Cinsel sevginin temelinde yatan ve dikkatimizi yönelttiğimiz (mutlak, genel) yanların ikinci düzleminde, psişik özelliklerle ilgili olanlar bulunmaktadır. Burada kadının, erkeğin babadan kalıtım yoluyla kendisine geçmiş olan yürek (gönül) ve karakter özelliklerinin çekimine sürekli olarak kapıldığını göreceğiz. Kadının kazanılmasında etkili olan başlıca özellikler, iradenin sağlamlığı, kararlılık ve cesaret, belki de ayrıca iyi yüreklilik ve dürüstlüktür. Buna karşılık erkeğin entelektüel fazlaları (avantajları) kadının üzerinde öyle doğrudan ve içgüdüyü etkileyecek zorlama ve güç uygulamazlar; çünkü bunlar babadan (çocuğa) geçebilecek olan özellikler değillerdir. (Erkekteki) akıl kıtlığı, kavrama yetisi yetersizliği, kadınlara zarar vermez: Tersine belki ağır basan zihinsel güç ya da hatta dâhi(lik), (erkekteki) bir anormallik olarak kadının üzerinde elverişsiz etki bile yapabilir.
Bu nedenle, sıklıkla, çirkin, budala ve kaba bir insanın (erkeğin), iyi yetişmiş, eğitimli, zihinsel yetenekli, akıllı ve sevimli bir adamı kadınlar karşısında saf dışı ettiğini görürüz. Hatta zaman zaman zihinsel, entelektüel bakımından alabildiğine farklı, uyumsuz varlıklar arasında bile aşk evlilikleri yapılır. Örneğin erkek, kaba, güçlü ve kifayetsiz: kadın hasas ruhlu, ince düşünen, eğitimli, iyi yetişmiş, estetik duygulu vb. olabilir; ya da hatta kadın dâhi ve bilgindir o ise bir kaz kafadır:
“Ve Venüs işi şöyle görür: Tam da birbirine uygun düşmeyeni, bedenen ve ruhen vurur aynı boyunduruğuna evliliğin ve güler tepine tepine buna.” ( Horatius, Carmine 1, 33, 10.)
Bunun nedeni bu bağlamda entelektüel yanlardan çok, farklı yanların göz önünde tutulmasıdır; yani içgüdünün özelliklerinin. Evlilikte hedef, entelektüel bakımdan eğlenmek değil, çocuk meydana getirmektir. Bu da yüreklerin bir ittifakıdır, kafaların değil. Kadınların, bir erkeğin aklına, kültürlülüğüne âşık olduklarını ileri sürmeleri, budalaca, gülünç -46bir iddiadır; ya da bu yozlaşmış bir varlığın fantezisinin, hayalinin ürünüdür. Erkeklerin içgüdüsel aşklarını ise kadının karakter özellikleri belirlemez; bundan ötürü bu kadar çok Sokrates kendi Ksantiphe’sını bulmuştur; Shakespeare, Albrecht Dürer, Byron vb. yi buna örnek verebiliriz. Ama elbette bu bağlamda anneden kalıtım yoluyla alındıkları için, entelektüel özellikler etkilidirler: Ne var ki bunların etkileri, bedensel güzelliğin etkisinin kolayca altında kalabilir; çünkü bu İkincisi ötekine göre çok daha önemli, asli noktalara yönelik olarak (seçimimize) doğrudan etkir. Bu etkiyi hissettikleri için ya da tecrübenin bu etki konusundaki öğrettiklerine bağlı olarak, anneler, kendi kızlarına, onları erkekler için çekici kılmak amacıyla, güzel sanatlar, diller vb. eğitimi yaptırırlar; böylece gerektiğinde kalçalara ve göğüslere yapay yollardan zekâ aracılığıyla destek vermek isterler. Şunu iyice belirtelim ki, burada her bakımdan bireyi tamamen dolaysız (etkisi altına alan), asıl aşkın biricik kaynağı olan içgüdüsel cazibeden söz edilmektedir. Anlayışlı, kültürlü bir kadının, bir adamda kavrama yetisine ve ruha (zekâya) değer vermesi; bir erkeğin, mantıklı düşünme sonucunda, eşinin karakterini tartıya vurup göz önüne alması, ona değer vermesi gibi durumların, burada söz konusu olan meseleyle bir alakaları bulunmamaktadır; böyle durumlar, evlilikte mantıklı bir seçimin dayanağını, açıklamasını oluştururlar; yoksa konumuz olan (içgüdünün hizmetindeki) tutkulu aşkı değil.
Buraya kadar sadece, dikkatin yöneltildiği herkes için geçerli olan mutlak yanları ele aldım; şimdi ise bireysel olan (bireyden bireye farklılık gösterebilen) nispi yanlara geliyorum; çünkü itici dereceden önemli bu özellikler, türün kendini kusurlu, hatalı yansıtan (temsil eden) tipini düzeltmek, (karşı cinsi) seçen kimsenin kendi kişiliğinde taşıya geldiği tipten sapmaları gidermek, böylelikle onları tipin katıksız temsili görevine yeniden yönlendirmek amacı taşımaktadırlar. Dolayısıyla, bu bağlamda herkes, karşısındakinde kendi yoksun olduğu yanları sever. Bu türden, mutlak değil de nispi yanlara yönelmiş değerlendirmeye dayalı bir seçme, o sadece mutlak olandan hareket eden seçmeden çok daha belirli, kararlı ve sadece tek, belli bir yana (onu temsil eden kişiye) yöneliktir. Bu nedenle, asıl tutkulu aşkın kökeni, kuralda, göz önüne alınan bu nispi yanlarda, sıradan, bildik eğilimin kökeni de mutlak olanlarda yatacaktır. İşte buna bağlı olarak büyük tutkuları ateşleye gelenler, özellikle normlara uygun, kusursuz güzellikler olmamışlardır. Böyle gerçek tutkulu bir eğilimin doğabilmesi için, ancak kimyasal bir metaforla ifade edilebilecek bir şeye ihtiyaç vardır: Her iki kişi de asit ile alkali metal gibi birbirlerini nötralize edip nötr tuza dönüştürmelidirler. Bunun için gerekli ana koşullar aşağıdakilerdir:
Birincisi: Bütün cinsellik tekyanlılıktır. Bu tekyanlılık (o bireye özgü cinsel özellikler) onları temsil eden bireyde en kararlı ifadesini bulmuştur: Bu nedenle, bu tekyanlılık, her bireyde, karşı cinslerin tek’leri olarak, karşılıklı olarak daha iyi tamamlanır ve nötrleştirilebilir; bunun gerçekleşmesinde, (taraflardan her biri) yeni üretilecek ve her şeyin onun vasıflarına bağlı olduğu bireyde insanlık tipinin tamamlanabilmesi için kendininkinin tam karıştı bireysel tekyanlılıklara muhtaçtır. Fizyologlar erkekliğin ve dişiliğin sayısız düzlemlere (derecelere) elverişli olduğunu bilirler; bu düzlemlerde, erkeklik, o tiksindirici gynader (çift cinsel organlı) ve hypospadilaeus (idrar kanalı yarılması sonucu bozukluk) düzlemine kadar inebilir; dişilik, zarif androjene, (nötr cinsiyete) kadar yükselebilir, her iki yan da kusursuz hermafrodite (çift-cinsliğe) ulaşabilir; bu, iki cinsin tam ortasında kalmış, iki cinsten hiçbirine ait sayılmayan, dolayısıyla da üremeyi gerçekleştirme yeteneğinden yoksun bireylerin bulunduğu düzlemdir. Konumuz olan, iki bireyselliğin birbirlerini karşılıklı nötrleştirmeleri zorunluğu, karşılıklı tekyanlılıkların birbirilerini aşmaları için, erkeğin erkekliğinin belli bir düzleminin kadının dişiliğinin belli bir düzlemine tekabül etmesini gerektirir. Bu gerekliliğe göre, en erkeksi adam en dişi kadını arayacaktır ve de, vice varsa;’ dolayısıyla da her birey, cinsellik düzeyi kendisine uygun olan bireye yönelecektir. Bu ikisi arasında bu gerekli te-kabüliyetin gerçekleşmiş olduğu onlarca içgüdüsel yoldan sezilir ve bu içgüdsel sezgi, dikkate alınan öteki nispi yanlarla birlikte, âşıklığın en yüksek derecelerinin temelinde yer alır. Bu nedenle, âşıklar ruhlarının ahen-ginden çoşku ve heyecanla söz ederlerken, aslında çoğunlukla, burada kanıtladığımız gibi, gerek o üretilecek (meydana getirilmek zorunda olan) varlık gerekse de onun kusursuzluğunu sağlayacak uyum, meselenin çekirdeğini oluşturmaktadır ve işin bu yanı, besbelli ki, çoğu kez evlendikten kısa süre sonra birlikteliğin şiddetli bir uyumsuzluğa dönüşmesiyle dağılan ruhsal beraberlikten çok daha önemlidir. İşte taraflardan her birinin kendi zaaflarının, tipten sapmalarının ve eksikliklerinin meydana getirilecek çocukta da sürüp gitmemesi, hatta enikonu anormalliklerin ortaya çıkmaması için bunları ötekinin üzerinden aşma çabalarında dikkate aldıkları (kişiden kişiye değişebilen) nispi yanlar bunlardır. Bir erkek kas gücü bakımından ne kadar zayıfsa, o oranda bu yönleri güçlü kadınlar arayacaktır. Aynı şeyi kadın da yapacaktır. Ama zaten kuralda kadınlar kas gücü bakımından erkekten her zaman daha zayıf olduğu için, genellikle hep güçlü kuvvetli erkekleri tercih edeceklerdir. Dikkate alınan bir başka yan da irilik, uzun boyluluktur. Kısa boylu, ufak tefek erkekler uzun boylu kadınlara büyük bir eğilim duyarlar; bunun tersi de geçerlidir: Ufak tefek, kısa boylu bir erkek, iri, uzun bir babanın oğluysa ve sırf annesinin soyaçekimi etkisiyle kısa kalmışsa, onun iri, uzun kadınlara düşkünlüğü tutku derecesine varacaktır; çünkü babasından kan dolaşım sistemini ve bu sistemin büyük -50bir vücudu kanla besleyebilecek enerjisini almıştır: Buna karşılık erkeğin babası ve büyükbabası ufak tefek, kısa boylu kimselerse, bu eğilim kendini çok az duyuracaktır.
İri, uzun bir kadının iri, uzun erkeklerden hoşlanmamasının temelinde, doğanın çok iri kıyım bir ırkın ortaya çıkmasından kaçınma kaygısı yatar; bu ırk, kadından alacağı güçlerle öyle uzun süre yaşayamayacak kadar zayıf düşebilecektir. Böyle bir kadın gene de hani toplumun içinde daha iyi ‘boy gösterebilmek’ için iri bir koca seçecek olursa, kuralda, çocuklar bu çılgınlığın bedelini ödemekten kurtulamayacaklardır.
Öteye yandan saç ve ten rengini değerlendirici dikkat de çok belirgindir. Sarışınlar hemen hemen sadece esmer ya da kumral olanları talep ederlerken; berikiler sarışınları çok az talep ederler; bunun nedeni sarı saçın ve mavi gözün tıpkı beyaz fareler ve en azından kır atlar gibi, atipik bir tür örneği, hatta neredeyse bir anormallik oluşturmasıdır. Bunlar dünyanın hiçbir yerinde, hatta kutupların yakınında bile yerli halk olarak görülmezler; sadece Avrupa’da (yerli olarak) vardırlar; o da, belki buraya İskandinavya’dan çıkıp gelmişlerdir. Ayrıca yeri gelmişken insanın beyaz ten renginin de doğal olmayıp, (bunların başlangıçta) doğal olarak siyah ya da Hintli atalarımız gibi esmer tenli olduklarını, dolayısıyla da bugüne kadar hiçbir beyaz insanın kökeninin doğrudan doğanın bağrından gelmediğini ve beyaz ırktan istendiği kadar söz edilsin, aslında beyaz ırk diye bir şeyin bulunmadığını ve her beyaz insanın, rengi atmış, solmuş bir insan olduğunu düşündüğümü de belirtmek isterim. Bundan yaklaşık dört yüzyıl kadar önce göçle gelmiş bir Hint ırkı olan Çingeneler, Hintlilerin ten ve saç renginden bizim ten ve saç rengine geçişi göstermektedirler. Bu nedenle doğa, cinsel sevgi aracılığıyla bu ilk tipe, esmer saça ve kahverengi gözlere dönmek için çabalar durur: Tenin beyaz rengi bizim ikinci doğamız olmuştur.
Her birey, bedeninin her bir parçasında ve uzvunda eksikliklerinin, zaaflarının ve sapmalarının karşı cins üzerinden düzeltilmesi hedefini kovalar; üstelik söz konusu parça ne kadar önemliyse, bu arayış da o kadar kararlı ve ısrarlı olacaktır. Bu nedenle basık burunlu bireyler, kemerli burunlardan ve papağan suratlılardan fazlasıyla hoşlanırlar: Dikkate alınacak bütün öteki parçalar için de aynı durum geçerlidir. Fazlasıyla uzun boylu, ince vücutlara ve uzuvlara sahip insanlar, haddinden fazla basık ve kısa olanları güzel bulabilirler. Mizaç ve heyecan duyguları konusunda değerlendirilecek yanlarda bu özellikleri gösterirler: Herkes kendi karşıtını tercih edecektir; ama elbette kendi mizacı kararlı ve kesin bir mizaçsa. Dikkate değer herhangi bir yan konusunda kendisi çok kusursuz olan biri, gerçi bu yanla ilişkin olarak bunun tersini, kusurluluğu, eksikliği aramayacak ve sevmeyecektir, ama bu kusurlarla, başkalarına göre daha kolay bağdaşıp uzlaşacaktır; çünkü bu beden parçalarının söz konusu olduğu yerde, çocukları büyük kusurlardan kendisi koruyup güvence altına almaktadır. Örneğin kendisi beyaz olan birisi, soluk bir yüz rengi karşısında itilmeyecektir, ama yüz rengi soluk, sarımsı olan, göz kamaştıracak bir beyazlığı, tanrısal güzellikte bulacaktır. Bir erkeğin alabildiğine çirkin birine âşık olması gibi ender durum, yukarıda açıkladığımız cinsellik derecesinin (düzlemlerinin) tam uyumu durumunda, kadının bütün anormalliklerinin, erkeğinkinin tam tersi yönde, yani kendininkilerin düzeltilmesi işlevini taşıdığında ortaya çıkar. Bu durumda âşıklık halinin, çok üst derecelere ulaşma eğilimi vardır. Kadının vücudunun her bir parçasını sınar-casına incelememizdeki büyük ciddiyet ve onun da aynı şeyi yapması; hoşumuza gitmeye başlamış bir kadını süzüşümüzdeki eleştirel kuşku; seçişimizdeki inat ve ısrarlarımız; damadın gelini incelerken gösterdiği gergin dikkat; berikinin vücudun hiçbir parçası konusunda aldanmamak için ortaya koyduğu özen ve gayret; karşısındakinin önemli her bir beden parçasının fazlalarına ve eksikliklerine verdiği değer; bütün bunlar amaç ve hedefin önemine tamamen uygundurlar. Çünkü yeni dünyaya getirilecek olan (varlık), bütün bir ömür boyu, bu parçalardan herhangi birine benzer bir parça taşıyacaktır; Örneğin kadın biraz eğri büğrüyse, bu özellik evladının sırtına kolayca bir kambur yükleyebilir ve bu, bütün öteki parçalar ve özellikler için de geçerlidir. Ne var ki bütün bunların (gerisinde ne olup bittiğine) ilişkin bilinçten yoksunuz-dur; genelde herkes sadece kendi zevkine göre, gönlünce (hani aslında bu seçimlere katılmış olması imkânsız zevkince) o zor seçimi yaptığını sanır. Oysa o, bu seçimi, sadece kendi vücut yapısının ve organizasyonunun koşullarına bağlı olarak, tipi olabildiğince katıksız koruma biçimindeki gizli göreve şartlanmış olan türün çıkarlarına nasıl uygunsa tam da öyle davranmıştır. Birey burada, bilmeden, yüksek bir şeyin, türün görevlendirmesi doğrultusunda hareket etmektedir: Bu nedenle, aslında umursamayabileceği hatta umursamamak, kendilerine kayıtsız kalmak zorunda olduğu şeylere böylesine değer verir. Birbirini ilk kez gören farklı cinsten iki genç insanın birbirlerini süzüşlerindeki o büyük, derin bilinçdışı ciddiyette; birbirlerine yönelttikleri araştırıp inceleyen, içlere nüfuz eden bakışlarında, karşılıklı olarak kişiliklerinin her bir parçasının ve bütün yanlarının maruz kaldığı gözden geçirmelerde, tamamen kendine özgü, özel bir yan bulunmaktadır. Anlayacağınız bu araştırıcı inceleme ve yoklamalar türün genius’unun (üreticisinin, koruyucu ruhunun, dehasının, vb.) bu iki kişinin bir-leşmeleriyle meydana gelmesi mümkün birey ve onun yapısal özellikleri üzerine derin derin düşünmesi anlamına gelmektedir. Genius’un derin düşünmelerinin sonucuna göre bu ikisinin birbirlerinden hoşlanma ve birbirlerini arzu etme dereceleri belli olacaktır. Bu hoşlanma ve arzu etme durumu, belli bir düzleme ulaştıktan sonra, daha önce göze çarpmamış olan bir şeyin birdenbire keşfiyle aniden sönüp gidebilir. Demek ki türün genius’u, çocuk üretme yeteneği taşıyan herkes üzerinde, gelecek cinsle (soyla) bağlantılı olarak bu şekilde derin düşünceler yürütür. Bu gelecek cinsin (kuşağın) yapısal nitelikleri, vasıfları, cupido’nun (Eros’un), hiç ara vermeksizin üzerinde çalıştığı, spekülasyonlar yaparak ve derin düşüncelere dalarak uğraştığı şeydir. Türü ve türün gelecekteki bütün soylarını ilgilendiren bu büyük işin önemine karşılık bireylerin işi, bütün olarak o geçici, kısa erimli haliyle, devede kulaktır: Bu nedenle cupido, hiçbir şeye aldırış etmeden, saygısızca, bireysel çaba ve ilişkileri kendine kurban ettirmeye hazırdır. Çünkü bunlarla ilişkisi, bir ölümsüzün ölümlü ile ilişkisi ve kendi çıkar ve ilgileri ile bireyinkiler arasındaki ilişki de sonsuz ile sonlunun ilişkisi gibidir. Sonunda sadece birey e iyilik ve acılar getiren işlerden çok daha yüceleriyle uğraştığının bilincinde olarak cupido (eros) bu işleri, savaşların yeri göğü yıkan gürültüsünde ya da iş hayatının göbeğinde; bir vebanın (salgının) dehşet ortamının kargaşasında sürdürür, bunların peşini manastırın tecrit edilmiş, yalnız dünyasına kadar bırakmaz.
Arthur Schopenhauer
Aşkın (Cinsel Sevginin) Metafiziği