KÖPEKSİLER (KYNIKOSLAR) VE KUŞKUCULAR (SKEPTIKOSLAR) – BERTRAND RUSSELL

Siyasal güç Makedonyalıların eline geçince, Grek filosofları, doğal olarak siyasetten kendilerini daha çok bireysel erdem ya da kurtuluşa verdiler. Artık, “İyi bir devlet adamı nasıl yaratılır?” diye soru sormuyorlar; bunun yerine “kötü bir dünyada kişi nasıl erdemli olabilir? Ya da acılarla dolu bir dünyada nasıl mutlu olabilir?” diyorlardı.

Zekâ bakımından ileri gelen kişilerin çağdaş toplumla ilişkisi, değişik çağlarda, biribirinden çok ayrı olmuştur. Kimi dönemlerde bu kişiler çevreleriyle büsbütün uyuşmuş; kuşkusuz, gerekli saydıkları reformları çevrelerine anlatmaya çalışmış, önerilerinin hoş karşılanacağı konusunda bir güven duymuş, reformdan geçmemiş bile olsa, içinde yaşadıkları dünyaya nefretle bakmamışlardır. Dönemler vardır, zekâ adamlarının, radikal değişmeleri kaçınılmaz görerek devrimci olduğu ve kısmen kendilerinin etkisiyle, o değişmelerin yakın bir gelecekte gerçekleşeceğini umduğu dönemler vardır. Zekâ adamlarının dünyadan umudunu kestiği dönemler. Gerekli olanı bildiklerini, onun ortaya çıkarılması konusunda hiçbir umut ışığının bulunmadığını düşünürler kişiler öyle zamanlarda. Bu psikolojik tutum, yeryüzündeki yaşantıyı kökünden bozuk sayan daha derin bir umutsuzluğa kolayca atlayıverir. Fakat, gelecek bir yaşantıda ya da gizemli (mystik) bir biçim değiştirmede iyinin bulunacağını umar.

Kimi çağlarda bütün bu tutumlar, aynı zamanda yaşıyan değişik kişilerce benimsenmiştir. Sözgelimi XIX. yüzyılın başlarını alalım ele. Goethe rahattır. Bentham reformcudur. Shelly, devrimci Leopardi’yi kötümser. Fakat dönemlerin çoğunda büyük yararlara bir görüş tonu egemen olur. Onlar Elizabeth düzeni ve XVIII. yüzyıl İngiltere’sinde rahattırlar. Fransa’da aşağı yukarı 1750’de devrimci olmuşlardır; Almanya’da 1813’ten beri ulusçudurlar.
V. yüzyıldan XV. yüzyıla değin süren kilise adamlarının egemenliğinde, kuramsal olarak inanılanla, güncel olarak duyulan arasındaki çatışma söz konusuydu. Kuramsal olarak bu dünya öbür dünya için acılar arasında gözyaşı dolu bir geçit, bir hazırlanmaydı. Fakat pratikte yazarlar hemen hemen tüm din adamı olduğundan, onların kilise erkinden sevinç duymamaları elde değildi. Böylelikle onlar, yararlı olduğuna inandıkları işlevlik türü için bol bol fırsat elde etmişlerdir. Sonuçta bu din adamı yazarlar, kendilerini yabancı bir dünyada sürgün sayan insanların değil, bir yönetici sınıfın anlayışına sahip oldular. Ortaçağ boyunca süren ve kilisenin öbür dünya inançlarına dayanmasına karşın, gündelik dünyada en önemli kurum olması olgusundan doğan acayip ikiliğin bir parçasıdır bu.

Hristiyanlığın öbür dünya için psikolojik hazırlanışı Hellenci çağda başlar ve kent-devlet’in kaybolmaya yüz tutmasıyla bağlantılıdır. Aristoteles’e değin Grek filosofları, şundan bundan yakınabilmişlerse de kökçe kozmik olarak umutsuz değillerdi, kendilerini siyasal açıdan yeteneksiz de saymazlardı. Zaman zaman, yeniden bir zümrenin adamı olabilirler; bu durumda, yenilgileri, bilgenin kaçınılmaz güçsüzlüğünden değil, çatışmanın şanslarından doğardı. Onlara göre, Pythagoras, Platon gibi, kimi psikolojik durumlarda dünyayı görüntü dünyası diye kınayarak gizemciliğe kaçanlar bile yönetici sınıfları aziz ve bilge durumuna getirmek için pratik planlar yapmışlardı. Siyasal güç Makedonyalıların eline geçince, Grek filosofları, doğal olarak siyasetten kendilerini daha çok bireysel erdem ya da kurtuluşa verdiler. Artık, “İyi bir devlet adamı nasıl yaratılır?” diye soru sormuyorlar; bunun yerine “kötü bir dünyada kişi nasıl erdemli olabilir? Ya da acılarla dolu bir dünyada nasıl mutlu olabilir?” diyorlardı. Değişmenin yalnızca bir aşama değişmesi olduğu doğrudur. İkinci türden sorular daha önce de sorulmuş ve daha sonraki sundurmacılar (stoikler) bir süre için yine siyasetle ilgilenmişlerdir. (O kez, ilgilendikleri, Yunanistan’ın değil, Roma’nın siyasetiydi.) Fakat az ya da çok, gerçekti değişme. Sundurmacılığın (stoikliğin) Roma dönemindeki sınırlı bir uzanıma sahip tutumu dışında; ciddi öğreticilerin ve duygu adamlarının görüşü gitgide öznel ve bireyci olmuş; sonunda Hristiyanlık, misyoner çabasını esinleyen, kiliseyi yaratan köklü bir ilkeye yer ayırmıştır. Kilise ortaya çıkana değin, filosofun bütün yüreğiyle bağlanacağı bir kurum; sonuçta, yasaya uygun güç sevgisinin kendini göstereceği bir yer yoktu. Bu nedenle Hellenci çağın filosofları insan olarak, kent-devletin henüz bağlılık esini verdiği, verebildiği zamanlarda yaşıyanlardan daha sınırlıydı. Düşünmemek elde olmadığı için, yine düşünüyor, düşüncelerinin, güncel dünyada meyve vereceğini pek ummuyorlardı.

KÖPEKSİLER
Alexandros zamanında dört felsefe okulu kurulmuştu. En ünlü ikisi sundurmacılarla (stoiklerle), Epikurosçular okulu, daha sonraki bölümlerin konusu olacak. Şimdi biz, köpeksilerle (kynikoslar) kuşkucuları (septikler) ele alacağız.
Köpeksiler okulu, Sokrates’in ardılı ve Platon’dan aşağı yukarı 20 yaş büyük olan Antisthenes’ten gelmedir. Asıl Diogenes’le yaygınlaşmıştır. Antisthenes, kimi bakımlardan Tolstoy’a benziyen dikkate değer bir kişiydi. Sokrates’in ölümünden sonrasına değin onun ardıllarınca kurulan soylular çevresinde yaşadı ve alışılmış kanıların yolundan ayrılma belirtisi göstermedi. Fakat, Atina’nın yenildiği mi desek, Sokrates’in ölümü mü, yoksa felsefi söz oyunlarına karşı hoşnutsuzluk mu, neyse, bir şey, yaşı da artık geçmiş olan Antisthenes’i, eskiden değer verdiklerini küçümsemeye, sade bir iyilikten başkasına sahip olmama kararına götürdü. İşçilerle ilintisi vardı, onlardan biri gibi giyinirdi. Eğitim görmemişlerin de anlayabileceği bir stille açık havada öğütler verirdi. Bütün özentili felsefenin değersiz olduğunu, bilinebilecek olanın basit kişilerce de bilinebileceğini söylerdi. “Doğaya dönüş”e inanmış ve bunu ileri uçlara vardırmıştı. Yönetim kadrosu, özel mülkiyet, evlilik ve kurumlaşmış din olmamalıydı. Kendisi olmasa da onu izleyenler köleliği kınadılar. Tam tamına bir çileci değildi Antisthenes. Fakat lüksü ve yapma duyusal zevklerin ardına düşülmesini kınadı. “Zevk almaktansa ölmeyi yeğlerim” sözleri onundur. (Benn, c.11, s. 4-5; Murray, Grek Dininin Beş Sahnesi, 113-114).

Antisthenes’in ününü, ardılı olan Diogenes bastırmıştır. “Euxinos ırmağı üzerindeki Sinop’tandı Diogenes. Antisthenes’in gözü tutmamıştı onu önceden. Paraların yüzünü değiştirdiği için tutuklanmış olan kötü ünlü bir sarrafın oğluydu. Antisthenes kovdu delikanlıyı. Fakat Diogenes aldırış etmedi. Antisthenes’ten sopayla dayak yedi, yine kımıldamadı. Bilgelik istiyordu. Antisthenes’in bunu verecek kişi olduğunu görmüştü. Yaşantıdaki amacı, babasının yaptığını yapmak, paranın yüzünü değiştirmekti. Fakat, çok daha geniş ölçüde. Dünyada geçerli paranın yüzünü değiştirecekti. Geleneksel olarak, vurulan her damga sahteydi. General olarak, kral olarak damgalananlarla; onur olarak, bilgelik olarak mutluluk, zenginlik olarak damgalanan şeyler hep, üzerinde yalan yanlış yazılar taşıyan aşağılık madenden yapılmıştı” (Murray, Grek dininin Beş Sahnesi, s. 117).
Diogenes bir köpek gibi yaşamaya karar verdi, böylece “kynikos” (köpeksi) adını aldı; dinde olsun, davranışta olsun, giyinmede, barınmada, yiyecek ve terbiyede olsun bütün geleneği reddetti. Bir fıçı içinde yaşadığı söylenirse de, Gilbert Murray, bunun yanlış olduğunu kesin bir anlatımla ileri sürer. Murray’a göre, onun içinde yaşadığı, ilkel zamanlarda cenazeler için kullanılan büyük bir toprak kaptı (Murray, aynı yapıt, s. 119). Hint yoksulu gibi dilenerek yaşıyordu. Yalnız insanlarla değil hayvanlarla da kardeş olduğunu ilan etti. Yaşantısında bile hakkında öyküler söylenmiş bir kişidir. Alexandros’un ona uğrayıp, “Dile benden ne dilersen” dediğini, Diogenes’in de, “Gölge etme, başka ihsan istemem” karşılı verdiğini herkes bilir.
Diogenes’in öğretisi hiç de bizim şimdi “köpeksi” adını verdiğimiz türden değil, bunun tam tersiydi. “Erdem” yönünde güçlü bir tutkusu vardı. Erdem karşısında dünya nesnelerine hiç de kulak aşmazdı. Arzudan elini ayağını çekmekte erdemi ve ahlaksal özgürlüğü aramıştı. Taliin sunduğu maddi nesnelere karşı ilgisiz kalmakla korkudan kurtuluş sağlanmış olurdu. Bu bakımdan, göreceğimiz gibi, öğretisi sundurmacılarca (stoikosçularca) benimsenmişti. Fakat sundurmacılar, uygarlığın sağladığı kolaylıkları reddetmek konusunda Diogenes’i izlemiş değildir. Diogenes, Prometheos’un, modern yaşantının yapmacık ve karmaşıklığını ortaya çıkaran sanatları getirdiği için gerçeği gördüğünü düşünmüştür haklı olarak. Bu bakımdan, o Taoculara, Rousseau ve Tolstoy’a benzer, fakat onlardan daha tutarlıdır. Aristoteles’in çağdaşı olmasına karşın, öğretisi, Hellenci çağa ilişkindir havası bakımından. Aristoteles, dünyaya sevinçle bakan son Grek filosofudur. Ondan sonra herkes, şu ya da bu biçimde bir el etek çekme felsefesi ileri sürmüştür. Dünya kötüdür, el çekmeli bağımsız olmalıyız ondan. Dış nesneler kalıcı değildir. Çabalarımızın ürünü değil, taliin vergisidirler. Yalnız, erdem ve dünyadan el çekmekle duyulan hoşnutluk türünden öznel şeyler kalıcıdır. Sonuçta, bilgi, bir kişinin değer vereceği, yalnız bu tür şeylerdir. Kişi olarak, enerji dolu adamdı Diogenes; fakat öğretisi, Hellenci çağdaki bütün öğretiler gibi, umutsuzluğun doğal çabayı yıktığı bıkkın kişilere sesleniyordu. Kesinlikle, sanatı, bilimi, devlet adamlığını ya da güçlü kötülüğe karşı protesto eylemi dışında, yararlı herhangi bir eylemi körüklemek için tasarlanmış bir öğreti değildi.

KÖPEKSİ ÖĞRETİ HALK ARASINDA
Köpeksi öğretinin, halk arasında yayıldığında ne kılığa girdiğini görmek ilginç. İ.Ö. III. yüzyılın ilk yarısında köpeksiler, özellikle Alexandria’da tutunmuşlardı. Maddi varlığa başvurmadan yaşamanın ne denli kolay olduğunu basit bir yiyeceğin nasıl mutluluk vereceğini, kışın ucuz giysilerle ısınmanın ne denli kolay (Mısır’da kolaydı bu), anayurda bağlılık duygusunun ve çocuğunu ya da dostunu yitiren kişinin ağlayıp sızlamasının ne denli aptalca olduğunu anlatan broşürler yayınladılar. Köpeksiliği halk arasında yayanlardan biri olan Teles “oğlum ya da karım öldü diye neden koyvereyim kendimi? Henüz yaşıyorum ben. Neden malıma göz kulak olmaktan vazgeçiyim?” der. (Hellenci Çağ, Cambridge, 1923, s. 84 v.ö). Bu noktada bütünüyle yalınlaşmış basit yaşantıya duygudaş olmak (sempati duymak) güçleşir. Kimin bu öğütlerden hoşlandığı merak edilebilir. Yoksulun acılarını düşsel saymak isteyen zenginler mi? Başarılı işadamlarını küçümsemeye çalışan yeni yoksullar mı? Başkasından aldıkları yardımın önemsizliği konusunda kendi kendilerini kandıran dalkavuklar mı? Zengin bir adama şöyle söyler Teles: “Sen bol bol veriyorsun, ben de çekinmeden alıyorum. Ne secdeye varıyorum, ne de alçaltıyorum kendimi. Aldığımla yetinmediğim için sızlanmıyorum da” (Hellenci Çağ, Cambridge, 1923, s. 86).
Güzel bir öğreti doğrusu. Halk arasındaki köpeksilik, bu dünyanın dişe dokunur nesnelerinden el etek çekmeyi öğütlememiş; yalnız onlara ilgisiz kalınmasını istemiştir. Para alıp verme durumunda borçlunun, alacaklıya karşı yükümlülüğe pek aldırış etmemesiyle sonuçlanabilirdi bu. “Köpeksi” sözcüğünün gündelik anlamını nasıl aldığı görülüyor.
Köpeksi öğretide iyi olan, sundurmacılığa (stoikosçuluğa) geçmiştir. Sundurmacılık bütünüyle daha eksiksiz ve daha derli toplu bir felsefedir.

KUŞKUCULUK
Bir okul öğretisi olarak kuşkuculuk, ilk kez Alexandros’un ordusunda bulunup onunla birlikte Hindistan’a değin giden Pyrrhon yönünden ortaya atılmıştır. Hindistan’a kadar gitmekle Pyrrhon yolculuktan hevesini almış olmalı. Çünkü, geri döndükten sonraki yaşantısını, doğduğu kent olan Elis’te geçirmiş ve İ.Ö. 275’te orada ölmüştür. Öğretisinde, eski kuşkuları dizgeleştirip biçimleme dışında yeni bir yoktur. Duyular konusundaki kuşkuculuk, Grek filosoflarının zihnini eski çağlardan beri kaplamıştır. Parmenides ve Platon gibi, algılamanın tanıtıcı değerini yadsıyan filosoflar, bu kuşkucuların dışındaydı. Onlar yadsımalarını, anlıksal bir dogmatizm fırsatı adına kullanmışlardır. Saçmacılar (Sophistes’ler) yani, Protagoras ve Gorgias, duyu algılamasının çift anlamlılığı ve görünür çelişmeleriyle Hume’unkine benziyen bir özneciliğe yöneldiler. Pyrrhon, duyularla ilgili kuşkuculuğa ahlaksal ve mantıksal kuşkuculuğu da eklemiş görünüyor. “Görünüyor” diyorum, çünkü, bilgece davranıp hiçbir yapıt yazmamış. Bir devinim yolunu, öbürüne yeğ tutmamız için hiçbir usçu (akılcı) neden bulunmadığını savunduğu anlaşılıyor. Pratikte bu, bir kişinin ne tür olursa olsun, içinde yaşadığı ülkenin alışkanlıklarına uyması gerektiği anlamına gelir. Modern bir kuşkucu, yani Pyrrhon’un ardılı, kendini esinlendiren bir inancı olmasa da pazar günleri kiliseye gidecek ve kurala uygun biçimde diz çökecektir. Eski kuşkucular bütün bir pagan dönemi törenlerini uygulamış, dahası, kimi kez rahip bile olmuşlardır. Kuşkuculukları, bu davranışın yanlış olduğunu kanıtlamanın olanaksızlığına inandırmıştı kendilerini. Kuşkucu felsefeden daha uzun ömürlü olan kuşkucu sağduyuysa davranışın yerindeliğini sağlamıştı.

SIKINTIYA PANZEHİR
Doğal olarak kuşkuculuk, felsefe düşüncesine sahip olmayan pek çok zihne seslenmiştir. Okulların ayrılığını ve anlaşmazlıklarındaki sertliğini gören pek çok kişi onların, gerçekte varılmaz olan bir bilgi elde ettikleri savında oldukları sonucuna vardı. Bilisiz bir kişinin ünlü bir bilgin ölçüsünde bilge olduğunu gösterdiği için kuşkuculuk; tembel adamın avuncuydu. Yapısı gereği kesinlikle doğru bir inancı gereksinen kişilere, bu öğreti doyurucu görünmiyebilir. Fakat, Hellenci çağın her öğretisi gibi o da kendisini sıkıntıya, üzüntüye bir panzehir olarak kabul ettirmiştir. Bütünüyle kesinlik dışıdır olan. Gelecek konusunda neden sıkıntıya düşmeli? Şimdiden de zevk alabilirsiniz: “Gelecek olan henüz belli değildir”. Bu nedenlerle halk arasında kuşkuculuk, hatırı sayılır bir başarı kazanmıştır.
Bir felsefe olarak kuşkuculuğun yalnızca kuşku değil, dogmatik kuşku olduğu görülecektir. Bilim adamı “şunun, şöyle şöyle olduğunu sanıyorum, fakat emin değilim” der. Merak dolu zekâsı olan bir kişiyse “onun nasıl olduğunu bilmiyorum, fakat benim yönümden ortaya konacağını umuyorum” biçiminde konuşur. Felsefi kuşkucu “hiç kimse bilmez, hiç kimse bilemez” kanısındadır. Sistemi saldırıya elverişli kılan, bu dogmatizmdir. Doğal olarak kuşkucular, bilginin olanaksızlığını dogmatik olarak ileri sürdüklerini hayırlarlar. Ancak hayırlamaları pek kandırıcı değildir (hayırlama: reddetme).

TİMON
Pyrrhon’un ardılı Timon, bununla birlikte, Grek mantığının görüş noktasından, karşılık vermenin çok güç olduğu ve zekâyla ilgili kimi kanıtlar ileri sürdü. Grekler yönünden tek kabul edilmiş mantık, tümdengelimseldi. Bütün tümdengelimse Eukleides gibi, apaçık sayılan genel ilkelerden başlamak zorundaydı. Timon bu tür ilkeler bulma olanağını kabul etmeli. Böylece her şey başka bir şeyin yardımıyla belgilenebilecek ve bütün kanıt ya dönel (circular), ya da bir hiçten sarkan bitimsiz bir zincir olacaktır. Her iki durumda da hiçbir şey saptanamaz. Görebildiğimiz denli, bu kanıt, ortaçağlara egemen olan Aristoteles felsefesini kökünden koparmıştır. Günümüzde, bütünüyle kuşkucu olmıyan kişilerce savunulan kimi kuşkuculuk biçimlerini, eski çağın kuşkucuları görememişlerdi. Onlar, görüntülerden kuşkulanmamışlar ya da kendi kanılarınca, yalnızca görüntülerle ilgili dolaysız bilgimizi dile getiren önermeleri kuşkulu bulmamışlardır. Timon’un yapıtlarından çoğu yok olmuştur. Elimizde bulunan iki parça bu noktayı açıklıyacaktır. Bunlardan biri “görüntünün tümüyle geçerli” olduğunu söyler. Öbüründese şunlar okunmaktadır: “Bal tatlıdır” demem. “Bal tatlı görünür”. “Balın tatlı olduğunu ileri sürmeyi hayırlıyorum. Onun tatlı göründüğünü bütünüyle evetlerim” derim. (Bunları; Edwyn Bevan, Sundurmacılar (Stoikoslar) ve Kuşkucular adlı yapıtına aktarmıştır, s. 126). Modern bir kuşkucu, görüntünün yalnızca göründüğüne, geçerli ya da geçersiz olmadığına işaret eder. Geçerli olan da geçersiz olan da bir anlatım olmalı. Hiçbir anlatım görüntüye, yanlışlığa elvermiyecek bir yakınlıkta bağlanamaz. Bu nedenle Timon, “bal tatlı görünür” anlatımının, mutlak olarak kesin değil, yalnız, yüksek aşamada belkili (muhtemel) olduğunu söyleyecektir.
Kimi bakımlardan modern kesinsizlik ilkesi Timon’un öğretisine çok benzer. Hiç gözlenmeyen şeyleri (sözgelimi atomları) geçerli olarak çıkarsamanın olanaksız olduğunu savunmuştu o. Fakat, iki görüntü sık sık birlikte gözlendiğinde biri öbüründen çıkarsanabilirdi.
Timon son yıllarını Atina’da geçirmiş ve orada ölmüştür (İ.Ö. 235). Ölümüyle Pyrrhon okulu, okul olarak kapanmış, fakat Pyrrhon’un öğretileri, az çok değişmiş Platoncu geleneği temsil eden Akademia yönünden benimsenmişti. Tuhaf görülebilir bu.

ARKESİLAOS
Böyle bir şaşırtıcı felsefe devrimi yapan adam, Timon’un çağdaşı ve ileri bir yaşla, aşağı yukarı İ.Ö. 240’ta ölen Arkesilaos’tu. Çok kişinin Platon’dan aldığı, duyulur üstü zekâyla anlaşılır bir dünyaya ve ölümsüz tinin ölümlü bedene üstünlüğüne olan inançtı. Fakat, Platon çok yanlıydı ve onun kimi bakımdan kuşkuculuğu öğrettiği düşünülebilirdi. Platon’un ağzıyla konuşan Sokrates hiçbir şey bilmediğini ileri sürer. Doğal olarak biz şaka sayıyoruz bunu. Fakat ciddi de sayabilirdik. Diyaloglardan çoğu hiçbir olumlu sonuca varmaz, okuyucuyu kuşkuda bırakmayı amaçlar. Kimi (sözgelimi Parmeneides’in ikinci yarısı) bir tartışmada her iki yanın usa aynı ölçüde yakın bir tarzda savunulabileceğini göstermekten başka bir amaca sahip değilmiş gibi görülebilir. Plaloncu diyalog bir araç olmaktan çok amaç biçiminde ele alınabilir. Bu durumda o, kuşkuculuğun eksiksiz bir savunmasını yüklenmiş olur. Arkesilaos’un, izleyicisi olduğunu açığa vurduğu kişiyi (Platon’u) bu yolda yorumladığı anlaşılıyor.
Eğer Arkesilaos’tan ders alan gençler, öğrendikleriyle felce uğramaktan sakınsalardı, öğretim dalında Arkesilaos’un övüleceği pek çok özellik bulunurdu. Arkesilaos hiçbir tez savunmaz, öğrencisinin ileri sürdüğü her tezi hayırlardı (reddederdi). Birbiri ardından iki çelişik önermenin savunmasına girdiği, her biri adına nasıl kandırıcı kanıt ileri sürüleceğini gösterdiği olur. Başkaldıracak ölçüde güçlü bir öğrenci, işin püf noktasını ve yanlışlardan nasıl sakınmak gerekeceğini öğrenmiş olabilirdi. Gerçekle hiçbiri, zekâ çabukluğu ve doğruluğa aldırmazlık dışında bir şey öğrenmiş görünmüyor. Arkesilaos’un etkisi, Akademia’nın aşağı yukarı 200 yıl kuşkucu kalmasına yol açacak ölçüde güçlüydü.

KARNEADES
Bu kuşkucu dönemin ortasında, eğlendirici bir olay çıktı ortaya. Arkesilaos’un, Akademia Başkanı olarak değerli bir ardılı sayılan Karneades, Atina’nın diplomatik bir görevle, İ.Ö. 156 yılında Roma’ya gönderdiği üç filosoftan biriydi. Karneades elçilik ciddiyetini, fırsatı kaçırma nedeni saymayıp, bir dizi konferans verdi Roma’da. Grek davranışlarını öykünmeye ve Grek kültürü edinmeye meraklı olan Roma gençleri onu dinlemeye geldi akın akın. Karneades’in birinci konuşması Aristoteles ve Platon’un adalet konusundaki görüşlerini yaymaktaydı ve bütünüyle yapıcıydı. Fakat ikinci konuşması, birincide söylediklerini çürütüyor, karşıt vargılar getirmiyor, her vargının çürük olduğunu gösteriyordu yalnız. Platon’un Sokrates’i, adaletsiz iş yapmanın, yapan için, o adaletsizliğe katlanandan daha kötü olduğunu ileri sürmüştü. İkinci konuşmasında Karneades, bu savı küçümseyerek işledi. Ona göre, büyük devletler, güçsüz komşularına karşı giriştikleri adalet dışı saldırılarla güç kazanmıştı. Roma’da görmezlikten gelinemezdi bu durum. Bir gemi batarken bir güçsüzün yaşamı pahasına kurtarabilirdiniz hayatınızı. Böyle yapmazsanız aptaldınız. “Önce kadınlar ve çocuklar” ilkesi Karneades’in görüşünde kişisel kurtuluşa yol açmıyor. Muzaffer bir düşmanın önünden yüz geri ederken atınızı yitirmiş olsanız ve yaralı bir arkadaşınızı at üstünde görseniz ne yapardınız? Usunuz (aklınız) başınızdaysa adalet ne buyurursa buyursun, arkadaşınızı al aşağı edip ata el koyardınız. Bu pek yapıcı olmayan kanıtlama adal (nominal) bir Platon ardılı için şaşırtıcıdır. Fakat, o zamanın (modern) Roma gençlerini hoşlandırmış görünüyor.

ÜNLÜ CATO
Kanıtlamadan hoşlanmayan bir kişi vardı: Roma’nın Kartha-hadatha’yı (Kartaca’yı) yenmesini sağlıyan, amansız, katı, aptalca kaba ahlak dizgesini simgeleyen yaşlı Cato. Gençlikten ihtiyarlığa değin, basit bir yaşantı sürmüş, sabahları erken kalkmış, ağır el işleriyle uğraşmış, yalnız basit yiyecekler yemiş, en ucuzundan giyinmişti. Devlete karşı kılı kırk yararcasına namusluydu, olanca rüşvet ve yağmadan bütünüyle kaçınırdı. Öbür Romalıların da kendi uyguladığı erdemleri uygulamasını istedi ve kötüyü suçlayıp kovuşturmanın, namuslu bir adamca yapılabilecek en iyi şey olduğunu iddia etti. Eski sıkı Roma alışkanlıklarının sertleştirmeye çalıştı yapabildiğince.
“Kişisel uygunluğu yönünden bir sonraki yıl Konsül yapılacak olan Manilius’u, karısını, gündüz ve kızının önünde aşırı sevgiyle öptüğü için Senato’dan kovmaya karar verdi. Bu davranışı için Manilius’u kınadı ve kendisinin eşi yönünden şimşekli, gök gürültülü havalar dışında hiç öpülmediğini söyledi” (North’un Plutarchos’u, Yaşantılar, Marcus Cato).
Erkte (İktidarda) olduğu zaman, bütün lüksü, şölenleri yasak etmişti. Karısına yalnız kendi çocuklarını değil, kölelerinin çocuklarını da emzirtti. Böylece, kölelerinin çocukları, aynı sütle beslendikleri için, kendi çocuklarını sevebileceklerdi. Köleleri çalışamayacak ölçüde yaşlanınca, acımaksızın satardı onları. Onların daima ya çalışmaları ya da uyumaları konusunda diretirdi. “Arkadaş olmalarına dayanamayacağı” için birbiriyle kavga etmelerini desteklerdi. Biri kabahat yapınca, öbür kölelerini çağırır ve onlardan, kabahatliyi ölüme mahkûm etmelerini ister; bu yargıyı, öbürlerinin gözleri önünde, kendi elleriyle yerine getirirdi.

CATO-KARNEADES
Cato’yla Karneades arasındaki karşıtlık eksiksizdi: Biri çok sıkı ve çok geleneksel olan ahlak dolayısıyla insafsız; öbürüyse çok gevşek ve Hellenci dünyanın toplumsal çözüşmesine pek fazla bulanmış bir ahlak dolayısıyla aşağılıktı.
“Cato, gençlerin Grekçe öğrenme girişimine ve bu dile gösterilen saygının artışına başlangıçtan karşıydı. Roma gençlerinin bilim ve güzel konuşmayı öğrenme yoluna düşüp, silahların onur ve görkemini unutacaklarından korkuyordu… Böylece bir gün Senato’da, Grek elçilerinin uzun süre Roma’da kalmalarını açıkça eleştirdi. Kurnaz kişilerdi elçiler, istediklerini kolayca yaptırabilirdi. Başka bakımdan olmasa da bu husus, onlar hakkında önlemler alınmasını gerektirirdi. İyisi mi, onları gerisin geri, Grek okullarına göndermeliydi. Varsınlar, öğreteceklerini orada öğretsinlerdi. Roma çocukları onlardan kurtulup, eskiden olduğu gibi yasalara ve Senato’ya baş eğmesini bilmeliydi. Karneades’e karşı bir kötülük duyduğu ya da düşündüğünden değil, genellikle felsefeyi sevmediğinden böyle konuşmuştu Senato’da” (North’un Plutarchos’u, Yaşantılar, Marcus Cato.)
Zeki Atinalılar, yasaları olmadığı için Cato’nun gözünde aşağılıktı. Kişilerin sığ söz karıştırmalarıyla (sophistlik) daha da alçalması, Atinalılar için önemli değildi. Ancak Romalı gençler, ahlakta kuralcı, emperyalist görüşlü insafsız ve duygusuz olmalıydı. Cato başarıya ulaşmadı yine de. Daha sonraki Romalılar onun kötü düşüncelerini sürdürmekle birlikte Karneades’in kötü düşüncelerini de benimsediler.

KLITOMACHOS
Akademia’nın Karneades’ten (aşağı yukarı 180-110) sonraki başkanı, gerçek adı Hasdrubal olan, Greklerle olan işlerinde kendine Klitomachos adını vermeyi yeğ tutan bir Kartha-hadatha’lıydı (Kartacalıydı). Kendini ders vermeye adıyan Karneades’e benzemeksizin, Klimotachos, Phoinike (Fenike) diliyle olan 400’den çok kitap yazmıştır. İlkelerinin Karneades’in ilkeleriyle aynı olduğu görülüyor. Kimi bakımlardan yararlıydı onlar. Bu iki kuşkucu, gittikçe daha da yayılan, geleceği gizli araçlarla önceden bildirme işlevliğine, büyü ve yıldızbilime inanışa karşı çıkmışlardı. Ayrıca, belkilik (ihtimallik) aşamalarıyla ilgili kurucu bir öğreti de geliştirmişlerdi. Kesinliği duyduğumuz konusunda hiçbir zaman haklı olamazsak da, kimi şeyler başka şeylerden daha çok doğruluğa yatkındır. Belkilik (ihtimallik) pratikte bizim önderimiz olacaktır. Olan aklı varsayımların en belkili olanına göre davranmaktır usçu (akılcı) olan. Modern filosoflardan çoğunun uyuşacağı görüştür bu. Üzüntüyle söyliyelim, onu öne süren kitaplar yitip gitmiştir ve kalan birtakım imleme ve göndermelerle öğretiyi yeniden kurmak güçtür.
Klitomachos’tan sonra, Akademeia kuşkucu olmaktan çıktı ve İ.Ö. 69’da ölen Antiochos zamanından başlayarak yüzyıllarca, öğretileri, sundurmacıların (stoikçilerin) öğretilerinden pratik olarak ayrılmaz durumda kaldı.

GİRİTLİ AENESIDEMOS
Bununla birlikte, ortadan kalkmadı kuşkuculuk. Belkilikle (muhtemelen) Greklerden 2000 yıl önce, içinde, kuşkucuların bulunduğunu bildiğimiz Knossos’tan gelen Giritli (Kreta’lı) Aenesidemos’la yeniden canlandı. Bu kuşkucular, hayvanlar hakimesinin tanrısallığı konusundaki kuşkularla düşük ahlaklı saraylıları eğlendirirlermiş. Aenesidemos’un yaşadığı tarih belli değil. Karneades yönünden savunulan belkilik (ihtimallik) öğretilerini aradan çıkarmış en eski kuşkuculuk biçimlerine dönmüş.
Etkisi çok büyük olan Aenesidemos’u satirist Lukianos (İ.S. II. yüzyıl) ve az sonra Sextos Empeirikos izlemiştir. Sextos Empeirikos, eski çağın yapıtları bize değin kalan tek kuşkucu filosofudur. Sözgelimi, Tanrı İnancına Karşı Kanıtlar adlı kısa deneme bunlar arasındadır. Bu denemeyi Edwyn Bevan Sonraki Grek Dini adlı yapıtına çevirerek almıştır (s. 52-56). Bevan’a göre bu denemeyi Sextos Empeirikos, Klitomachos kanalıyla, Karneades’ten almıştır.
Tanrı İnancına Karşı Kanıtlar, davranışta, kuşkucuların genel ilkelere uyduğunu dile getirerek başlar: “Biz kuşkucular, pratikte, alemin gittiği yoldan gideriz, dünyayla ilgili bir kanımız yoktur. Tanrılardan varmış gibi söz eder, onlara tapınız, ‘bizi kayıran, geleceğimizi hazırlıyan onlardır’ deriz. Bunları söylerken bir inancı dile getirmeyiz, dogmatikler gibi aceleci olmaktan sakınırız.”
Sextos Empeirikos, sonra, halkın, Tanrı’nın yapısı konusunda ayrıldığını söyler. Kimi onun cisimsel olduğunu, kimiyse olmadığını düşünür. İlgili hiçbir yaşantımız bulunmadığından yüklemlerini bilemediğimiz Tanrı’nın varlığı apaçık değildir. Dolayısıyla kanıtlamayı gerektirir. Denemede, böyle bir kanıtlamanın olanaklı olmadığını göstermek yolunda, oldukça karmaşık bir kanıt yer almaktadır. Empeirikos, daha sonra, kötülük sorununu işler ve sözlerini şöyle bitirir:
“Tanrı’nın varlığını kesinlikle ileri sürenler, dine saygısızlık etmekten kendilerini alamazlar. Tanrı’nın her şeyi denetlediğini söylerlerse, kötü işlerin yaratıcısı durumuna getirirler onu. Kimi işleri denetlediğini, ya da hiçbir işi denetlemediğini ileri sürerlerse, Tanrı’yı savsaklayıcı ya da yeteneksiz yapmaya zorlanırlar. Bu da küfürdür.”
Kuşkuculuk, her ne denli, İ.Ö. III. yüzyılın bilmem hangi yılına değin, kültürlü bireyleri kendisine çekmeyi sürdürmüşse de, çağın, gittikçe dogmatik dine ve kurtuluş öğretilerine dönen mizacına aykırıydı. Kuşkuculuk, kültürlü kişilerin, devlet dinlerinden hoşlanmamasına yol açtı. Ancak salt zekâ alanında bile devlet dinlerinin yerine herhangi olumlu bir şey getirmedi. Rönesanstan başlıyarak, tanrıbilimsel kuşkuculuğa, onu savunanların çoğunda, bilime karşı coşkun bir inanç ekledi. Eskiçağda böyle bir eklentisi yoktu kuşkunun. Eski dünya, kuşkucuların kanıtlarına karşılık vermeden onlara yüz çevirdi. Olympos tanrıları saygınlıklarını yitirdiğinden, Hristiyanlığın üstünlüğüne değin, boş inanların desteğini sağlamaya çalışan Doğu dinlerine kaldı alan.

Bertrand Russell
Batı Felsefesi Tarihi (İlkçağ)
Çeviren: Muammer Sencer

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz