Ahlaklı bir eylemde bulunan bir kişi, bunu inancından dolayı değil, ahlak yasasına uyduğu için icra eder.
Ahlak yasası birkaç şekilde ifade edilebilir: “Hareketlerinizin temelini oluşturan ilke, diğer insanlar için de, her zaman, her yerde geçerliyse, o ilke doğrudur.” “Kendine nasıl davranılmasını istiyorsan, insanlara o şekilde davran.” “İnsanları hiçbir zaman amaçların için araç olarak kullanma. Çünkü insanların kendileri amaçtır.”
Dinler ve ahlak
Pratik aklın doğasından kaynaklanan bu yasaya, dinler ve bazı ideolojiler sahip çıkar. Kendi mülkiyetlerinde gösterirler. Özünde bağımsız olan ve hiçbir yaşam biçiminin dogmasıyla ilişkisi olmayan bu yasa, farklı dünya görüşlerinin temel yargıları içinde, o veya bu yaşam biçimine ait bir prensipmiş gibi görünüverir. Örneğin Hıristiyan ahlakı, İslam ahlakı, kapitalist ve sosyalist ahlak anlayışları gibi. Öyle ki, bu inanç ve ideolojilerin birine mensup bir şahıs, ahlak yasasına uygun bir eylem ortaya koyduğunda, bu erdemli eylem, bu yasaya uymanın sonucu olarak algılanmak yerine, bağlı olduğu inanç veya ideolojiye mal edilir. Başka bir deyişle, o kişi için ‘Müslüman olduğu için ahlaklı davrandı veya Hıristiyan olduğu için doğru eylemi seçti veya sosyalizme inandığından doğrusunu yaptı’ gibi ifadeler kullanılır. İnanç sistemleri daha da ileri giderek, Müslüman olmayan ahlaklı olamaz, Hıristiyan olmayan erdemli olamaz, Yahudi olmayan ahlaktan yoksundur gibi iddialarda bulunabilirler. Hâlbuki ahlaklı bir eylemi icra eden bir kişi, o eylemi, sadece, ahlak yasasına uyduğu için icra etmiştir. Öyle ki, tabi olduğu dünya görüşünün herhangi bir yargısı veya dogması, bu ahlaki eyleminde dahli varsa, bu durum, o ahlaki eylemin kalitesini sadece düşürür. Ahlak yasasına, yasaya saygı düşüncesinin ötesinde, herhangi bir motif, fayda, haz veya nitelik eklemek, eylemi “ahlaklı” olmaktan çıkarır. Yasa, kendisine itaati, her çeşit müdahaleden uzak tutuyorsa, ona uygun hareket eden kişiyi, “ahlaklı” kategorisinden başka bir yere sokamayız. Yani Müslüman olduğu için veya Hıristiyan olduğu için ahlaklı hareket etti diyemeyiz. Bu şekilde söylemenin doğru olmadığını, bu dinlerin, kendilerine mensup kişilerin, ahlak yasasına aykırı hareket ettiklerinde, onlara sahip çıkmadıklarından anlıyoruz. Müslümanlığından dolayı ahlaksız olmuyorsa, Müslümanlığından dolayı ahlaklı da değildir. Bir satranç oyuncusunun, iyi veya kötü satranç oynamasının, inancıyla ilgisinin olmadığı gibi.
Ancak satranç kurallarının aksine, ahlak yasası, inanç ilkeleriyle hep iç içedir. Ahlaksal erdemleri önemsemeyen bir dinden veya yaşam biçiminden bahsedilemez. İnanç sistemleri, önemsemenin de ötesine geçip doğrulukları hiçbir zaman ispatlanamayacak metafizik iddialarını, ahlak yasasının doğruluğu seviyesinde gösterip onlara meşruiyet kazandırmak isterler. Bu, bir bakıma ahlak yasasının istismar edilmesidir. Bu istismarın bir neticesi olarak, ahlaklı bir Müslüman veya Hıristiyan, erdemli eylemlerinden dolayı dinlerine katkı sağlarken, aksine dinlerinden katkı aldıkları iddia edilir. Ahlaka uygun hareket etmekle dinlerine saygınlık kazandırırlar. Ama sanki dinler onlara saygınlık bağışlanmış gibi görünür. O zaman şu soru sorulabilir: Bir insan, dinsel inançlarından hareketle, ahlaklı bir eylem ortaya koyamaz mı? Böyle bir eylem mümkünse, bunun ahlaksal değeri nedir?
Dinlerin ahlak yasasıyla ilişkileri iki şekildedir. Birincisi, yasayı Tanrının emriymiş gibi göstermeleri; kutsal kitaplarda mevcut olan diğer ilahi emirlerle birlikte aynı seviyede belirlemeleri. İkincisi, ibadet gibi Tanrıya karşı olan görevleri, ahlaksal görevler kategorisine sokmaları. Ahlak yasasının, dinler tarafından bu iki çeşit algısı ve muamelesi, çok önemli sonuçlara yol açtı.
Faydacı ahlak
İnsan aklının doğasından kaynaklanan ahlak yasasını, “ilahi emir” gibi algılamak (“Allah rızası için”, “Tanrı adına” ifadelerinde dile getirildiği gibi), “tek ve yegâne emir” olarak kabullenmek şartıyla, ahlak yasasına muhalif bir sonuç doğurmaz. Ama yasayı, kendisi bizzat doğru olduğundan değil de, Tanrının emri olduğu için doğru kabul etmek, yasayı dış bir otoriteye bağlamak demektir. Bu da, Tanrıya inanmayanları ahlaksal erdemlerden yoksun bırakmaya yol açar. Tanrıtanımazların da gerçek yaşamda, erdemli eylemlerde bulundukları, diğer taraftan inananların da bazen yasaya aykırı davrandıkları bir vakıa ise, Tanrı inancının ahlaksal eylem için bir şart olmaması gerekir. Tanrı inancı, ancak yasaya uygun davranıp bu uğurda mutluluğunu kaybeden ahlaklının, bu kaybı telafi için, umutlanmasına bir gerekçe olarak, makul bir postulat (ön doğru) biçiminde ortaya konabilir.
İnanç esaslarının (mesela imanın beş şartı) erdemli davranışın şartı gibi, ahlak yasası değerinde belirlenmesi, bu şartlara inananın ve gereğini yerine getirenin ahlaklı olduğu izlenimine yol açar. Nitekim kültürümüzde, iman esaslarına inanmanın başlı başına doğru bir kıymet taşıdığı, hele bu esasların gereğini (namaz ve oruç gibi) yapmanın ahlakın kendisi olduğu kanaati pek yaygındır. Hâlbuki ibadetler, insanla Tanrı arasında geçen bir eylem olduğundan ve diğer insanları ilgilendirmediğinden, ahlak yasası dışında oluşan bir eylemdir. Yasaya uymaya teşvik edip etmediği tartışmalıdır. Çünkü ibadet etmeyi, ahlakın bizzat kendisi sanıp görevi yerine getirdim havasına kapılan kişinin, ahlaklı eylemleri askıya alması veya yavaşlatması mümkündür. Deminden beri anlatmaya çalıştığım ahlak ilkesi ile dinsel ahlak arasındaki temel farklardan birisi, birinde Tanrıya karşı görevimizin olduğu, diğerinde ise olmadığı. Akla dayalı ahlak doktrininde, insanın Tanrıya karşı, birebir bir görevi yoktur. Diğer insanlara karşı sorumlu olunan etik görevler, aynı zamanda Tanrıya karşı olan görevlerdir. Bu sebeple ritüeller, sübjektif bir tasarruf addedilerek, etik eylem kategorisinden çıkartılmıştır.
Mütedeyyin bir şahsın ölüm sonrası vaat edilen mutluluk (cennet gibi) amacıyla, erdemli eylemlerde bulunması, rasyonel ahlakla dinsel ahlakın ayrıştığı diğer bir husustur. Eylemleri, sonuçlarına göre değerlendirip “etik” veya “etik değil” kategorilerine sokmak, faydacı ahlak anlayışıdır. Anlatmaya çalıştığım ilkesel ahlakın zıddıdır. İlkesel ahlakta ilke, ta başından itibaren doğrudur, sonuçlarına bakılmaz. Kısa vadede olumsuz sonuçlar verse de, uzun vadede insanlığın bakası için yegâne düsturdur. Bu sebeple faydaya dayanan ahlak anlayışı, ahlaka aykırı bulunur. Ne var ki, kutsal kitaplarda iman ehlini güzel fillere teşvik için ödül, çirkinliklerden uzak durması için korkutucu cezalardan bahsedilir. Bu, bir tür aşkın (transandantal) faydacı bir anlayıştır. Cennet umudu veya cehennem korkusuyla icra edilen fiillerin, hem ahlaka hem de dinlerin özüne aykırı düştüğünü, sadece filozoflar değil, bazı sufi-meşrep teologlar da dile getiriyor.
Ahlak yasasının, insan aklının bir demirbaşı olması ve her insanda eşit şekilde var olması ne büyük bir adalettir! O kadar saf ve yetkindir ki, ona bir şeyler ekleyeyim dersen, ona sadece zarar verirsin. O halde, insan isterse, kendi kendisinin rehberi olabilir. Yeter ki buna cesaret edebilsin.
YASİN CEYLAN: ODTÜ, Felsefe
27/03/2011 (Radikal 2)
elinize sağlık…
Çok başarılı emeginize sağlık. Fakat bazı noktalarda fikirlerimiz uyuşmuyor sanırım. Bu da insanlığın en güzel avantajı. Degil mi?