“Çok insan kafaları olmadığı için kafayı bozmuyor” Aşkın Metafiziği – Arthur Schopenhauer

SchopenhauerAşka dayalı evlilikler, bireyin değil türün çıkarları uğruna gerçekleşirler. Gerçi taraflar kendi mutluluklarını arttırdıklarını sanırlar Oysa gerçek amaçları, kendilerine yabancı bir amaçtır; bu amaç, sadece onların dünyaya getirmesi mümkün olan bir bireyi meydana getirmektir. Bu amaçla bir araya getirilen sevgililerin bundan böyle, ellerinden geldiği sürece geçinmeye çalışmaları gerekir.
Ne var ki bu birliktelik, o tutku halini alınış sevginin özü olan içgüdünün hizmetindeki vehim ve sanı üzerinden bir araya getirilmiş çift, çoğu zaman başka özellikleriyle olabilecek en uyumsuz vasıflan, yapısal özellikleri taşıyacaklardır. İşte bu uyumsuzluklar, zaten zorunlu olduğu için, onları bir araya getiren kuruntu ortadan kalkınca su yüzüne çıkarlar. Bu nedenle de aşk üzerine kurulmuş evlilikler kuralda mutsuzluklarla sonuçlanırlar…

Tutku, sadece tür için değer taşıyan şeyi birey için de değerliymiş gibi gösterip onu kandıran bir vehme, bir kuruntuya dayanmış olduğu için, türün amacına ulaşmasının ardından, yanılsamanın ortadan kalkması şarttır. Bireyi eline geçirmiş olan türün ruhu, artık onu tekrar serbest bırakır. Tür ruhunun terk ettiği birey önceki (türe göre) sınırlı, yoksul haline geri döner ve öylesine büyük, yiğitçe ve sonsuz çabaların ardından, kendi hazzının payına, her cinsel tatminin ardından kalandan fazlasının düşmediğini şaşkınlık içinde görür. Umduğunun aksine, daha önce olduğundan daha fazla mutlu olmadığını, türün iradesinin aldattığı kimse olduğunu fark eder. Bu nedenle, kuralda mutlu bir Thesus, Ariadne’sini terk edecektir. Petrarka’nın tutkusu tatmin edilseydi; o andan itibaren, tıpkı yumurta bıraktıktan sonraki kuş gibi, şarkısı susacaktı.

Bu arada, şunu da belirtelim ki, benim aşk metafiziğim özellikle bu tutkuya kendilerini kaptırmış olanların istediği kadar hoşlarına gitmese ve akla dayalı bu incelemelere karşı hani ellerinden bir şey gelse de, benim ortaya çıkardığım bu hakikat, başka her şeyden önce, insanları bu tutkuyu alt edebilme bakımından yetkinleştirecektir. (karşı çıkma girişimleri konusunda) eski oyuncuların şu özdeyişi geçerli olacaktır: Ques res in se que consilium, neque modum hahet ullum, eam consilio regere non potes. (Ne mantığı ne de ölçüsü olan şeyi, akıl ile yönlendiremezsin: Terez, Eunuchus, V. 57-58)

Aşka dayalı evlilikler, bireyin değil türün çıkarları uğruna gerçekleşirler. Gerçi taraflar kendi mutluluklarını arttırdıklarını sanırlar Oysa gerçek amaçları, kendilerine yabancı bir amaçtır; bu amaç, sadece onların dünyaya getirmesi mümkün olan bir bireyi meydana getirmektir. Bu amaçla bir araya getirilen sevgililerin bundan böyle, ellerinden geldiği sürece geçinmeye çalışmaları gerekir.
Ne var ki bu birliktelik, o tutku halini alınış sevginin özü olan içgüdünün hizmetindeki vehim ve sanı üzerinden bir araya getirilmiş çift, çoğu zaman başka özellikleriyle olabilecek en uyumsuz vasıflan, yapısal özellikleri taşıyacaklardır. İşte bu uyumsuzluklar, zaten zorunlu olduğu için, onları bir araya getiren kuruntu ortadan kalkınca su yüzüne çıkarlar. Bu nedenle de aşk üzerine kurulmuş evlilikler kuralda mutsuzluklarla sonuçlanırlar: Çünkü onların sayesinde, gelecek kuşaklar, şimdikilerin pahasına özen görür, korunup bakılırlar. Quien se casa por amores, ha de vivir con dolores (Aşk nedeniyle evlenen, acılar çekerek yaşamak zorundadır.) der bir İspanyol atasözü. Anne babaların seçimiyle yapılan, rahat bir hayat için gerekli bağdaşırlıkları göz önünde tutan evlilikler, aşk evliliklerinin tersine bir durum gösterirler. Böyle bir evliliğin temelini oluştururken dikkate alınmış, değerlendirilmiş yanlar, ne türden olurlarsa olsunlar, en azından kendiliğinden ortadan kaybolamayacak gerçek, (vehmin, kuruntunun ürünü olmayan) yanlardır. Evlilikte dikkate alınmış bu yanlar sayesinde (iradenin ve türün amaçlarına aykırı olarak) şimdi de yaşayanların mutluluğu, ama elbette gelecektekilerin pahasına sağlanır; ne var ki bu mutluluk gene de sorunlu bir mutluluk olarak kalır. Evlenirken (iradenin içine yerleştirdiği) eğilimin tatminini göz önünde tutmak yerine, parayı dikkate almış erkek, türden çok, bireyin içinde yaşamaktadır; bu da doğruya tam karşı bu durumdur; bu nedenle de doğaya aykırı bir görünüm sunar ve belli bir küçümsenmeye, aşağılanmaya yol açar. Anne babasının tavsiyelerine ve öğütlerine kulak asmayarak zengince ve pek yaşlı olmayan bir erkeğin teklifini, bütün o rahatlık getirecek yanlara aldırış etmeden sadece içgüdüsel eğilimine göre seçimini yaparak geri çeviren bir kız, bireysel iyiliğini ve mutluluğunu türün uğruna feda etmektedir. İşte tam da bu nedenle belirli bir takdiri ondan esirgemememiz gerekir; çünkü anne baba, bireysel bencilliğin doğrultusunda kıza öğütler verirken, o, önemli olanı tercih etmiş ve doğanın amaçlarına uygun (daha doğrusu türün amaçlarına uygun) davranmıştır. Bütün bunların sonucunda ortaya çıkan görünüme bakacak olursak, bir evlilik yapıldığında, ya (sadece) bireyin ya da sadece türün çıkarlarının bundan zarar görmesi gerekmektedir.  Çoğunlukla da durum budur:  Çünkü bireysel rahat ve refah ile tutkulu sevginin yan yana yol alması en ender görülür, şansa kalmış durumlardandır.   İnsanların çoğunun fiziksel, ahlaksal ya da entelektüel bakımdan sefil vasıflara sahip olmalarının kısmi bir nedeni, evliliklerin katkısız (somut çıkarları kovalamadan,  türün çıkarları doğrultusundaki) bir seçme ve eğilim sonucunda gerçekleşmek yerine, dikkate alınmış bütün o yüzeysel yanlara bakılarak ve rastlantısal koşullarla gerçekleşmiş olmasıdır, denebilir. Ancak bireysel rahat ve iyiliğin yanı sıra, iradenin/türün eğilimleri de belli bir ölçüye kadar göz önüne alınacak olursa, bu, türün genius’u ile aynı zamanda bir uzlaşma anlamına gelecektir. Bilindiği gibi, mutlu çiftler çok azdır; bunun nedeni, bizatihi evliliğin özünde, şimdiki kuşağın değil, gelecek kuşağın mutlu olmasına yönelik temel amacın yatmasıdır. Bu arada, şefkatli, seven ruhları da teselli etmek için şunu da ekleyelim ki, zaman zaman tutkulu cinsel sevgiye bambaşka kaynaktan gelen bir duygu da eşlik edebilir; anlayacağınız, bu duygu, çoğu zaman, asıl cinsel sevgi tatmin olmanın ardından sönüp gittikten sonra ortaya çıkan, inanışların, duyuşların ve düşüncelerin uyuşmasına dayalı  gerçek  dostluk  duygusudur. Dostluk  duygusu,  genellikle her iki  bireyin birbirini tamamlayan -ve meydana getirilecek ilerideki varlık bakımından dikkate alınmalarıyla cinsel sevginin doğuşuna yol açan- fiziksel, ahlaksal ve entelektüel özelliklerinin, bireylerin birbirleriyle kurdukları ilişkilerde de birbirine zıt huy ve mizaç özellikleri ve manevi-zihinsel avantajlar olarak tamamlayıcı bağlar kurmalarından, böylelikle de her iki ruhun ahengini sağlamalarından kaynaklanır.

Burada ele  alınıp  değerlendirilen  aşkın/sevginin bütün o metafiziği, benim metafiziğim ile de bağlantılıdır ve metafiziğe tuttuğu ışığın sonucu aşağıdaki gibi özetlenebilir:

Cinsel dürtünün tatmini sırasında yapılan özenli, kılı kırk yaran ve tutkulu sevgiye kadar sayısız, basamaklar tırmanan seçme ve ayıklamanın, insanın, gelecek kuşağın özel kişisel, kurucu yapı özelliklerine yönelik çok ciddi bir katılımına dayandığını gördük. Bu alabildiğine ilginç katılım (insanın gelecek kuşak içindeki bu payı) önceki bölümlerde ortaya koyduğumuz iki hakikati doğrulamaktadır:

Birinci hakikat,o gelen soyda yaşamaya devam edecek olan, insanın “kendinde özünün” yıkılmaz, imha edilmez olduğu hakikatidir. Çünkü insan, gerçekte mutlak olarak geçici, yok edilebilir olsaydı ve gerçekte var olabilmiş ve ondan tamamen farklı bir soy, hemen onun ardındaki dönemde onu izleye-bilseydi, şu canlı, hayat dolu ve gayretli, düşünüp taşınarak ve kasıtlı niyetlerle gerçek-leştirilmeyip özümüzün (varlığımızın) en derin akımlarından ve dürtülerinden kaynaklanan bu katılım (pay), kökü kurutulmayacak, kalıcı bir katılım özelliği taşıyamaz ve insan üzerinde böylesine kudret sahibi olamazdı.

İkinci hakikat, İnsanın “kendinde özü”nün bireyden çok, türde bulunduğu hakikatidir. Çünkü en uçucu eğilimden en ciddi tutkuya kadar bütün aşk serüvenlerinin kökünü oluşturan, türün kendine özgü kurucu yapı özelliklerine yönelik çıkar; aslında herkesin en yüce meselesi, davasıdır. Çünkü bu, başarılması ya da başarılamaması onu en derinden etkileyen bir davadır. Bu nedenle de tercihen ona gönül meselesi denir: Ayrıca (türün kurucu yapı özelliklerini koruma anlamındaki) bu çıkar, kendini güçlü ve kesin kararlı bir biçimde dile getirdiğinde, sadece insanın kendi kişiliğine yönelik olan çıkarların her biri onun gerisine konur; gerektiğinde de ona feda edilir. İnsan böylece, türün kendisi için bireyden daha önemli olduğunu ve bireyin değil de türün içinde dolayımsız yaşadığını kanıtlar. Bu tespitler geçerliyse, âşık kişi, niçin, biricik sevgilisinin gözünde, sadece ona bağımlıdır ve her türlü fedakârlığı yapmaya hazırdır? Çünkü, ötekini arzulayan, onu talep eden yan, onun ölümsüz yanıdır. Başka her türlü şeyi arzu eden ise onun ölümlü yanıdır. -O canlı, hayatiyet dolu, ya da ateşli, belli bir kadına yönelmiş arzu, özümüzün (varlığımızın) çekirdeğinin ve onun türün içindeki devamının imha edilemez olduğunun doğrudan bir teminatıdır. Ne var ki bu devamlılığı önemsiz, yetersiz bir şey saymanın kaynağı, -türün devamı dendiğinde, bize benzeyen, ama hiçbir şekilde bizimle özdeş olmayan- gelecekteki varlıklardan başka bir şey düşünememekte yatan bir yanılgıdır. Gene bunun da nedeni, dışa yönelmiş bilgiden hareket ederek, türün, iç varlığını ve özünü değil de, gözümüze görünen haliyle algılayıp kavradığımız o sadece dış biçimini göz önünde tutmaktır. Oysa tanı da bu iç varlık (öz), bilincimizin asıl çekirdeği olarak onun içinde bulunan şeydir, hatta bu nedenle de, bizzat bilincin kendisi olan ve “kendinde şey olarak” principo irıdividuation’dan bağımsız halde, bütün bireylerin içinde, bunlar isterse aynı anda ya da art arda yaşasınlar, aslında aynı ve özdeş kalan şeydir.

İşte bu, yaşama iradesidir;yani hayatın ve hayatın devamlılığının şiddetle talep ettiği şeydir. Bu şey, bu nedenle, ölümden etkilenmez ve kesin, kati, hedefinden saptırılamaz olan şeydir. Ama ne var ki, andaki, şimdide ki bu varolma halini, daha iyi bir duruma da taşıyamaz: Dolayısıyla (onun için) hayat denince, bu, bireylerin sürekli acı çekmeleri ve hep ölmeleri onun bakımından kesin ve değişmez bir durumdur. Onu bu durumdan kurtarmak, için yaşama iradesinin olumsuzlanması hakkı bizde saklıdır; bu olumsuzlama yoluyla bireysel irade, kendim türün soyundan koparır ve türün içindeki o varoluşu terk eder. Bunları yaptıktan sonra ona ne olacağını açıklayacak kavramlardan yoksunuz; evet, bu durama ilişkin bütün verilerden mahrumuz. Biz bu durumu sadece, yaşama iradesi olma özgürlüğüne sahip olan ve olmayan kişi (şey) olarak tanımlayabiliriz. Yaşama iradesine sahip olmama durumunu Budizm, Nirwana’nın sözleriyle tanımlar. Bu, salt bir durum olarak, bütün insan bilgisine kapalıdır. Bu son incelemelerin açısından hayatın kargaşası içine baktığımızda, herkesin bu ıstırap içindeki bireysel varlığı, kısa bir zaman dilimi için koruyup ayakta tutmanın ötesinde bir şey ummaya haklan olmadan, hayatın zaruret ve dertleriyle, sıkıntılarıyla boğuşup durduğunu, sonu gelmez ihtiyaçları karşılamak ve çeşitli biçimdeki acıya karşı kendilerini savunma uğruna bütün güçlerini seferber ettiğini görüyoruz.

Ama, bu arada o kargaşa ve gürültünün içinde, iki sevgilinin bakışlarının birbirleriyle özlem içinde buluştuklarını görüyoruz:

İyi de, niçin böylesine gizlice, endişe ve korku dolu böylesine kaçamak? Çünkü bu sevgililer, (katkıları olmaksızın) çok geçmeden sona erecek olan bütün o dert ve sıkıntının, onca eziyet ve meşakkatin kendi benzerlerinin daha önce yaptıkları gibi, sona ermesini önleyip aynı haliyle devam ettirmeye uğraşan hainlerdir.

Aşkın Metafiziği
Arthur Schopenhauer

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz