Bu toplumun tahrip gücü insanlık tarihinde eşi olmayan bir düzeye erişmiştir ve bugün, neredeyse sistematik olarak tüm canlı dünya ve onun maddi temelleri üzerinde duygusuz bir yıkım aracı olarak kullanılmaktadır.
Toplumun Tahrip Gücü ve Yaratma Gücü
Hemen her bölgede hava ve akarsular kirletilmekte, toprak çoraklaştırılmakta ve aşındırılmakta, yabanıl yaşam tahrip edilmektedir. Kıyı bölgeleri ve hatta deniz dipleri yaygın kirlenmeden kurtulamıyor. İnsan dâhil tüm canlı varlıkların yaşamını sürdürebilmek ve yenileyebilmek için bağlı olduğu karbon ve nitrojen çevrimleri gibi temel biyolojik çevrimler uzun dönemde daha da kötü sonuçlara yol açacak tersinmez bir yıkım noktasına getiriliyorlar. Birleşik Devletlerde ve tüm dünyada, nükleer reaktörlerin yerden mantar gibi bitmesi -eğer bu güçler engellenmezse 2000 yılında sayıları 1000’e ulaşacaktır- milyonlarca insanı olabilecek en kanserojen ve mutajen faktörlerin bazıları karşısında savunmasız bırakmaktadır. Bizzat yaşamın bütünlüğü karşısındaki bu dehşet verici tehlike yüz binlerce yıl boyunca yanı başımızda olacaktır. Radyoaktif atıklara, bir de böcek ilaçlarını; kurşun atıklarını; yiyeceklerde, su ve havadaki zehirli ya da potansiyel zehirli binlerce kimyasal maddeyi; neredeyse ulus ölçülerine yükselen kent nüfuslarının belli kent kuşaklarında yoğunlaşmasını; art alanda artan gürültü yoğunluğunu; izdiham, kitlesel yaşam ve kitlesel manipülasyonun yarattığı gerilimleri; çöp, artık, atık, endüstriyel atık maddelerinin olağanüstü birikimini; taşıt trafiğine açık kent sokaklarının ve anayolların tıkanmasını; eşsiz hammadde kaynaklarının savurganca tahribatını; yeryüzünün arsa spekülatörleri, orman ve maden sahipleri, yol yapım bürokratları tarafından tarumar edilmesini eklemeliyiz. Biyosfere karşı öldürücü aşağılamanın kanıtı bu ekolojik liste gezegenimize onun üzerinde binlerce yıldır yaşayan insanların verdiği zarardan daha fazlasını veren tek bir kuşağın eseridir. Bu tahribatın temposunu düşündüğümüzde, gelecek kuşakları nelerin beklediğini tahmin etmek bile son derece ürkütücüdür.
A. EKOLOJİK BUNALIMIN KÖKLERİ
Ekolojik bunalımın kökleri teknolojinin gelişmesinde mi yatıyor? Teknoloji, makineleri ve teknik süreçleri zararlı hale getiren derinlerdeki toplumsal koşulları göz ardı etmek için uygun bir hedef haline getirilmiştir.
Teknolojinin yalnızca çevreyi yıkmakla kalmadığını, aynı zamanda onu iyileştirdiğini de unutmak ne kadar kolaydır! Doğayla paleolitik çağ sonrası insanlık arasındaki ahenkli dönemi yaratan Neolitik Devrim her şeyden önce teknolojik bir devrimdi. İnsanlığa tarım becerilerini, dokumacılığı, çömlekçiliği, hayvanların evcilleştirilmesini, tekerleğin keşfini ve birçok diğer önemli ilerlemeleri armağan eden bu dönemdi. İnsanlıkla doğa arasındaki denge açısından son derece yıkıcı tekniklerin ve teknolojik yaklaşımların var olduğu elbette doğrudur. Görevimiz teknolojinin vaatlerini, yani yaratıcı potansiyelini, onun tahrip kapasitesinden ayırmaktır. … İnsanlığın gerek duyduğu şey, ileri teknolojileri toptan devre dışı bırakmak yerine teknolojiyi toplum ve doğal dünyanın yeni bir ahengine katkıda bulunacak ekolojik ilkelere göre düzenlemek, hatta daha da geliştirmektir.
Ekolojik bunalımın kökleri nüfus artışında mı yatıyor? Bu tez Birleşik Devletlerdeki ekolojik eylem hareketleri tarafından ortaya atılan en huzur bozucu ve birçok bakımdan en sinsi tezdir. Burada, basmakalıp istatistikler ve kıyaslamalar zemini etrafında dönen, “nüfus artışı” denen sonuç bir nedene dönüşür. İkinci derecede önem taşıyan bir soruna öncelik verilerek ekolojik bunalımın temel nedenleri karanlıkta bırakılmaktadır. Bugünkü ekonomik, politik ve toplumsal koşullar böyle devam ettiği sürece, insanlığın zamanla gezegeni aşırı nüfusla boğacağı ve sayıların korkunç ağırlığıyla kendi küresel yerleşimi içinde böcekler ordusuna dönüşeceği doğrudur. Ancak ekolojik bunalım konusunda önceliğin, dünya nüfusunun %7’sinden azını oluşturduğu halde dünya kaynaklarının %50’den fazlasını tüketen ve son zamanlarda kendi çevreleriyle asırlardır duyarlı bir denge içinde yaşayan bir oryantal halkı yerinden etmekle meşgul bir ulus tarafından böyle bir sonuca, yani “nüfus artışı”na verilmesi edepsizlikten başka bir şey değildir.
On dokuzuncu yüzyıl başlarındaki Endüstri Devrimi sırasında insanları fabrikalara doldurmak ve ücretleri düşürmek için geniş emek rezervlerine gerek duyulurken nüfus artışı hevesle onaylanmıştı. Uzun çalışma saatleri ve tıkış tıkış kentler nedeniyle verem, kolera ve diğer hastalıkların Avrupa ve Birleşik Devletleri kırıp geçirmesine rağmen nüfus yine de arttı. O zaman doğum oranları ölüm oranlarını aşmışsa, bunun nedeni tıbbi bakım ve koşullardaki ilerlemenin ölümlerde gözlü görülür düşüşler yaratması değil, kapitalist “teşebbüsler” eliyle endüstri öncesi aile işletmelerinin, köy kurumlarının, karşılıklı yardımlaşmanın ve istikrarlı geleneksel yaşam biçimlerinin tahrip edilmesidir. Fabrika sisteminin saldığı dehşetle gelen toplumsal ahlakın çöküşü, geleneksel tarım halkının kabaca sömürülen proleterlere ve kent sakinlerine çevrilmesi beraberinde aileye ve çocuk doğurmaya karşı da sorumsuz bir yaklaşımı getirmiştir. Cinsellik tıpkı ucuz cin tüketimi gibi zahmetli bir hayattan kaçış yolu haline gelmiştir; yeni proletarya akılsızca alkolizm batağına saplandıkça, çoğu erken yaşlarda ölüp gidecek çocuklar dünyaya getirmiştir. Asya, Afrika Latin Amerika köyleri emperyalizmin kutsal sunağına kurban edildiklerinde de benzer süreçler yaşanmıştır.
Bugün, burjuvazi olayları farklı gözle “görüyor”. “Özgür teşebbüs” ve “özgür çalışmanın tozpembe yılları tekeller, karteller, devlet kontrollü ekonomiler, emek seferberliğinin kurumsal biçimleri (sendikalar) ve otomatik ya da sibernetik makineler çağı öncesinde son günlerini yaşıyor. Sermaye artışı için gerek duyulan istihdam dışı geniş emek rezervlerine artık ihtiyaç duyulmuyor ve ücretler artık emek piyasasının serbest işleyişiyle değil uzlaşmalarla tespit ediliyor. Aylak emek gücü bir ihtiyaç olmaktan çıkıp şimdi artık burjuva ekonomisinin istikrarı açısından bir tehlike haline geldi.
Er ya da geç insanoğlunun akılsız çoğalması kontrol altına alınmak durumundadır, ancak nüfus kontrolü ya “toplumsal kontroller”le (otoriter ya da ırkçı yöntemler ve nihayetinde sistematik soykırım yoluyla) ya da özgürlükçü, ekolojik yönsemeli bir toplum (yaşama saygı temelinde doğayla yeni bir denge kuracak bir toplum) tarafından gündeme getirilecek. Modern toplum bu birbirini dışlayan alternatiflerle karşı karşıyadır ve ikiyüzlülüğe gerek duyulmadan bir seçim yapılmak zorundadır. Ekolojik eylem temelde toplumsal eylemdir. Ya ekolojik bunalımın doğrudan toplumsal temellerine ineceğiz ya da hileyle bir totalitarizm çağına sokulacağız.
Amerikan toplumunun lojistiği General Motors ve enerji endüstrisi tarafından anayollar etrafında bile bile kurulurken, çalışan insanları otomobil kullandıkları için suçlayabilir miyiz?
Bu yapı ışığında artık “büyümeyi sınırlamak”, “gönüllü sadelik” ve “muhafaza etmek”ten çok sınırsız yayılmadan, servet ve sermayenin sınırsız birikiminden, hammaddelerin gereksiz, hatta zehirli mallar ve giderek genişleyen ürkütücü boyutlardaki silah yığınağı için sınırsız israfından söz edebiliriz.
Mevcut ekolojik bunalımın kökenini bulacaksak, tek başına teknik, demografi, büyüme ve marazi bolluğa bakmak yerine, bakışlarımızı yalnızca burjuva, feodal ve eski toplumda ya da genel olarak sınıflı toplumlarda değil; bizzat uygarlığın şafağında, hiyerarşi ve tahakkümü doğuran insan toplumunun derinlerinde yatan kurumsal, ahlaki ve tinsel değişimlere çevirmemiz gerekir.
B. EKOLOJİ VE TOPLUM
İnsanlığın doğayı sömürmesi ve hükmü altına alması gerektiği yolundaki temel kavrayış insanın insan üzerindeki tahakkümü ve sömürüsünden kaynaklanır. Gerçekten de, bu kavrayış erkeğin ataerkil ailede kadını sömürmeye ve hükmü altına almaya başlamasına kadar dayanır. O zamandan beri, insanlar giderek yalnızca kaynak, özne yerine nesne olarak görülmektedir. Toplumsal tahakkümle ortaya çıkan hiyerarşiler, sınıflar, mülkiyet biçimleri ve devletçi kurumlar kavramsal olarak insanlığın doğayla ilişkisine taşındı. Doğa da giderek tıpkı lâtifundialardaki köleler gibi acımasızca sömürülecek bir kaynak, bir nesne, bir hammadde olarak görülmeye başlandı. Bu “dünya görüşü” yalnızca hiyerarşik toplumun resmi kültürüne sızmakla kalmadı, aynı zamanda kölelerin, serflerin, endüstri işçilerinin ve tüm toplumsal sınıflardan kadınların kendilerini görme biçimi haline geldi.
Hiyerarşik toplumun “dünya görüşü” bugün silinmeye yüz tutmuşsa, bunun ana nedeni modern teknolojinin muazzam üretkenliğinin yeni bir vizyona yolu açmasıdır: Maddi bolluk imkânı, kıtlığın sona ermesi ve en az zahmetle elde edilen bir serbest zaman (“boş zaman” denen şey) çağı. “Maddi çokluk” derken sahte ihtiyaçlara dayanan müsrif, akılsız “bolluk”u, reklâmların incelikli zorlamasını ve sırf nesnelerin -metaların- sahici insan ilişkilerinin, özdüşünümün ve öz-gelişmenin yerini almasını kastetmiyoruz. Kastettiğimiz şey, yiyecek, konut, giyecek ve temel yaşam araçlarının toplumda, yalnızca uzmanlaşmış bir elit kesime değil, herkese doğrudan toplumsal ilişkileri yürütme fırsatı tanıyacak biçimde en az zahmetle karşılanmasıdır.
“Olan” ve “olması gereken” arasındaki gerilim, irrasyonel, insanlık dışı sömürü, doğanın ve sakinlerinin yıkımının azdırdığı bir gerilim, toplumu sarmaktadır. Bu gerilimin çözülmesinin önündeki en büyük engel hiyerarşik toplumun bugün bile bakışımızı ve eylemlerimizi biçimlendiriyor olmasıdır. Teknoloji ve nüfus artışı eleştirilerinde soluğu almak, kendi koşulları ve sınırları içinde arkaik, yıkıcı bir toplumsal sistemle meşgul olmak kolaydır. Neredeyse doğuştan itibaren, aile, dinsel kurumlar ve okula, bizzat çalışma süreci tarafından hiyerarşiyi kabullenmeye, feragate ve tüm düşüncelerin dayanması gereken öncüller olarak devlet sistemlerine alıştırılmaktayız. Bu öncülleri başımızdan savmadan, tüm ekolojik denge tartışmaları birer aldatmaca olacak ve yarım yamalak kalacaktır.
Burjuva toplumunda, insanlar nesnelere dönmekle kalmayıp, metalara, açıkça pazarda satılmak için tasarlanmış nesnelere dönerler. Meta olarak insanlar arası rekabet, tamamen gereksiz malların üretilmesiyle birlikte, kendi içinde bir amaç haline gelir. Nitelik niceliğe, bireysel kültür kitle kültürüne ve kişisel iletişim kitle iletişimine dönüşür. … Teknoloji insanlığın bir uzantısı olmaktan çıkar; insanlık teknolojinin uzantısı haline gelir. Makine işçinin gücüne güç katmaz; işçi makinenin gücüne güç katar, aslında, kadın ya da erkek işçi sadece makinenin bir parçası haline gelir.
Artık doğal çevreyi korumak ve güçlendirmek için yeni tekniklerden dem vurmak yetmez; insanlığın yaşama bakışını ve doğayı kabile toplumlarından beri çarpıtan özel mülkiyet engellerini tanımayan bir insan kolektifliği gibi, komünal olarak yeryüzüyle ilgilenmeliyiz. Sadece burjuva hiyerarşisini değil, genelde hiyerarşiyi, sadece ataerkil aileyi değil, cinse1 ve ailesel tüm tahakküm tarzlarını; sadece burjuva sınıfını ve mülkiyete dayalı sistemi değil, tüm toplumsal sınıfları ve mülkiyeti ortadan kaldırmalıyız. İnsanlık, bireysel ve kolektif olarak, kendine sahip olmalıdır ki bütün insanlar günlük yaşamlarında denetimi ele alsınlar. Kentlerimiz topluluklara ya da eko-topluluklara ayrılmalı, içinde yaşadıkları eko-sistemlerin kapasitesine uygun incelik ve ustalıkla tasarlanmalıdır. Teknolojilerimiz ekoteknolojilere uyarlanmalı ve geliştirilmeli, en az hatta hiç kirlenme yaratmayacak biçimde yerel enerji kaynakları ve maddelerinden yararlanmak üzere incelik ve ustalıkla düzenlenmelidir. Yeni bir ihtiyaç anlayışı geliştirmeliyiz bu, medyanın dikte ettiği “ihtiyaçlar”a değil, sağlıklı bir yaşamı destekleyen ve bireysel isteklerimizin ifadesi olan ihtiyaçlara dair bir anlayış olmalıdır. Toplumun yönetiminde doğrudan kişisel ilişkilerde dolayımı yerine çevremizde ve toplumsal ilişkilerde insan ölçeğini hayata geçirmeliyiz. Nihayet, toplumsal ya da kişisel, tüm tahakküm tarzları kendimize, içinde yaşadığımız topluluğa ve doğamıza dair düşüncelerimizden atılmalıdır. İnsanların yönetilmesinin yerini şeylerin yönetilmesi almalıdır. Gözettiğimiz devrim yalnızca politik kurumları ve ekonomik ilişkileri değil; bilinci, yaşam tarzını, erotik arzuları ve hayatın anlamını yorumlayışımızı da kucaklamalıdır.
Burada terazinin bir kefesine konulan şey, yalnızca insanı insanın karşısına dikmekle kalmayıp, insanlığı doğanın da karşısına diken asırlık tahakküm ve baskı sistemleri ve anlayışıdır. İnsanlıkla doğanın kavgası insanla insanın kavgasının uzantısıdır. Ekoloji hareketi, bütün yönleriyle tahakküm sorununu kucaklamadıkça, zamanımızın ekolojik bunalımının kökenindeki nedenleri ortadan kaldırma yönünde hiçbir katkıda bulunamayacaktır. Ekoloji hareketi, radikal bir biçimde kapsamlı bir devrim fikrine olan ihtiyacı göz önüne almaksızın, sadece kirlenme ve korunma ile ilgili reformlarda, yani sadece “çevrecilik” te takılıp kaldığı takdirde mevcut doğa ve insan sömürüsüne dayalı sistemin emniyet supabı olmaktan öte gitmeyecektir.
C. HEDEFLER
Ekoloji hareketi bugün bazı bakımlardan gemi azıya almış çevre tahribatına karşı bir geciktirme eylemi yürütmektedir. Diğer taraftan, hareketin en bilinçli unsurları insanların birbiriyle ve insanlığın doğayla toplumsal ilişkilerini tümüyle devrimcileştirecek yaratıcı bir hareketle ilgilenmektedir.
Bu iki çaba, iç içe geçmiş olsa da birbirinden ayrılmalıdır. Doğu Ekoloji Eylemi -bu örgüt artık yoktur- çevreyi korumaya yönelik her çabayı destekliyor: Nükleer santralleri ve silahları ortadan kaldırmak, temiz hava ve suyu korumak, böcek ilaçları ve katkı maddelerini sınırlamak, sokaklardaki ve ana caddelerdeki trafik izdihamını azaltmak, kentleri fiziksel olarak daha bütünlüklü kılmak, radyoaktif atıkların doğaya geçişini engellemek, yabanıl yaşam alanlarını ve yabanıllığı korumak ve genişletmek, hayvan türlerini insan kıyımına karşı savunmak.
Bu toplumsal düzen bizimle oyun oynamaktadır. Dikkatlerimizin ve enerjimizin daha geniş çevre tahribatlarına yönelmesini engellemek için artık geç kalmış, parça parça ve son derece yetersiz reformlara girişir. Bir anlamda, bize Cascades karşılığında bir parça Redwood ormanı, nötron bombası karşılığında bir nükleer tesis “teklif edilir”. Geniş bir çerçeveden bakıldığında, ekolojiyi bir takas ilişkisine indirgeme girişimi hiçbir şeyi kurtarmaz; gezegenin büyük kısmını birkaç küçük yabanıl toprak parçasıyla, nefes aldırmayan bir beton dünyasındaki küçücük parklarla değiş tokuş eden ucuz bir modus operandi’dir bu. Etiği daha büyük iyi yerine “daha az kötü”nün gözetilmesine indirgeyen hastalıklı “dengeler”in ortaya koyduğu “fayda-risk” stratejisidir.
Doğu Ekoloji Eylemi’nin iki temel hedefi vardır: Birincisi, yabancılaştırıcı ve sömürgen toplumumuzdaki en yıkıcı ve acil önlem gerektiren sorunun ekolojik bunalım olduğu ve gerçek anlamda devrimci bir toplumun ancak ekolojik kurallara göre kurulması gerektiği bilincini devrimci harekette yerleştirmektir. Diğeri, çevremizin tahribatından kaygı duyan milyonlarca Amerikalının zihninde, mantıksal sonuçlarını beraberinde getiren ekolojik ilkelerin toplumumuzda ve dünyaya bakış tarzımızda radikal değişiklikler talep ettiği bilincini uyandırmaktır. Kısaca, sınırları ve nüfus bileşimi yeni bir ekolojik bilinçle tanımlanacak politik bakımdan bağımsız cemaatler yaratacak bir devrim umut ediyoruz; bunlar öyle cemaatlerdir ki sakinleri kendilerini doğa ve teknolojilerinin düzeyi, toplumsal yapıları, dünya görüşleri, yaşam tarzları, dışavurumcu sanatları, günlük yaşamlarının tüm diğer yönlerinin aldığı biçimler konusunda yeni bir bilinç çerçevesinde belirleyeceklerdir.
Ancak bu yaşam yönsemeli dünyanın ölüm yönsemeli bir toplum içinde tam olarak geliştirilebileceği ya da kısmen bile olsa yaratılabileceği yanılgısına düşmüyoruz. Bugünkü haliyle Amerikan toplumu, yalnızca zenginliklerinin ve kaynaklarının bir tüketicisi olarak değil, aynı zamanda içeride ve dışarıda tüm kendi kaderini tayin çabaları karşısında bir engel olarak da tüm dünyanın karşısına çıkmakta ve ırkçılıkla beslenmektedir. İçkin hedefleri üretim için üretim, dünya çapında hiyerarşinin ve meşakkatli çalışmanın devamı, merkezi devlet kurumları eliyle kitle manipülasyonu ve denetimidir. Bu tür bir toplum şaşmaz bir biçimde yaşam yönsemeli bir dünyanın karşısındadır.
Eğer ekoloji hareketi asıl çabalarını yaşamın bütün alanlarında -doğal olduğu kadar toplumsal, kişisel olduğu kadar politik, kültürel olduğu kadar ekonomik- bir devrim yapmaya yöneltmezse, o zaman hareket yavaş yavaş yerleşik düzenin bir emniyet supabı haline gelecektir.
Umudumuz, bizim gibi grupların bütün ülkede serpilmesi, bizim gibi özgürlükçü ve insani temelde örgütlenmesi ve karşılıklı yardıma dayalı, karşılıklı eylemle ve bir işbirliği ruhuyla çalışmasıdır. Umudumuz, bunların yalnız doğaya değil, insana karşı da yeni bir ekolojik yaklaşımı güçlendirmeye çalışacakları yönündedir: Bu, gruplar içinde ve gruplar arasında, toplum içinde ve bireyler arasında kendiliğinden ye çeşitli ilişkileri içeren bir düşüncedir.
İnsanı insandan, insanlığı doğadan, bireyi toplumdan, kenti ülkeden, zihinsel etkinliği fiziksel etkinlikten, aklı duygudan ve kuşakları kuşaklardan ayıran büyük uçurumlar artık aşılmalıdır. Bir kıtlık dünyasında çağlar süren yaşam ve maddi güvenlik arayışının sona ermesi bir zamanlar özgürlüğün ve eksiksiz bir insan yaşamının önkoşulu olarak görülürdü. Brecht’in dediği gibi: “Önce karnını doyur, sonra ahlakı öğret”. Şimdi durum değişmeye başladı. Zamanımızın ekolojik bunalımı bu geleneksel özdeyişi tersine çeviriyor. Bugün, eğer hayatta kalacaksak, yaşamaya başlamalıyız. Çözümlerimiz sorunun çapıyla bağdaşır olmalıdır, yoksa doğa insanlıktan korkunç bir intikam alacaktır.
E. DOĞRUDAN EYLEMİN ANLAMI VE İLİŞKİ GRUPLARI
Doğrudan eylemle ilgili daha da önemli bir nokta, merkezi, zorba bürokrasiler eliyle halktan gasp edilen toplumsal yaşam üzerinde kişisel gücün yeniden etkinlik kazanması doğrultusunda belirleyici bir adım olmasıdır. Doğrudan eylemle, yalnızca toplumsal olayların seyrini yeniden denetleyebileceğimiz duygusunu kazanmakla kalmaz, aynı zamanda onsuz özetkinlik ve özyönetime dayalı gerçek anlamda özgür bir toplumun bütünüyle imkânsız olduğu yeni bir benlik ve kişilik duygusunu da geliştirebiliriz. Genelde demokratikleştirilmesi gerekenin yalnızca “yönetim” ve “etkinlik” olmadığı, aynı zamanda eşsiz, yaratıcı ve yetkin bir varlık olarak her bir bireyin “benlik”inin de eksiksiz geliştirilmesi gerektiğini yeteri kadar anlamadan, gelecek bir toplumdaki ideallerimiz olarak özyönetim ve özetkinlikten bahsediyoruz. Sınıflı toplum gibi, hiyerarşinin, tahakkümün, emir-komutanın gerçek temeli olan kitle toplumu, ister Birleşik Devletlerdin bürokratik toplumunda isterse sosyalist dünyanın totaliter toplumlarında olsun, yaşamları seçkinler, “yıldızlar” ve “öncüler” tarafından yönlendirilen tek bir kalıba dökülmüş izleyicilerden oluşmuş bir toplum için üreme alanıdır. Gerçek anlamda özgür bir toplum benliği inkâr etmez, aksine onu destekler, özgürleştirir ve herkesin “seçilmiş” bir uzman ve kendinden menkul bir dahi olmadan da toplumu yönetme yetisi taşıdığı inancıyla fiilileştirir. Doğrudan eylem dört bir yana duyurulmuş ve özgür bir kent mitingidir. Her bireyin kendi içindeki gizli gücü, yeni bir özgüven ve özyetkinlik duygusunu uyandırmak için bir araçtır; bireylerin, sadece gücü değil; “seçilmişler”in gölgesinde yaşayan pasif, izleyici bir “seçmen kitlesi”nin kişiliğini de gasp eden “temsilciler”in olmadığı bir toplumun denetimini doğrudan ele almaları için bir araçtır. Kısaca, doğrudan eylem, “etkinliği”ne ve “popülaritesi”ne bakılarak benimsenecek ya da bir kenara atılabilecek bir “taktik” değil; ahlaki bir ilke, bir ideal, aslında bir duyarlılıktır. Yaşamımızın, davranışlarımızın ve bakış açımızın her yönünü doldurmalıdır.
Benzer bir biçimde, ilişki grubu dendiğinde -1920’lerde İspanyol Anarşistleri (FAI) tarafından ortaya atılmış bir terim- bundan kısa süreli işler için ciddiyetsiz bir biçimde toplanıp dağılan bir “görev kuvveti” anlaşılmamalıdır. İlişki grubu, sadece ortak eylemler ve hedefler değil; birbirleri arasında yeni özgürlükçü toplumsal ilişkiler geliştirme, birbirlerini eğitme, sorunlarını paylaşma ve yeni, hiyerarşik olmayan, cins ayrımı tanımayan etkinlikler kadar bağlar da yaratma ihtiyacı dolayısıyla bir araya gelen onlarca kardeşin adeta bir komün ya da aile gibi oluşturduğu sürekli, içten ve âdemi merkezi bir cemaattir. İlişki grubu ittifakın evirileceği bir hücre dokusu, onu organik bir varlığa dönüştürecek bir protoplazma oluşturmalıdır. Bir emir-komuta sistemi içinde, yapının bütün parçalarının mekanik olarak ona eklendiği, merkezi ve bürokratik iskeletiyle parti tipi örgütlenmenin aksine, ilişki grubu gerçek anlamda ekolojik bir varlık olarak sahici yerelliği içinde kurulan bir çoğalma ve bütünleşme bağıdır. Her zaman yerel cemaatinin parçası olarak kalır, onun ihtiyaçlarına ve kendine has gereklerine duyarlıdır. Buna karşın delegelerinin (“temsilciler”den ayrı olarak) her zaman geri çağrılabildiği ya da değiştirilebildiği ve her grubun görüşlerini tüm ayrıntılarıyla yansıtma yetkisiyle donatıldığı kümeler ve eşgüdüm komiteleri biçiminde yerel ve bölgesel olarak örgütlenebilir ve ortak eyleme girebilir. Böylelikle, bir ittifakın ilişki grupları yapısı içinde, eşgüdümün düzeyi yükseldikçe güç artmaz, azalır; bu, mevcut “temsil” ve politika sisteminde çok derinlere kök salmış parti-tipi, dernek-tipi ya da gündemli toplantı-tipi örgütlenmelerle tam bir karşıtlık içindedir. Yani, doğrudan eylem gibi, ilişki grubu da sadece örgütsel bir aygıt, bir ‘görev kuvveti”, nükleer bomba işlerini yürütmenin bir “aracı” değildir; aynı zamanda nükleer güç sorununu aşarak tinsel güç sorununa, insan eylemi kadar insan birlikteliğinin yeni, insani boyutlu, âdemi merkezi ve ekolojik biçimlerine uzanan ahlaki bir ilkeye, bir ideale ve bir duyarlılığa dayanmaktadır.
F. İKİ TERCİH ARASINDA
Anti-nükleer hareketin, özellikle onun büyük ittifaklarının geleceği yalnızca neyi reddettiğimize değil, neyi kabul ettiğimize ve belli ilkeleri, örgütlenme biçimlerini ve yöntemleri neden kabul ettiğimize de bağlıdır. Eğer kendimizi “Nükleere Hayır!” demek yeterlidir noktasında sınırlarsak, basit, naif ve trajik bir biçimde masum kalacağız ve kariyeristler bizi umursamazca ve kurnazca manipüle edebilecekler. … Bir halk teknolojisi vizyonu ortaya atmalıyız; yani, bireyin anlayabileceği, kontrol edebileceği, koruyabileceği ve hatta kurabileceği pasif, basit, âdemi merkezi güneş, rüzgâr ve gıda-üretim teknolojileri.
Herkesin karar alma süreçlerine özgürce katılabildiği ve tüm maddi yaşam araçlarının komünal olarak sahiplenilip üretildiği ve bölüştürüldüğü bir özyönetim olmaksızın “âdemi merkezileşme” talebi katıksız bir cehaletperverliktir. … âdemi merkezileşme ve insan ölçeğine evet! Ama mülkleri, ürünleri ve çevresi komünal olarak paylaştırılan ve hiyerarşik olmayan bir biçimde yönetilen bir toplumda.
“Gönüllü basitlik” çağrısına, evet! Ama yalnızca yaşam araçları gerçekten basit ve herkesin kullanımına açık olduğunda.
Kongrelerimizde ve konferanslarımızda nükleer karşıtı harekete anlamlı bir gelecek sağlamak için atmamız gereken en etkili adım, ittifaklarımızın temeli olarak ilişki gruplarının ve eylemlerimizin temeli olarak doğrudan eylemin gelişmesini gözümüzü kırpmadan desteklemektir. Doğrudan eylem sadece nükleer tesisleri işgal etmek değildir; üretmekten örgütlenmeye, eğitmekten basım işlerini yürütmeye hayatımızın her yönünü nasıl idare edebileceğimizi öğrenme anlamına da gelir.
Öte yandan, açıkça ve dürüstçe konuşarak bir azınlık olarak kalmaktan; hatta “etkisiz” kalma ya da zamanla sıfırı tüketme tehlikesine atılmaktan korkarsak, bizi bekleyen kaderi hak etmiş oluz: Teslimiyet pahasına saygınlık, ahlaksızlık pahasına “nüfuz”, sinizm pahasına “güç”, çürüme pahasına “başarı” elde ederiz. Seçim o ya budur ve uzlaşmak için bir “ara çözüm” yoktur. Her durumda, bir kere yapacağımız seçim yaratacağımız gelecek olacaktır. Gözden geçirilmiş metin: Kasım, 1979
Murray Bookchin
Ekolojik Bir Topluma Doğru, Ayrıntı Yayınları