TOPLUMCU DÜŞÜNÜRLERDE AHLAK, SAVAŞ, VİCDAN: BAŞLICA VİCDAN SORUNLARI

Bu konuları, akımları ve düşünürleri, Bilimsel Sosyalist ve Ütopyacı Sosyalist sınıflandırması içinde ele almak uygun olur. Bilimsel Sosyalist akımda vicdanın ekonomik, toplumsal, ideolojik kaynakları: Din ve ahlak, bilindiği gibi, üstyapı kurumları sayılıp, üretim biçimine ve üretim ilişkilerine bağlı görülmektedir. Bu bağlamda Marx, “halkın afyonu” ve “vicdansız dünyanın vicdanı” diyerek dinin burjuva toplumundaki işlevine değinmiştir. Aynı zamanda vicdan, ahlaksızlığın üzerinin örtüsü olarak değerlendirilmektedir.

Bilimsel Sosyalist dünya görüşünde, vicdan sorunsalına, emeğin sömürülmesi, emekçinin kendi emeğinin ürünlerine, doğaya, öteki emekçilerle, insanlığa ve hatta kendisine yabancılaştırılması, soğutulması kavramlarıyla yaklaşılmaktadır. Çözüm ortak emek ürünlerinin “herkese gereksinimine göre” pay düşecek biçimde bölüştürülebileceği geleceğin komünist toplumu ereğinde aranmaktadır.

Ütopyacı Sosyalist görüşte ahlaka ve vicdana verilen başrol: Bu etiket altında toplanabilecek düşünür ve yazarların Bilimsel Sosyalist düşünürler ile aralarındaki fark, proletarya diktatörlüğü evresinin gerekliliği gereksizliği tartışmasında belirginleşir. Gereksizliği görüşü benimsenince ahlaka ve vicdana başrol tanınmış olur. Bu konuda, dar anlamıyla bir ütopyacı sosyalist sayılmasa da, ahlakla, vicdanla ilgili “ütopyacı” denebilecek görüşlerinden dolayı kolektivist anarşist düşünür Kropotkin’in düşünceleri örnek olarak verilebilir.

Kropotkin’de bütün varlıklara yayılmış evrensel vicdan: Prens Peter Kropotkin (1842-1919) “Bir Evrim Ögesi Olarak Yardımlaşma” başlıklı kitabında, burjuvazinin insanın doğuştan bencil, sahiplenici, yarışmacı; doğanın ise dişinin tırnağının kanlı olduğu yolundaki (bireyci ve toplumcu) uç görüşlerine karşı çıkmıştır. Yalnızca insanlar arasında değil, tüm canlılar arasında gördüğü işbirliğini, dayanışmayı, paylaşmayı, özgeciliği, özveriyi vurgulamıştır. Kapitalist burjuva toplumunda, insanın ve canlıların bu iyi doğasının, din, devlet, özel mülkiyeti koruyan yasaların zoruyla bozulduğu görüşünü savunmuştur.

Özel olarak ahlak ve vicdan sorununa gelince, kolektivist anarşistler, vicdansızlığın, acımasızlığın, ahlaksızlığın, suçluğun nedenini, insanın iyi doğasının, cezalandırılma korkusu ve ödüllendirilme umudunun baskısı altında ortaya çıkamamasında görmektedir. Anarşist devrimle devlet, din, mülkiyet (dolayısıyla cezalandırılma korkusu, ödüllendirilme umudu) ortadan kaldırılmış olacağı için, insan vicdanıyla baş başa kalıp, doğru seçimlerde bulunabilecektir. Örneğin, hapishaneler kapatılmış, yasalar kaldırılmış olmasına karşın, devrimin ertesi gününden başlayarak, suçlarda artma değil azalma görülecektir.

Kropotkin Anarşist Etik kitapçığında ise, insanın iyi doğası ve ahlakı konusunda (Eskimo Çukçeler gibi) çağımız ilkel topluluklarından örnekler getirmekle yetinmez. Kantarın ucunu kaçırıp karıncalardan, arılardan, maymunlara kadar, tüm canlıların iyiyi-kötüyü ayırma bilincine sahip olup, dayanışmacı, paylaşmacı, özverili davranışlarından (örnekleriyle) söz eder.

Burada önemli olan, Kropotkin’in romantikliğini ve ütopyacılığını eleştirmek değildir. Ahlakın, vicdanın odağının, gerçek insan öznelerin ve (sınıflar gibi) toplumsal öznelerin ötesine taşınıp doğada odaklaştırılmasıdır eleştirilmesi gereken. Bu yaklaşımıyla, sınıf gerçekliğinin atlanıp, insanodaklı (antroposantrik) dünya görüşlerinin eleştirilip, doğaodaklı (ekosantrik) görüşlerin sanki haberciliğinin yapılmasıdır. Gerçekten bugün çevreci akımda Gaia (Yer Tanrıça) projeleri ile bir “dünya vicdanı” sözü edilmeye başlanmıştır.(19) Fena mı? O da ayrı bir konu.

Sartre’ın, Nietzsche’nin “kimseye sorumlu olmayan” bireyine karşı “herkesin her şeyden sorumlu” vicdanı: “Yaratılışçı kul insan” anlayışının karşısına Varoluşçuluğun “yaratıcı özgür insan” anlayışını koyup, ikisini birkaç yazımda, çeşitli amaçlarla karşılaştırmıştım. Bu yazımda, vicdan adına, Nietzsche’nin kendinden başka kimseye sorumlu olmayan üstinsanının efendi ahlakı anlayışının karşısına Varoluşçuluğun kurucusu Sartre’ın “herkes her şeyden herkese sorumlu” insan anlayışını koyacağım.

Sartre, varoluşçu felsefesini “Marksizmin yamacında açan bir çiçek” olarak tanımlamıştır: Bununla, Marksçı toplum anlayışında, topluma yapılan vurgunun, bireyin geçiştirilmesine yol açtığını anlatmak istemişti. Bu açıdan bakılırsa, Sartre, bir burjuva bireyci düşünürü değil, birey toplum (amaçları) bireşimini yapmaya çalışmış bir toplumcu düşünür sayılır, düşünceleri “toplumcu düşünürlerde ahlak, savaş, vicdan” alt başlığı altında ele alınabilir.

Prens Peter Kropotkin (1842-1919) burjuvazinin insanın doğuştan bencil, sahiplenici, yarışmacı; doğanın ise dişinin tırnağının kanlı olduğu yolundaki uç görüşlerine karşı çıktı.

Sartre, “varoluşçu özgür sorumlu insan” anlayışına, aşağı yukarı şöyle bir uslamlamayla varmıştır: İnsan yaratılmamıştır [çünkü Yaradan yoktur] öyleyse “varolmuştur.” Ve “varoluş” (Existentializme kitapçığında belirtildiği gibi)(20) özden önce gelir. Bunun anlamı, insanın bir yaratıcının ona yüklediği bir yazgı, içine yerleştirdiği bir vicdan ile, değişmez bir doğayla, karakterle, kişilikle gelmediğidir. Dolayısıyla, özünü kendisi yaratmak durumundadır: Kendini yaratmada tam özgürdür. Ama bu sorumsuz bir özgürlük değildir. Düşündüklerini, yaptıklarını, sıkıştığında “na’pim böyle yaratılmışım, yazgım buymuş” gibi sözlerle Yaradan’ın üzerine atıp sorumluluktan kurtulamaz. Dahası, toplumsal olaylar, tek tek kişilerden oluşan toplumca birlikte yaratıldığına göre, sonuçtan herkes, her şeyde, herkese sorumludur. Hem kendisine hem de başkalarına karşı bu sorumlu insan anlayışıyla Sartre, vicdan sorununun en can alıcı noktalarına değinmiş olur.

Kapitalist burjuva eşitsizlikçi toplum biçimleri ve bireyci, yarışmacı, girişimci dünya görüşleri sürdürüldükçe, insanların karşısına, bazıları çözümsüz birçok vicdan sorununun çıkması da sürüp gidecektir. Bunların tek tek çözümlemesine girişmeden (bir bölümünü zaten her iki yazımda ele aldığım düşüncesiyle) bazılarına değinmekle yetineceğim.

VİCDAN VE SAVAŞ: İNSANDAKİ EMPATİ VE SEMPATİ DÜŞÜNCESİNİN KÖKENLERİ – ALAEDDİN ŞENEL

BAŞLICA VİCDAN SORUNLARI

Vicdan sömürüsü: Örneğin insanların, kendilerinin yaptıklarını görmeyip, kendilerine yapılanları sayıp dökmeleri; çöp ve mertek durumları. Geçmişte yaptıklarını unutup unutturup, karşılarına aldıklarını vicdansızlıkla suçlayıp, acımasızlıklarını sürekli olarak ve bire bin katarak anımsatıp yandaş kazanmaya çalışmaları. Bunu yaparak kin, öfke, düşmanlık, acımasızlık pompalamaları!

İçselleştirilmiş vicdan sorunu: Bazı değerlerin, dıştan ve sistemli olarak, kaba güçle ve ideolojik ikna, eski inançlar kanalıyla dayatılması. Bunların yeni kuşaklara örnek olma, taklit yoluyla özendirilirken; eğitim, propaganda vb. yollarıyla kişiden kişiye, kuşaktan kuşağa aktarılması. O kimselerce (geçmişteki baskılar, dayatmalar bilinmeksizin ya da düşünülmeksizin) “içselleştirilmiş” olmaları. Böylece başkalarının, egemen sınıfların, egemenlerin istençlerinin kendinin sanılıp, “değerlerime saygı gösterilmiyor, inançlarımın sesinin buyurduğunu yapacağım” denerek vicdanın öne sürülmesi.

Vicdanın zamana, yere, topluma hatta kişiye göreceliği: Vicdan değerleri, içinde yaşanan topluluklarda ve zamanla oluşur, oluşturulur. Dolayısıyla geçerliliği toplulukla sınırlıdır. Eşitlikçi ilkel topluluklarda bile, etnik benmerkezciliğin ve yabancı düşmanlığının varlığının gösterdiği gibi, bu sınırın dışında kalanlar, vicdanın korumasının da dışında tutulur. Açıkçası, onlara acımasız davranılabilir. Toplumsal, siyasal birimlerin çapı, kabile konfederasyonları, kent devletleri, yerel teritoryal devletler, imparatorluk derecelerine uzanacak yönde genişledikçe, vicdanın çapı da genişletilir. Bunun sonucu, bir zamanlar vicdan duyarlılığının dışında bulunanların içine alınması (ve tersine bir eğilimle, içindekilerin dışına düşmesi) durumudur. Vicdanın bu göreceliği sorununun aşılması, daha geniş kapsamlı kimliklerin, kimlik bilinçlerinin (ekonomik-toplumsal-siyasal bütünleşmelerin artan çapına koşut olarak) geliştirilmesidir. Ne kadar genişletilirse genişletilsin, onları aşan ortak kimlik değerlerine (bu demektir ki tüm insanlık ortak paydası bilincine) ulaşılana dek, vicdanın göreceliğinden kurtulunamayacaktır.

Vicdan-özgürlük paradoksu: Vicdanın sesi, her zaman bireysel sanılsa da, genellikle topluluğun sesidir. Bu demektir ki, topluluğun bir üyesinin gerçek çıkarlarına, değerlerine, duygularına, düşüncelerine ters düştüğü durumlarda, kişi ya bu sese kulaklarını tıkayarak uymayacak ya da uyduğunda kendini özgür duyumsamayacaktır. Nietzsche’nin kendinden başkasına sorumsuz özgür istençli “kahraman”ı bunun örneğidir. Doğabilecek bir başka durum, kişinin bireysel vicdanı ile toplumsal vicdan arasında bocalaması olacaktır.

Bencillik-özgecilik-özveri sorunu: Vicdana seslenişler, kişileri bencil davranmamaya çağırır. Oysa insanın, kültürel evrimin ürünü toplumsal bir varlık olduğu kadar tek (başkalarıyla organik bağlantısız) varlığı, benliği de bulunmaktadır. Bu demektir ki bencilliğin organik dayanakları vardır. Kişi, başkalarının gereksinimlerinden, acılarından, hazlarından, duygu ve düşüncelerinden önce ve öncelikle kendilerininkileri duyumsar (hisseder). Bencillik ancak başkalarınınkini de hesaba katması (empati yeteneği) ile özgecilik ile dengelenebilir ya da aşılabilir.

Bu yolda özgeciliğe seslenilmesi, özveri beklentisi noktasına dek vardırılabilir. Ya da kişi, vicdan hesaplarıyla, bu noktaya kendi varabilir. Tüm bu süreçler ve durumlar, bireysel ve toplumsal vicdan sorunları türetmektedir.

VİCDANDAN ARDA KALAN: İNSAN YERYÜZÜNÜN EN ACIMASIZ VARLIĞI MI? – ALÂEDDİN ŞENEL

Edilgin vicdanın etkin vicdan karşısındaki erksizliği: Vicdanın sesi dinlenerek (bir iç düşünme süreci sonunda) bir edimde bulunup bulunmama yargısına varılmaktadır. Bu yargı kafada kaldığı sürece (kişinin “yapmam gerekir” dediği şeyi yapmamaktan, yapamamaktan duyacağı vicdan rahatsızlığı, (vicdan azabı) dışında, sorun yoktur. Ama söz konusu kararı başkalarına karşı dile getirdiğinde, kıyamet kopabilir. Tartışma, çatışma, kavga olasılıkları doğabilir. Hele, söz konusu vicdanın sesi, bir edimde bulunma (ya da vicdani reddeki gibi) kendinden beklenen bir edimde bulunmama yönündeyse kıyamet kopabilecektir. Böyle bir durumda, ilkece baskıya, şiddete başvurulmamasından yana kişiler, kendilerine saldırılar karşısında sinerlerse, vicdanlarının sesine uymamış olacaklardır. Sinmez karşılık verirlerse, şiddete başvurmama vicdanına ters düşmüş durumda kalacaklardır.

Vicdanın tutarlılığı sorunu: Sıradan (devletler arası) savaşta olduğu kadar, emperyalizme karşı savaşlarda, saldırıya uğrama durumunda savunma savaşlarında, iç savaşlarda, sınıf savaşlarında, din savaşlarında, kişinin değerleri şiddete başvurmama, öldürmeme yönündeyse, karşı vicdanlarca ya da vicdansızlarca “ihanet” ile suçlanmayla karşılaşması kaçınılmazdır. Bu koşullarda zaman içinde ve vicdana konu sorunlar arasında vicdanın tutarlılığı gibi aşılmaz, bazen çözümsüz bir sorunla karşı karşıya kalınabilecektir.

1 Eylül 2015 
Alâeddin Şenel
Bilim ve Gelecek

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz