Sumii (koıge ‘Concıeıuıce pJaııeuıiıt’ “Trop Nombrea*” Pauvres” I* Mende
(19) Dinesh Mokan “Promofion of Modem’ Tedmotofy A New Tool for Neo-Colomalism” Ikonomıc aıtd Politkol Wcekly. August 12.1989
(20) Rnlp Lapp’ien alınlı yapan Alvin Tofrtcr in Mirhel Beaud, “Gezegen Riski Kavmim. Çevre ve Kalkınma”, çev. P. Bankaya Mülkiyeliler Birlimi Dergisi. Şnhat 1990. s. 116. t 3-8.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz