Trier’li varlıklı bir avukatın oğlu olan Karl Marx, 1818 yılında doğdu ve o dönemin liberal aydınına özgü bir eğitim görerek yetişti. Hukuk eğitimi almasına karşın ilgisini onunla sınırlamadı ve henüz okul günlerinden başlayarak kültürün pek çok alanında gezindi.
Bir oyun ve birkaç taşlama şiir yazdığı halde ilk ciddi ve yoğun ilgisini felsefeye verdi. 1837’de Berlin’e gelmesi onu kaçınılmaz olarak Hegelci yaptı. Çünkü Hegel, Almanya’da, Fransa ve İngiltere’de gerçekleşen politik ve sınai devrimlerin yerini alan düşüncedeki devrimin, her ne kadar soyut ve idealist de olsa, bütünlüklü bir sentezini sunmuştu.
Hegel’in Marx’ın düşüncesine yaptığı katkı, şeylerin varlığından çok süreçlerin gelişimi üzerindeki ısrarıydı. Buna karşın Hegel’in su katılmadık idealizmi, onun ‘süreci’nin somut bir gerçekliğe sahip olmasını engelledi. Doğadaki evrim düşüncesi ona göre usa uygun değildi; doğal dünya, en basit yaradılış söylencelerinde olduğu gibi, bir anda ortaya çıkmıştı. Fakat Hegel, bununla birlikte, insan tarihinde birbirini izleyen aşamalı evrim görüşünü ileri sürdü.2 “Ussal olan her şey gerçektir” sözünü o söylemişti. Bu ise durağanlığı değil, değişimi belirtir. Engels’in açıkladığı gibi:
“Ancak Hegel’e göre, gerçeklik, hiçbir şekilde, herhangi bir toplumsal ya da politik durumun, bütün koşullarda ve her zaman için [geçerli] bir özelliği değildir. Tersine. Roma Cumhuriyeti gerçekti, fakat onun yerini alan Roma İmparatorluğu da öyle. 1789’da Fransız Monarşisi öylesine gerçek dışı, yani öylesine gereksiz ve usa aykırı hale gelmişti ki, Hegel’in her zaman büyük bir coşkuyla söz ettiği Büyük Devrim tarafından yıkılması gerekiyordu.. Bu durumda gerçek dışı olan monarşi, gerçek olan devrimdir. Ve böylece gelişimin akışı içinde, daha önce gerçek olan gerçek dışı olur; gerekliliğini, varolma hakkını ve ussallığını yitirir. Son nefesini vermekte olan gerçekliğin yerini yaşama yetisine sahip olan yeni bir gerçeklik alır –eski olan ölümüne bir mücadele vermeksizin çekip gidecek kadar akıllıysa barışçıl bir biçimde, eğer gerekliliğe karşı direnirse zorla. Böylece Hegelci önerme, yine Hegelci diyalektik sayesinde kendi karşıtına dönüşür: İnsan tarihi alanında gerçek olan her şey, zaman içinde usa aykırı bir hale gelir, onun için, bu, yazgısı gereği zaten usa aykırıdır, çok önceden usa aykırılıkla lekelenmiştir. İnsanların düşüncelerinde ussal olan her şey, varolan koşulların görünürdeki gerçekliğiyle ne denli çelişirse çelişsin, gerçek olmakla yazgılanmıştır. Gerçek olan her şeyin ussallığı önermesi, Hegelci düşünme yönteminin bütün kurallarıyla uyum içinde çözülerek başka bir önermeye dönüşür: Var olan her şey yok olmayı hak eder. Fakat Hegelci felsefenin gerçek anlamı ve devrimci niteliği tam da burada yatar…” (Ludwig Feuerbach, Bölüm 1)
Marx’ın Hegelci felsefeden olduğu gibi aldığı ders budur. Yine Engels’i izleyelim:
“Burjuvazi pratikte büyük ölçekli sanayi, rekabet ve dünya pazarı ile bütün sağlam, köklü kurumları nasıl yerle bir ederse, bu diyalektik felsefe de, aynı şekilde bütün ‘mutlak nihai gerçek’ ve buna karşılık gelen ‘insanlığın mutlak nihai durumları’ kavramlarını yerle bir eder. Diyalektik felsefe açısından hiçbir şey nihai, mutlak, kutsal değildir. O, her şeyin geçici niteliğini ve her şeyin içindeki geçici niteliği gözler önüne serer; kesintisiz bir varoluş ve yok oluş, alçaktan yükseğe sonsuz yükseliş dışında hiçbir şey onun önünde duramaz. Diyalektik felsefenin kendisi de, bu sürecin düşünen beyindeki yansımasından başka bir şey değildir. Kuşkusuz onun tutucu bir yanı da vardır: Bilginin ve toplumun belirli evrelerinin yalnızca kendi dönemleri ve koşulları içinde geçerli olduğunu kabul eder, ama ancak o kadar. Bu genel bakış tarzının tutuculuğu görelidir, devrimci niteliği ise mutlaktır- kabul ettiği tek mutlak budur…” (Age)
Hegel’in kendisi elbette bu sonucu göremedi. O da, ilk kez kendisinin açığa çıkardığı Mutlak’ın, III. Friedrich Wilhelm’in Prusya devletinde somutlandığını gösterecek evrensel bir sistem kurma uğraşı içindeydi. Bir kez daha Engels’e kulak verelim:
“… Hegel’in öğretisi bir bütün olarak ele alındığında en farklı tarafların pratik görüşlerine oldukça geniş bir yer bırakıyordu. Dönemin teorik Almanya’sında her şeyin ötesinde pratik olan iki şey vardı: Din ve politika. Başlıca vurguyu Hegel’in sistemine yapanlar her iki alanda da alabildiğine tutucuydular; diyalektik yöntemi esas alanlar ise, gerek politikada gerek dinde en aşırı muhaliflerdi. (Age)
Marx, başından beri ikinci grubun, sol Hegelcilerin içinde yer aldı; bununla birlikte, onun idealist felsefeden kopuşu bir anda olmadı.
Marx’ın ilk özgün yapıtı olan 1841’de yazdığı doktora tezi, Hegel’in kendi yönteminin, Marx’ı, ustasının idealist yargılarından uzaklaştırdığını gösteriyordu. Tezinin başlığı “Demokritos ve Epikuros’un Doğa Felsefeleri arasındaki Fark” idi. Bu filozoflar, eski İyonyalıların atomcu olmayan materyalizmlerine veya Pisagor’un3 idealist atomculuğuna karşı materyalist atomculuğun kurucularıydılar. Marx onları tartışırken hâlâ Hegelci terimleri kullanmasına karşın, materyalizmin toplumsal ve politik etkilerini açığa çıkarmaya başlıyordu. Marx, Epikuros’u Demokritos’a yeğ tuttu, çünkü, Demokritos ona yalnızca, her şeyi atomlara ve boşluğa indirgeyen doğacı-materyalist bir filozof olarak görünüyordu; oysa Epikuros, bu atomcu felsefeyi birtakım değişikliklerle birlikte bir ahlâk ve politika teorisine temel yapmak istiyordu. Marx, kendi sözleriyle şu sonuca varıyor:
“Epikuros’da, atom bilimi, tüm çelişkileriyle birlikte, soyut tamlık biçimi altında mutlak bir ilke olan öz bilincin doğa bilimi olarak en yüksek sonucuna kadar götürülür ve tamamlanır; bu, onun çözülmesi ve Genel’e ilişkin bilinçli karşı konumudur. Demokritos’a göre, atom yalnızca görgül doğa araştırmasının tek genel nesnel ifadesidir. Böylece atom, onun açısından saf ve soyut bir kategori, deneyimin canlandırıcı ilkesi değil sonucu olan bir hipotez olarak kalır; dolayısıyla artık gerçek doğa araştırmasının sınırlarını belirlemeyeceği gibi gerçekleşme olanağı da bulamaz.” (Henry F. Mins, ‘Marx’ın Doktora Tezi’, Science and Society [Bilim ve Toplum], Kış 1948, New York, XII, Sayı 1, sf. 166)
Günümüz okurunun anlamakta güçlük çekeceği bir dille yazılmış olmasına karşın, Marx’ın tezi, yine de birçok derin gözlemi içermektedir. Bunlar arasında, saf doğa biliminin sınırlı, doyurucu olmayan niteliğinin ve Demokritos’un katı atomculuğuna bir değişim getiren Epikuros’un atomik sapma yasasının öneminin kavranması yer alır. Bununla birlikte tezinin içeriği kesinlikle akademik değildir. O, Epikuros’un görüşlerinin –özellikle devlet destekli dine karşı mücadelede– özgürleştirici rolünü ortaya koymayı amaçlıyordu. Son araştırmalar, Epikürcülüğün eski Yunan ve Roma’da son derece yıkıcı bir felsefe olarak görüldüğünü ve Stoacı filozofların çabalarıyla büyük ölçüde ortadan kaldırıldığını göstermektedir.
Marx, geleneklere bağlı bir filozof olsaydı eğer, bu parlak başlangıcın ardından, büyük olasılıkla kendini herhangi bir Alman üniversitesinde en seçkin Danışman Profesör olarak bulurdu. Fakat o, çağın olaylarından uzak kalamadı. Tezini henüz bitirmişti ki –bu tezi hiç yayınlamadı– diğer sol Hegelcilerle birlikte gazeteciliğe atıldı; liberal bir gazete olan Rheinische Zeitung’da (Ren Gazetesi) ilkin yazarlık, ardından 1842 yılından itibaren editörlük görevini üstlendi. Felsefe ile politika arasındaki bağı din eleştirisinin kurduğunu düşünüyordu; çünkü din Prusya devletine egemen olan toprak sahiplerinin dayanağı olması nedeniyle başlı başına politik bir sorundu. Marx sorunu şu şekilde ortaya koyuyordu:
“Cennet eleştirisi dünya eleştirisine, din eleştirisi hukuk eleştirisine, Tanrıbilim eleştirisi politika eleştirisine dönüşür.” (Marx-Engels Toplu Eserler’den çevrilmiştir, 1927, Cilt I, Bölüm I)
Marx’ı o dönemde düşünsel anlamda en çok etkileyen kişi Feuerbach’tı. Feuerbach kendi köşesine çekilmiş sessiz bir filozof olmasına karşın, Hıristiyanlığın özü (1841’de yayımlandı) adlı yapıtında, Hegel’in bile gösteremediği bir cesaretle tüm bir Hıristiyan dogmasına doğrudan doğruya, sözünü sakınmadan karşı çıkmıştı. Marx ve çevresi Feuerbach’ı incelediler, ondan esinlendiler ve hemen ondan çok daha ileriye gitme isteği duydular. Marx, 1843’te yayımladığı ilk ve en etkili denemelerinden biri olan Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nde bunu ortaya koyar:
“Almanya’yı ilgilendirdiği kadarıyla din eleştirisi pratik olarak tamamlanmıştır; ve din eleştirisi her türlü eleştirinin temelidir.
“Din eleştirisinin temeli şudur: Din insanı değil, insan dini yaratır. Din gerçekte, henüz kişiliğini bulamamış ya da bulup yitirmiş olan insanın öz bilinci ve kendine olan saygısıdır. Fakat ‘insan’ dünyanın dışına sürüklenen soyut bir varlık değildir. ‘İnsan’, insanın dünyası, devleti ve toplumudur. Bu devlet, bu toplum, tepetaklak olmuş bir dünya bilinci olarak dini üretti; çünkü kendileri de tepetaklak olmuş bir dünyadan başka bir şey değildirler. Din bu dünyanın genel teorisi, onun ansiklopedik özeti, onun popüler biçimdeki mantığı, manevi onuru, coşkusu, ahlaki yaptırımı, ağırbaşlı tefekkürü, genel avuntu ve mazeret kaynağıdır. İnsanoğlu gerçek bir varlığa sahip olmadığı sürece din insanın düşsel gerçekleşmesidir. Bu nedenle dine karşı mücadele, doğrudan doğruya ruhsal aroması din olan dünyaya karşı mücadeledir.
“Dinsel ıstırap, aynı anda hem gerçek ıstırabın dışa vurumu, hem de gerçek ıstıraba karşı bir başkaldırıdır. Din ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın duyarlılığı, ruhsuz koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.
“Halkın yanılsamalı mutluluğu olan dinin ortadan kaldırılması, onların gerçek mutlulukları için gerekli bir istemdir. Onların koşullarıyla ilgili yanılgılardan kurtulmaları istemi, yanılsamaları gerektiren yaşam koşullarından kurtulmaları istemidir. Bu nedenle dinin eleştirisi, potensiyel olarak, aylası din olan bu gözyaşları vadisinin4 eleştirisidir.” (Age)
Unutulmaz ‘halkın afyonu’ deyişinin ilk kez ortaya konduğu bu pasaj, günün gerici kilise yönetimlerine ağızlarının payını vermiştir.
J. D. Bernal
Marksizm ve Bilim
Evrensel Basım Yayın