Yerleşik Ahlakın Sonsuz Düşmanı
Yazının henüz başında şunu söylemeliyim ki Nietzsche bir nihilist değildir; o, geleneksel ahlâkın, insanlığı Nihilizm’e götüreceğini ve bunun engellenmesi gerektiğini savunan bir düşünürdür. Nietzsche için Nihilizm bir ideâl değil, mevcut düzenin sonucudur. Etik felsefesini de bu yönde inşa eden Nietzsche’nin amacı, yerleşmiş olan çarpık ahlak anlayışının kökenlerini tespit etmek, buradan hareketle mevcut değerlerin bozukluğunu gözler önüne sermek ve bu değerlerin yol açacağı türlü yıkıcı sonuçların önünü alabilmektedir. Nietzsche bunun için önemli temellere sahip bir etik ortaya koymak ister. Tıpkı Üstinsan felsefesinde olduğu gibi yeni ve özgün bir etik ortaya koymak ister: Üstinsan’a yaraşır, hınç ve nefretten arınmış, asil bir ahlâk.
O, bu hedefine ulaşabilmek için önce Musevilikten başlayarak onu temel alan Hristiyanlığa ve modern ahlâkçılara sert eleştiriler getirir. Nietzsche’nin eleştirilerinin en şiddetli olanlarına Hristiyanlık maruz kalır ona göre Hristiyanlık, köle ahlâkının en saf temsilidir. Hristiyanlığı hedef tahtasına koyan Nietzsche, dinin ortadan kalkmasıyla birlikte büyük boşlukların doğacağını kabul eder ancak bu boşlukların yerine öylesine sağlam ilkeler getirilecektir ki tüm insanlığın gözünde yeni ufuklar belirecektir. kitabında ‘’Tanrı öldü!’’ ifadesine yer veren filozof, Tanrı’nın ölümüyle insanlığın Nihilizm’e sürüklenebileceğini ve bunun önlenmesi gerektiğini belirterek zırhını bürünür ve sarsılmaz felsefesini ortaya koyar.
Ahlâkın Temelleri: Efendi ve Köle
Nietzsche, yerleşik ahlâkın tarihî kökenlerinin nereden geldiğini araştırarak işe başlar. Çünkü ona göre yerleşik ahlâk, insanların birtakım politik ve psikolojik sorunlarına çözüm bulmak ya da onlara birtakım cevaplar getirmek amacıyla vücuda getirilmiştir. Nietzsche, bu ahlâkın tarihî kökenlerini bulursa temel problemlerini de tespit edeceği fikrinden hareketle bir arayışa girer: iyi, kötü, sevap, günah, yasak, doğru, yanlış tüm bunlar nereden gelmektedir; bunların mâhiyetini belirleyen şeyler nelerdir?
‘’İnsanoğlu hangi koşullar altında yaratmıştı bu iyi ve kötü değer yargılarını?’’
F. Nietzsche, Ahlâkın Soy Kütüğü,
Ahlâkın Soy Kütüğü isimli eseri tüm bu soruların cevaplarını içerir. Nietzsche’nin entelektüel bir kavrayış ve araştırma ile ulaşmış olduğu cevapları, kısa bir biçimde toparlarsak karşımıza şöyle bir sonuç çıkar: insanların tarihî dönemlerde efendi ve köle olarak ayrıştıkları, bu ayrışmanın sonucunda da birtakım ahlâkî anlayışların tecessüm ettiğini görürüz. Bu ayrışmanın temelinde de hepimizin tahmin edebileceği üzere güç kavramı yer almaktadır: güçlü olanlar efendi iken zayıf olanlar köledirler. Efendiler nüfuz sahibi, asil, zengin iken; köleler düşkün, varlıksız ve umutsuzlardır. Eğer mevcut ahlâk, bu iki sınıftan köleler tarafından belirlenmişse bu ahlâk zayıf, güçsüz, içeriksiz bir mahiyete; sağlıklı, asil, güçlü efendiler tarafında belirlenmişse bu ahlâk nitelikli bir yapıya sahip olacaktır.
Nietzsche Antik Çağ’da ilk olarak efendi ahlâkın hüküm sürdüğünü ve değer yargılarının asil, kudret sahibi, nüfuzlu insanlar tarafından belirlendiğini tespit eder. Bu insanlar tarafından belirlenen ve aristokratik ruha sahip olan bu ahlâkın da onu ortaya koyanlar gibi ‘’iyi’’ sıfatına yaraştığını belirtir. Tarihî süreçte, efendilerinin ahlâkî ve sosyal alandaki bu egemenliğine âdeta başkaldıran köleler, hınç ve nefret dolu ruhlarıyla asillerin yerleşik düzenlerini yıkmak isterler. Nietzsche’ye göre bunların başında Musevîler gelmektedir. Onlar, âdeta sefilliği, perişanlığı, acı çekmeyi, çileciliği birer erdem mertebesine yükselterek kendilerini efendilerine karşı üstün kılmaya çalışmışlardır. Musevîliğin esaslarını belirleyenler, bir sürü gibi hareket ederek egemenliği ele geçirmiş ve efendilerine karşı besledikleri nefretle onları değersizleştirmişlerdir. Artık kıymetli olan şeyler: çilecilik, yoksulluk, dünyanın geçiciliği, kendinden olmayana hayır deme gibi erdem mertebesine yükseltilen değerlerdir.
Efendilerin sahip olduğu yücelik, ruhsal öncelik, zekâ, soyluluk gibi nitelikler artık hor görülmeliydiler; Nietzsche’ye göre bu tutum tam olarak kölelerin, kendilerini efendileriyle eşitleme ihtiyacının bir yansımasıdır. Örneğin soyluluğun lanetlenmesi gerektiğini söyleyen köleler, asla sahip olamayacakları bir niteliği böylece değersizleştirmişlerdir. Düşkünlere yardım edilmesi gerektiğini belirten köle ahlâkı kendine yeni gelir kapıları elde etmiştir. Kendinden olmayana hayır diyerek efendilerin tüm imtiyazlarını ellerinden almışlardır. Tüm bu örnekler onların güçsüzlüklerinin bir ahlâka dönüşmesinin göstergeleridirler.
Nietzsche Musevîliğin bu mirasını Hristiyanlığın üstlendiğini belirterek köle ahlâkının esas yansımalarının tam olarak Hristiyanlık öğretisinde teşekkül ettiğini belirtir. İsa tarafından şekillendirilen öğretilerde bu dünyanın değersizliği, gelip geçiciliği öne çıkarılmış, esas olanın öte dünya olduğu belirtililerek asillerin sahip olduğu zenginliğin aslında hiçbir değerinin olmadığı vurgulanmıştır. Bu dünyada çile çekmenin, sefâletin pozitif anlamları olduğu ve bunların insanı Tanrı katına yaklaştıracağı gibi söylemlerle kölelerin değerleri yüceltilmiştir.
‘’Genel olarak inanılması koşuluyla, gündelik Hristiyan zavallı bir figürdür, gerçekten üçe kadar sayamayan bir insandır ve ayrıca tam da zihinsel açıdan cezai ehliyete sahip olmayışı yüzünden, Hristiyanlığın ona müjdelediği gibi katı bir biçimde cezalandırılmayı da hak etmemiştir.’’
F. Nietzsche, İnsanca Pek İnsanca-1
Yerleşik Ahlâkın Reddi ve Üstİnsan’ın İnşası
Klasik ve modern ahlâkın insanlara sürekli olarak bir şeyler buyurduğunu, baskıcı bir tavırla onlardan bir şeyler talep ettiğini ve bu taleplerin son derece absürt ve yersiz olduğunu belirten Nietzsche bu anlayışların insanın kendini gerçekleştirmesini engellediğini defaatle vurgulamıştır. Ona göre, yerleşik ahlâkın isteklerini karşılamayan insanlar; hayatı olumsuzlamakta, öz benliklerine karşı yabancılaştıktça ve âdeta kendilerine karşı tiksinti duymaktadırlar. Oysa Nietzsche, hayatın olumlanması gerektiğini ve insanın var olan bütün potansiyelini kullanarak olanca gücüyle mücâdele etmesi gerektiğini belirtir. Yerleşik ahlâk ise insanların bu hayattan soğutarak, onların köşelerine sinmelerine sebep olarak kendilerini geliştirmelerini, entelektüel zekâlarını kullanmalarını, fizikî kapasitelerini ortaya koymalarını, duygularını açığa vurmalarını ve hatta cinsellik gibi çok temel ihtiyaçlarını karşılamalarını dahi engellemektedir. Tüm bu engellemeler, insanların gerçek potansiyellerini ortaya koymalarına ket vurmaktadır. Nietzsche açısından bu engellemeler âdeta Üstinsan’a giden yolu kapamakta ve insanlığı Nihilizm’e sürüklemektedir.
Mevcut insanın, Üstinsan’a giden yolda üstlenmesi gereken görevler vardır, bu görevlerin yerine getirilmesi ise mevcut ahlâk yasaları ile mümkün değildir. Nietzsche; insanların kendilerini geliştirmelerini, disipline etmelerini, tüm yaşantılara açık olmalarını, kapasitelerini sonuna kadar kullanmalarını sağlayacak bir ahlâkî anlayışı keşfetme yoluna gider. Bu yeni anlayışa göre insanlar, dinin zorbalıklarından, çileciliğinden; gelenekselciliğin bağnaz kurallarından kurtularak yaşamı olduğu gibi kabul etmelidirler. Nietzsche, meşhur ‘’amor fati’’ (kaderini sev) öğretisiyle insanların, hayatı olumlamalarını ve ona evet demelerini ister. Zirâ Nietzsche’ye göre bu aynı zamanda yaşamın sonsuz çemberini yani bengi dönüşü de kabul etmek olacaktır. Bu olumlamalar ve kabuller, insana benliğini tanıma, kendini bilme, sınırlarını keşfetme ve tüm genel kabulleri sorgulama imkânı tanıyacaktır. İnsan, kendinden memnun olana dek bu ebedî döngü içinde kendini yineleyecek ve soyluluğa giden yolun önünü açacaktır.
İşte, Üstinsan ancak bu şekilde olunabilecektir: kendini bilen, kendine karşı dürüst, diğerleriyle arasına mesafe koyabilen, yaşantılara açık, bilge, saygıdeğer, gururlu ve iyi huylu insan!
Hakan Can Turan
Kaynak: Wannart
Kaynakça: Warburton, N. (2015). Felsefenin Kısa Tarihi. İstanbul: ALFA.
Nietzsche, F. (2015) İnsanca Pek İnsanca-1. İstanbul: Say.
Nietzsche, F. (2016) İyinin ve Kötünün Ötesinde. İstanbul: Tutku.
Wikipedia Medium