Şeytanın Gör Dediği: Doğa acımasız bir “Kara Alaycı” mı? – Çetin Altan

Doğada da acıtıcı bir kara mizah, daha doğrusu bir “kara alay” var mıdır, yoksa “kara alay” sadece insanoğlundaki yaratıcılığa mı özgüdür?

Diye sorsak…
Değil derin bir merakla cilt cilt sanat, bilim ve siyasal tarih sayfalarını incelemek; salt gazete haberlerine şöyle bir bakmakla dahi, doğanın nasıl acımasız bir alaycı olduğunu hemen çıkar ortaya…

Doğa, yahut kader, yahut  takdiri ilahi… Adını hangi tür inanca göre koyarsak koyalım, kaosun kendi dialektik yapısından fışkıran çelişkiler, Arz küresinin üstündeki canlılara da bir “kara alay” olarak yansımada…

Filin en korktuğu düşman karıncadır ve karga, bülbülün familyasındandır. İnsanlar dişsiz doğar, genellikle de dişsiz ölürler…

1995 sinema Oscar’ları, pazartesi gecesi perisel bir masal güzelliğinin törenleriyle sahiplerine verildi Los Angeles’da…

Törenlere, tekerlekli sandalyesiyle sahnede de görünerek, katılan bir erkek oyuncu vardı, Christopher Reeve; yani, filmlerde mavi peleriniyle uçan Süpermen…

Kaderin bir “kara alayı”, Süpermen’i geçirdiği bir at kazası sonucu, uğursuz bir felcin kırık döküklüğüyle tekerlekli bir sandalyeye mahkum etmişti.

***

Armatör Onassis’in kızı, akıl almaz servetiyle ters orantılı olarak, 40 yaşında iken düştüğü baş edilmez yalnızlığını avutmak için gittiği Buenos Aires’deki bir gece kulübünde, aşırı dozda aldığı uyuşturucu sonucu oluverdi. Çok kişi de bu ölümün bir intihar olduğuna inandı.

Dünya edebiyatının en çok roman yazmış kalemi Simenon’un, kızı ise babasını kahretmek için neredeyse kurşunun sesini telefondan duyurarak son verdi hayatına…

Küllerini Simenon’un oturduğu evin bahçesindeki bir ağacın üstüne döktüler…

Simenon ölünce, aynı ağacın üstüne döktüler onun da küllerini…

“Kara alayın” en son örneklerinden birini Orsay Müzesindeki Courbet’ye ait salonlarda gördüm.

Bir Amerikalı’dan geçici olarak alınıp bir süre için müzeye konmuş, “Dünyanın doğuşu” adında bir koca tabloydu… Bütün ayrıntılarıyla bir kadının mahrem organını gösteriyordu…

Ve bunu Sultan Aziz döneminde Courbet’ye kim ısmarlamıştı biliyor musunuz?

Halifei Rûyi Zemin’in Paris elçiliğindeki bir saray efendisi…

Dar kalıpların cenderesi içine sıkışmış fanatikler için, özellikle “kadın ve sanattan hiçbir şey anlamayan ilkel kimseler” oldukları söylentisi yaygındır.

Bu söylentiyi ters çıkarmak için, Paris’e diplomat olarak gönderilmiş bir saray efendisi tarafından Courbet’ye gizlice ısmarlanan o canım tablodan yararlanılamaz mı acaba, diye düşündüm.

Tablonun cep boyutunda fotokopileri çoğaltılmalı ve ümmetçiliğe de ağırlık veren siyasal toplantılarda izleyicilere, birer Osmanlı anısı olarak tek tek dağıtılmalı…

Böylece hem önüne geleni, kadın ve sanattan anlamayan bir fanatik olmakla suçlama sona erer, hem de büyük bir şah yapıt, gerçek sahiplerini bir anı armağan olarak bulmuş olur…

Üstelik ola ki katkı da sağlanmış olur izleyici sayısının artmasına…

Takdiri ilahinin kara alayını neden bir Amerikalıyla bir Paris müzesine bırakalım; bizim de sahip çıkmamız gerekmez mi ona?

Kaosun kendi dialektiğinden oluşan nice garip çelişkiler, bazen büsbütün belirginleşerek, hayat boyu düşüp durur hepimizin üstüne…

Vaktiyle analarımızın yün eğirdiği örekenin bugünkü argoda kazandığı değişik anlam da bunun sonucudur; bazı gösterilerde “beleşçilikle” “ilericiliği” birbirine karıştıran sloganlar da; daha ilk okuldayken her sabah “Türküm, doğruyum, çalışkanım” diye bağır bağır bağırdıktan sonra, bir ömür mesleksiz yaşayıp, sürekli avanta peşinde koşmak da…

Çetin Altan
Şeytanın Gör Dediği

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz