“Sadece doğru sevilmeye değerdir” Aşkın (Cinsel Sevginin) Metafiziği – Arthur Schopenhauer

SchopenhauerHer gün en karmaşık ve en feci kavga dövüşleri körüklediği, en değerli ilişkileri bozduğu, en sağlam bağları koparttığı, kimileyin hayatı ya da sağlığı kimileyin de zenginliği, statü ve rütbeyi ve de mutluluğu kendine kurban seçtiği, hatta aslında merhametli ve dürüst olanları vicdansızlara o zamana kadar sadık olanları birer haine dönüştürdüğü; kısacası, bir bütün olarak, her şeyi tersine çevirmeye, karmakarışık etmeye ve yıkmaya çalışan kötü niyetli, düşmanca bir iblis olarak ortaya çıktığı bu gerçek dünyada da oynadığı önemli rolü incelersek, insan şöyle haykırmadan edemez: Bunca gürültü patırtı niye? Niye (bunca) itiş kakış, tepinme, korku, endişe ve dert? Sonuçta amaç, sadece her bir Mecnun’un kendi Leylası’nı bulması değil midir?

Siz bilgeler, yüksek ve derin bilgili
Sizler ki derin düşünür ve bilir misiniz
Nasıl, nerede ve ne zaman, çiftleştiğini her şeyin
Niçin sevişildiğini, öpüşüldüğünü?
Siz ulu bilgeler, yüzüme söyleyin!
Kafa patlatın bakalım, bana ne olduğuna
Nerede, nasıl ve ne zaman,
Niçin başıma geldiğine bunların, hadi kafa patlatın!

I
Ozanları ve yazarları, her şeyden önce, iki cins arasındaki sevgiyle uğraşan insanlar olarak görme alışkanlığı vardır. Kuralda bu konu bütün tiyatro eserlerinin, trajiklerin olduğu gibi güldürücü olanların, romantiklerin olduğu gibi klasiklerin, Hint dramları kadar Avrupa dramlarının da ana konusudur. Cins1er arası sevgi, dramın olduğu kadar lirik ve epik poesi’nin de en büyük bölümünü oluşturur. Bir de bunlara, Avrupa’nın bütün uygar ülkelerinde her yıl düzenli olarak mevsim meyveleri gibi, yüzyıllardan beri üretilen romanların o büyük yığınlarını eklediğimizi düşünün. Bütün bu eserler, içerikleri bakımından, söz konusu tutkunun çok yanlı, kısa ya da ayrıntılı betimlemelerinden başka bir şey değillerdir. Ayrıca bu tutkunun Romeo ve Juliyet. La Novelle Héloise, Werther gibi en başarılı anlatımları ölümsüz bir ün kazanmışlardır. Buna rağmen, Rochefoucauld, tutku halindeki sevginin (aşkın) durumunun haya-letlerinkine benzediğini, herkes ondan söz ederken kimsenin onu görmediğini, söylüyorsa ve Lichtenberg de “Aşkın kudreti üzerine” başlıklı makalesinde bu tutkunun gerçekliğini ve doğaya uygunluğunu reddedip onu inkâr ediyorsa bu büyük bir yanılgıdır. Çünkü insan doğasına yabancı ve bu doğayla çelişen bir şeyin, yani aslı astarı olmayan bir kuruntunun her dönemde dâhi y azarlarca bıkıp usanmadan canlandırılıp anlatılmış olması ve insanlıkça, hiç değişmeyen bir katılım ve ilgiyle karşılanması imkânsızdır; çünkü hakikat/ doğru olamadan güzel sanat olamaz:

Rien n’est beau gue le vrai; le vrai seul est aimable (Doğrudan başka hiçbir şey güzel değildir; sadece doğru sevilmeye değerdir.)
Gelgelelim, hani her günkü değilse bile, hayatın genel deneyimi, genelde sadece canlı, coşkun ama gene de dizginlenebilir bir eğilim -16olarak ortaya çıkan bir duygunun, belirli şartlar altında büyüyüp şiddet yönünden bütün ötekileri aşan bir tutkuya dönüşebildiği-ni ve ardından, kollaması gereken her şeyi bir yana bıraktığını, bütün engelleri inanılmaz bir güç ve inatla aştığını doğrulamaktadır; öyle ki onun tatmin edilmesi için hiç tereddüt etmeden hayat tehlikeye atılır ve hatta, bu tatmin ondan esirgenirse, ölüm göze alınır. Werther’ler ve Jacopo Ortis’ler sadece romanlarda yaşamazlar; Avrupa’da her yıl bunların en azından yarım düzine örneği ortaya çıkmaktadır: Sed ignotis perierunt mortibus illi. (Ne var ki, nasıl öldüklerim kimse bilmiyordu): Horaz, Serm., 1, 3,108; çünkü onların acılarını resmi protokol tutucularından ya da gazete habercilerinden başka kayda geçirecek bir resmi tarihçi yoktur. Ne var ki İngiliz ve Fransız gazetelerindeki polisiye haberlerinin okuyucuları, bilgilerimin doğruluğuna tanıklık edeceklerdir.
Aynı tutkunun tımarhaneye düşürdüklerinin sayısı bunlarınkinden daha da kabarıktır. Bütün bunların ötesinde her yıl, birbirini seven ama dış koşullar yüzünden engellenmiş çiftlerin birlikte intiharlarıyla sonuçlanan çeşitli vaka (bu gerçeği) ortaya koyacaktır; gelgelelim, karşılıklı sevgiden emin olup bu sevginin haz ve tadını yaşarken en yüce bahtiyarlığı da bulmayı umanların, (zorlayan dış koşullar karşısında) en aşırı adımları atıp bütün ilişkileri koparmak ve olabilecek her türlü sıkıntı, dert ve belaya katlanmak varken; hayatlarıyla birlikte, ondan öteye daha büyüğünün düşünülemeyeceği bir mutluluktan da vazgeçmeleri benim için hâlâ açıklanamazlığını koruyan bir soru oluşturuyor. İşte o tutkunun daha az şiddetli ve sadece bir nebze ortaya çıktığı yerde, yaşlı değilse, herkes onu her gün görür, çoğunluk yüreğinde yaşar.
Demek ki burada hatırlattıklarımızdan sonra, bu meselenin ne gerçekliğinden ne de öneminden kimse kuşku duyamaz ve bu nedenle, bütün yazar ve şairlerin bu vazgeçilmez, sürekli işledikleri konuyu bir kez de bir filozofun ele almasına hayret etmek yerine insan hayatında çoğunlukla böyle anlamlı ve önemli bir rol oynayan bu meselenin, filozoflarca bugüne kadar hemen hemen hiç dikkate alınmamış olmasına ve el atılmamış, işlenmemiş, ham bir malzeme olarak durmasına hayret edilmelidir.
Bu konuyla gene de en çok uğraşmış olan, özellikle Şölen’de ve Phaedrusda Platon’dur; gelgelelim bu konuda ortaya koyduğu düşünceler, mitler, fabel’ler ve şakalar alanıyla sınırlı kalmış; düşünür, büyük bölümüyle de Yunan Paderastie (oğlancılık) olgusunu işlemiştir. Rousseuau’nun Eşitsizlik Üzerine Konuşmamda (s. 96) bizim konumuzla ilgili söylediği çok az şey de, yanlış ve yetersizdir. Kant’ın, Güzellik ve Yücelik Duygusu Üzerine denemesinin üçüncü bölümünde (Rosenkranz baskısı s. 435’te) bu konuya yönelik tartışma, alabildiğine yüzeysel olduğu gibi nesnel bilgiden de yoksundur; bu nedenle de yer yer hatalıdır. Ve nihayet Platner’in Anthorpogi’e’sinde konuyu işleyişini herkes düz, yüzeysel ve kof bulacaktır.
Bunlara karşılık Spinoza’nın tanımı, aşın saflığıyla eğlendirci olmayı hak etmektedir: Amor est titillatio concomitante idea causae extemae (Aşk/sevgi, dış bir neden tasarımının eşlik ettiği bir ürpertici uyarımdır. (Ethi-ka, IV, 44, dem.) Bu durumda öncülerimden ne yararlanmak ne de onların düşüncelerini çürütmek zorundayım: Sorun kendisini bana nesnel olarak dayattı, kendiliğinden benim dünya görüşümün içine adım attı. Ayrıca en az alkışı, şu anda kendileri bu tutkunun hâkimiyeti altında bulunan ve bu nedenle de abartık duygularını en yüceltilmiş ve uçan, tensellikten uzak, dünyevi olmayan imajlarla dile getirmeye çalışanlardan beklemek durumundayım. (Bu konudaki) görüşlerim, aslında metafiziksel hatta transzendental (aşkın) olsa da, onlara fazlasıyla fiziksel, fazlasıyla maddesel görünecektir. Bu arada (âşıkların) bu gün kendilerini madrigaller ve sonatlar yazmaya yönlendiren bu büyüleyici konuya, on sekiz yaş daha büyük olmaları halinde, şöyle başlarını bile çevirip bakarlar mıydı diye bir an düşünmelerini isteyelim yeter.
Çünkü bütün aşklar, istedikleri kadar uçarı, tensellikten, dünyevilikten uzak, ayakları yerden kesik görünsünler, sadece cinsel dürtüde temellenirler: evet, hatta bu âşıklık hali, sadece daha yakından belirlenmiş, daha özelleşmiş, hatta sözcüğün en dar anlamıyla bireyselleşmiş cinsel dürtüdür. Bu görüşe sımsıkı sarılıp cinsel sevginin bütün o kademeleriyle ve ayrıntılarıyla, sadece tiyatrolarda ve romanlarda değil, aynı zamanda hayatta da; yani, yaşam sevgisinin yanı sıra, bütün itici güçlerin en güçlüsü ve faali olduğunu ispatlamış olduğu, insanlığın genç kesiminin enerji ve gücüyle birlikte düşüncelerinin yansını sürekli olarak meşgul ettiği, hemen her insan çabasının nihai amacı olduğu, en önemli meselelerde belirleyici etkiler yaptığı, en ciddi meşguliyetleri ve işleri her saat aksattığı, ara sıra en büyük kafaları bile bir süre için karıştırdığı, devlet adamlarının görüşmelerinin ve bilginlerin araştırmalarının arasına, bunları bozucu şekilde, ıvır zıvırını sokmayı aşk mektuplarını ve saç buklelerini ta bakanlık evrakının ve felsefi elyazmalarının arasına yerleştirmeyi arsızca becerdiği, aynı şekilde her gün en karmaşık ve en feci kavga dövüşleri körüklediği, en değerli ilişkileri bozduğu, en sağlam bağları koparttığı, kimileyin hayatı ya da sağlığı kimileyin de zenginliği, statü ve rütbeyi ve de mutluluğu kendine kurban seçtiği, hatta aslında merhametli ve dürüst olanları vicdansızlara o zamana kadar sadık olanları birer haine dönüştürdüğü; kısacası, bir bütün olarak, her şeyi tersine çevirmeye, karmakarışık etmeye ve yıkmaya çalışan kötü niyetli, düşmanca bir iblis olarak ortaya çıktığı bu gerçek dünyada da oynadığı önemli rolü incelersek, insan şöyle haykırmadan edemez: Bunca gürültü patırtı niye? Niye (bunca) itiş kakış, tepinme, korku, endişe ve dert? Sonuçta amaç, sadece her bir Mecnun’un kendi Leylası’nı bulması değil midir?
Böyle önemsiz bir ayrıntı niçin böylesine önemli bir rol oynasın ve iyi düzenlenmiş insan hayatının içine bitimsiz aksaklık ve kargaşa getirsin?
Gelgelelim ilk araştırmacıya yavaş yavaş da olsa hakikatin tini (ruhu) cevap verir: Burada söz konusu olan, önemsiz bir ayrıntı değildir: dahası, meselenin önemi, sürdürülen çabaların ciddiyetine ve gayretine tamamen denk düşmektedir. Bütün aşk oyunlarının (işlerinin) son amacı, bunlar ister alçak topuklu ayakkabılar ister yüksek topuklu sandaletler üzerinde oynansın, insan hayatındaki bütün öteki amaçlardan daha önemlidir; bu nedenle, herkesin onları sürdürürkenki büyük ciddiyeti, buna fazlasıyla değer. Anlayacağınız, böylece tayin edilecek olan, en azından, bir sonraki kuşağın yapısal nitelikleridir (bileşimidir). Bizler sahneden indikten sonra oraya çıkacak olan dramatis personae (sahne oyununun kişileri), bu hafifmeşrep, havai aşk oyunlarında varlıkları ve yapısal nitelikleri bakımından belirlenirler. O gelecekteki kişilerin varlığı, existentia’sı nasıl bizim cinsel dürtümüzle önceden tayin edilmişse, onların özü de, essentiaları da bu cinsel dürtünün tatmini için yapılan bireysel seçme ve ayıklamada, yani (karşı cinsi seçişimiz anlamındaki) cinsel sevgiyle tepeden tırnağa şartlanmış, itiraz edilemez, geri çevrilemez biçimde belirlenmiştir. İşte sorun’un anahtarı budur: Bu anahtarı, uygulamada daha yakından tanıyacağız; en uçucu eğilimden tutun da en şiddetli tutkuya kadar, âşık olmanın derecelerini nasıl arkamızda bıraktığımızı; bu arada cinsel sevginin farklılığının, bu seçme-ayıklamanın bireyselleşme derecesine bağlı olduğunu öğreneceğiz.
Günümüz kuşaklarının bütün aşk oyunları (serüvenleri) bir bütün olarak alındıklarında, bunlar, bu anahtara göre bütün insan soyunun ciddi meditatio compositionis generationis Juturae, e qua itenim pendent innu-merae generationes dir; (Kendisine gene sayısız kuşağın bağımlı olduğu gelecek kuşağın bileşimi konusundaki’ düşüncelerdir.) Meselenin bu çok büyük önemi, (burada) bütün öteki meselelerdekinin aksine, bireysel iyilik, mutluluk ve acıların değil de insan cinsinin gelecekteki varlığının ve kendine özgü yapısının (bileşiminin) söz konusu olması ve bu nedenle de tek tek bireylerin iradelerinin kendilerinde bulunmayan yükseltilmiş bir güç edinip tek’in, gücü yükseltilmiş iradesi, türün iradesi olarak ortaya çıkmalarından ileri gelmektedir; işte bu yan, aşk işlerinin patetik ve yüce yanının, bunların haz, zevk, ve acılarının transzendental’liğinin dayandığı ve yazar ve şairlerin yüzyıllardan beri sayısız örneklerle anlatıp canlandırmaktan yorulmadıkları yandır; (insan) türünün sadece iyiliğine ilişkin başka hiçbir konu, türün iyiliğini ve ıstırabına ilişkin bu konuyla ilginçlik bakımından bir tutulamayacağı için, bu konu ötekiler ile, cisim ile yüzeyi arasındaki ilişkiye benzer bir ilişki oluşturur. Bu nedenle, aşk serüveni içermeyen bir drama’ya merak duymak öylesine zordur ve öte yandan, her gün
didiklenmesine rağmen bu konu hiçbir zaman aşınmaz.
Bireysel bilinçte kendini sadece cinsel dürtü olarak ele veren ve öteki cinsin belli bir bireyine yönelmemiş olan şey; bu kendinde bir şeydir; fenomenlerin, görüşlerin dışında duran yaşama iradesidir/ mutlaka. Oysa belli bir bireye yönelmiş cinsel dürtü olarak bilinçte fenomenleşen (görünürleşen/ortaya çıkan şey), işte bu kendinde iradedir, enikonu belirlenmiş bir birey olarak yaşama isteği anlamındaki iradedir. Bu durumda, aslında sadece öznel bir ihtiyaç olan cinsel dürtü, çok akıllı bir tarzda nesnel bir hayranlık maskesini takmayı ve bu yoldan bilinci aldatmasını çok iyi bilir. Çünkü doğa kendi amaç ve hedefleri için bu savaş hilesine muhtaçtır. Ne var ki bu hayranlık istediği kadar nesnel ve kendisini yüce gösteren bir badananın arkasına saklansın, her âşık olma durumunda, belli bileşim niteliklerine sahip bir bireyin üretilmesinin amaç olarak kovalandığı, söz gelimi karşılıklı sevginin değil de, sahip olmanın, yani fiziksel haz ve zevkin asıl tayin edici yan olmasından bellidir. Bu yüzden de karşılıklı sevginin varlığından emin olma hali, bu hazzın eksildiğini hiçbir şekilde karşılayıp insanı avutamaz. Nitekim bu durumdaki birçok kişi kendini vurmuştur. Buna karşılık delice âşık olanlar, aşklarının karşılığını bulamasalar da, sahip olma imkânı sayesinde, fiziksel haz ve zevk duymakla yetinebilirler. Bütün zoraki evliliklerin yanı sıra, sık sık görüldüğü gibi, (erkeği) istememesine rağmen, bir kadı–23nın büyük armağanlarla ya da başka fedakârlıklarla satın alınan lütfü, hatta tecavüzler bunu kanıtlamaktadır. Burada tayin edici etmen, belli bir çocuğun dünyaya getirilmesi, taraflar bilincinde olmasalar da, bütün o aşk hikâyesinin gerçek amaç ve hedefidir: Bu amaç ve hedefe hangi yol ve tarzlardan ulaşılacağı işin önemsiz yanıdır.

Yüce ve duyarlı, ama asıl âşık ruhlar, görüşlerimin bu sağlam, sert gerçekçiliği karşısında istedikleri kadar yüksek sesle feryat etsinler; yanılmaktadırlar. Çünkü, bir sonraki kuşağın bireyselliklerinin enikonu belirlenmesi, onların aşırı abartık, uçarı duygularından ve tensellik ötesi, bir anda sönebilen çalkantılardan çok daha yüksek ve onurlu bir amaç değil mi? Evet, yeryüzündeki (dünyevi) amaçlar arasında bundan daha önemli ve büyük bir amaç bulunabilir mi? Bir tek bu amaç, tutku halindeki sevginin duyuluşun-daki derinliğe, ortaya çıkışındaki ciddiyete hatta kendi alanının yanı sıra, bahane ve vesilelerinin o sıradan ayrıntılarına atfettiği öneme karşılık gelebilir. İşte ancak bu amacı hakiki amaç yerine koyduğumuzda, sevilen nesnenin elde edilmesi uğruna katlanılan onca sonu gelmez zahmet ve dert, onca tatsız ayrıntı, onca zorluk, duruma denk düşen bir görünüm kazanabilirler. Çünkü bütün o bireysel belirlenmişliğiyle bu gelecek kuşak, onca itiş kakışın, onca çabanın aracılığıyla varolmaya doğru bastıran şeydir. Hatta bu kuşak, cinsel dürtünün tatminine yönelik daha aşk/sevgi denen o, titiz ve özenle belirlenmiş, inatçı, ısrarlı seçme ve ayıklama sırasında harekete geçer. İki sevenin birbirine gittikçe artan eğilimleri bile, bunların meydana getirebilecekleri ve getirmeyi arzu ettikleri bu yeni bireyin yaşama isteğidir (iradesidir); hatta daha onların özlem dolu bakışlarının buluşması esnasında bile bu bireyin yeni hayatı uyanır ve ahenkli, bileşimi iyi oluşturulmuş gelecekteki bir birey olarak varlığını duyurur. Sevenler gerçek bir birleşme ve kaynaşma yoluyla bundan böyle sadece bu tek varlık olarak yaşamayı sürdürmek için tek bir varlık olmanın özlemini duyarlar ve bu özlem, sonunda, içinde her ikisinin de kalıtımsal özelliklerinin kaynaştığı ve birleştiği o tek varlıkta yaşama devam etmeleriyle gerçekleşir. Bunun tersine, bir erkek ile bir kız arasındaki karşılıklı, kararlı ve değişmez inatçı isteksizlik, antipati, nefret ve soğukluk; bunların birlikte meydana getirebilecekleri şeyin, arızalı, fizyolojik yapısı kötü organize olmuş, kendi içinde uyumsuz, mutsuz bir varlıktan öte bir şey olamayacağının göstergesidir. Bu nedenle, Calderon’un o korkunç Semiramis’i hem Hava’nın kızı diye adlandırmasında hem de onu, kocanın öldürülmesinin ardından gelen tecavüzün kızı olarak tanıtmasında derin bir anlam yatmaktadır.

Son tahlilde iki ayrı cinsten insanı böylesine güç ve şiddetle, bir başkasına değil de birbirlerine yaklaştıran şey, burada varlığının kendi amaçlarına uygun düşen nesnelleşmelerinden (objektivasyonlanndan) birini, bu iki sevgilinin meydana getireceği bireyin varlığının içinde (onların bir araya gelmelerinden) önce gören, o bütün insan türü içinde kendini gösteren ‘yaşama iradesidir.’ Anlayacağınız bu birey, babasından iradeyi (isteği) ya da karakteri, annesinden zekâyı; beden yapısını ise bu ikisinden alacaktır. Ne var ki melez hayvanların üretiminde ortaya çıkan ve ceninin büyüklüğünün rahim büyüklüğüne uygun olması esasına ilişkin yasa gereğince, çoğunlukla, vücut biçimi babaya, boy uzunluğu daha çok anneye çekecektir; her insanın tamamen özel olan ve bir tek ona özgü bireyselliğini açıklamak ne kadar zorsa, birbirini seven iki insanın o çok özel ve bireysel tutkularını açıklamak da o kadar zordur; hatta derindeki tabanda her ikisi de bir ve aynı şeydir: Bireysellik, tutkuda daha önce dolaylı ve belirsizce dile gelmiş olanı, kesin ve apaçık ortaya koyar.

Yeni bir bireyin ilk ortaya çıkışı, yani hayatının hakiki punctum saliens (başlangıç noktası) olarak, gerçekten de anne babanın birbirlerini sevmeye başladıkları (“birbirlerini gözlerinde büyüttükleri an,” der çok yerinde bir İngiliz deyimi) anı göz önünde tutmak gerekir ve daha önce de söylediğimiz gibi, onların özlem dolu bakışlarının birbirininkiyle buluşmasında ve birbirine takılıp kalmasında yeni varlığın, bütün tohumlar gibi çoğu zaman ayaklar altında ezilen ilk tohumu doğar. Bu yeni birey, belli bir anlamda yeni (Platoncu) idea’dır: bütün idea’ların en büyük şiddetle fenomenleşmek, nesneler arasına girebilmek için nedensellik yasasının aralarında paylaştırdığı gerekli maddeyi hırsla ele geçirme çabalarında olduğu gibi, bu bir insan bireyselliğinin özel idea’sı da, en büyük hırs ve şiddetle fenomenin içinde kendi gerçekleşmesini sağlamaya çalışır. Bu hırs ve şiddet, geleceğin anne babasının tutkusundan başka bir şey değildir. Bu tutkunun sayısız dereceleri bulunmaktadır; bunlardan iki aşırısından biri Afrodite pandemos (tensel sevgi) ve ötekisi Urania (Tanrı aşkı) diye tanımlanabilir: Ancak özü gereği bu tutku her yerde aynıdır. Gelgelelim derecesi bakımından, ne kadar bireyselleşmişse; yani, sevilen birey, bütün yanları ve özellikleri sayesinde, sevenin arzusunu ve kendi bireyselliğince tayin edilmiş ihtiyacını karşılamaya ne kadar elverişliyse, bu tutku da o kadar yüksek ve kudretli olacaktır. Ancak burada neyin önemli olduğunu ileride daha iyi anlayacağız. Başlangıçta sevme eğilimi büyük ölçüde -28sağlığa, kuvvete ve güzelliğe, dolayısıyla da gençliğe bakarak kendine yön çizer. Çünkü irade en başta insan cinsinin türsellik karakterini bütün bireyselliklerinin temeli olarak göstermeyi ister: Gündelik (sıradan) sevgi, (Afrodite Pandemos) bundan pek fazla öteye gitmez. Bunlara, ilerde tek tek inceleyeceğimiz ve karşılarında tatmin imkânı gördükçe, kendileriyle birlikte tutkunun da arttığı daha özel talepler eklenir; ama işte bu tutkunun en yüksek dereceleri de, her iki bireyselliğin birbirine uygunluğundan: hani şu iradenin, -yani babanın karakterinin ve annenin zekâsının birleşmeleriyle, tam da türün bütünü içinde kendini gösteren- yaşama iradesinin o özlemini duyduğu, kendi büyüklüğüne uygun, bu nedenle de bir ölümlünün yüreğinin ölçülerini aşan, dolayısıyla da motifleri bireysel zekâ alanının dışında kalan bir bireyi gerçekleştirmelerine elverişli uygunluktan doğar. Demek ki bu, hakiki, büyük bir tutkunun ruhudur. Öyleyse iki bireyin önümüzde incelememiz gereken çok çeşitli yönlerden birbirine karşılıklı uygunlukları ne kadar kusursuzsa, karşılıklı tutkuları da o kadar büyük olacaktır. Ancak tamamen aynı, farksız iki birey olmadığına göre, her belli erkeğe belli bir kadının -daima meydana getirilecek olan (yeni bireyle) ilintili olarak- en uygun ve kusursuz şekilde karşılık gelmesi şarttır. Tıpkı bunların karşılaşmalarının rastlantısallığı gibi, asıl tutkulu sevgi de (aşk da) alabildiğine enderdir. Gene de böyle bir sevgi/aşk imkânı herkesin içinde
mevcut olduğundan, onun edebiyat yapıtlarında canlandırılmasını da okuyup anlayabiliyoruz.
Âşığın tutkusu, aslında meydana getirilecek olan (bireyin) ve onun özelliklerinin çevresinde dönüp dolaştığından ve tutkunun çekirdeği burada yattığından, iki genç ve iyi yetişmiş farklı cinsten insan arasında, inançlarının, düşüncelerinin, karakterlerinin ve ruhsal, zihinsel eğilimlerinin örtüşmesi durumunda, işin içine cinsel sevgi etkisi karışmaksızın da dostluk kurulmuş olabilir; hatta cinsel sevgi bakımından bunların aralarında belli bir isteksizlik, soğukluk, tiksinti bile bulunabilir. Bunun nedeni, onların meydana getireceği bir çocuğun bedensel ya da zihinsel düzlemde uyumsuz, ahenksiz özelliklere sahip olabilecek, kısacası, onun varoluşunun ve yapısal özelliklerinin, türün içinde kendi gösterdiği haliyle yaşama iradesinin amaçlarına uygun düşmeyecek oluşudur. Bunun tersi durumda, inançların, düşüncelerin, karakter ve ruhsal-zihinsel eğilimlerin ahenksizliği ve bunlardan türeyen isteksizlik, tiksinti, hatta düşmanlık durumunda, cinsel sevgi yine de ortaya çıkıp kalıcı olabilir; ama işte orada başka her şeyi görmeyi engelleyecek şekilde gözleri kamaştırır: Onları yanıltıp evlenmeye sürükler; bu durumda çok mutsuz bir evlilik olur bu.
Şimdi meseleyi enine boyuna incelemeye dönelim. ‘Bencillik’ bütün bireyselliklerin, kökü öylesine derinlerdeki bir özelliğidir ki, bireysel bir varlığın faaliyetinin tetiklenebilme sini açıklamak için, bencil amaçlar kesinlikle güvenilebileceğimiz biricik amaçlardır. Gerçi tür, bireyin üzerinde, ölümlü bireyselliğinkinden daha önce gelen, daha yakın ve daha büyük bir hakka sahiptir; ne var ki, bireyin, türün hayatta kalması ve niteliklerinin oluşturulup korunması için ne zaman faal olması ve hatta fedakârlık yapması gerektiği, kısacası bu meselenin önemi, onun sadece bireysel amaçları hesaba katan zekâsına, gerektiği gibi etkili olmasını sağlamaya yetecek kadar kavratılamaz; bu nedenle, böyle bir durumda doğa hedefine ulaşabilmek için ancak bireyin kafasına belli bir vehim, bir hezeyan ve kuruntu yerleştirir ve bunlar sayesinde hakikatte sadece tür için iyi olan bir şey ona, onun kendisi için iyiymiş gibi görünür; o da kendisine hizmet ettiğini vehmederken aslında türe hizmet eder. Bu olayların seyri sırasında, olup bitenin hemen ardından kaybolup gidecek olan bir hayal, bir kuruntu gözlerinin önünden gitmez ve motif olarak bir gerçeğin yerini tutar. Bu vehim, hezeyan ya da kuruntu içgüdüdür. Onu çoğu durumlarda türün -türü biçimlendiren şeyi iradeye gösteren-duyusu olarak görmek gerekir. Gelgelelim irade bu bağlamda bireyselleşmiş olduğu için, türün duyusunun ona sunduğu şeyi, bireyin duyusu üzerinden algılar; anlayacağınız, gerçekte sadece genel (sözcüğün asıl anlamında) hedefleri kovalarken kendi bireysel amaçlarının peşinden gittiği sanısına kapılır. İçgüdünün dış görünüşünü, onun en iyi ve en önemli rolü oynadığı hayvanlarda gözlemleriz; ancak onun iç seyrini, bütün iç şeyler gibi, sadece kendimize bakıp öğrenebiliriz. Gerçi insanın, yeni doğan bebeğin anne göğsünü bulup ona yapışmasının dışında bir içgüdüsü bulunmadığı düşünülür. Oysa gerçekte, çok belirli, belirgin, hatta karmaşık bir içgüdümüz vardır; anlayacağınız, öteki bireyi cinselliğin tatmini için öylesine hassas, ciddi, inat ve ısrarla seçip ayıklayışımızda kendini belli eden şeydir bu. Kendinde ele alındığında, yani bireyin acil, bastıran ihtiyacına dayanan tensel bir haz olarak görüldüğü ölçüde bu tatmin ile öteki bireyin güzelliği ya da çirkinliği arasında hiçbir alaka, nedensel bir bağ bulunmamaktadır.
Buna rağmen bunları dikkate alan o kılı kırk yaran seçme ayıklamayla birlikte güzellik ve çirkinliğe öylesine önem atfedilmesi besbelli ki o öyle sansa da, seçenin kendisi ile değil de hakiki amaçla, yani meydana getirilecek olan ve benliğinde türün tipinin olabildiğince katıksız ve doğru korunup sürdürülmesi istenilen yeni bireyle ilintilidir. Anlayacağınız, binlerce fiziksel rastlantı ve ahlaksal iğrençlik, sapkınlık üzerinden insan yapısının o çok çeşitli yoz biçimleri doğar: Buna rağmen, insanın sahici, gerçek tipi, bütün parçalarıyla durmadan yeniden üretilir; bu, cinsel dürtünün mutad olarak önünde duran ve onsuz bu dürtünün iğrenç bir ihtiyaç düzeyine düşeceği güzellik duyusunun yönlendiriciliği altında gerçekleşir. Buna göre, herkes, bir kere, en güzel bireyleri, yani, kendi varlıklarında türün karakterinin en saf ve ka–32tıksız damgasını taşıyanları kararlılıkla tercih ve şiddetle arzu edecektir; İkincisi ise, öteki bireyde özellikle kendisinin yoksun bulunduğu mükemmelliği ve kusursuzluğu arayacak, hatta kendisinin karşıtı olan kusurları ve yetersizlikleri onda güzel bulacaktır. Örneğin bu yüzden kısa boylu, ufak tefek erkekler uzun boylu, iri kadınlar ararlar; sarışınlar esmeleri severler.

Aşkın Metafiziği
Arthur Schopenhauer
Çeviri: Veysel Atayman

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz