ANDREY TARKOVSKİ İLE HAYAT, AŞK, SANAT, ÖLÜM VE MUTLULUK ÜZERİNE

“Fidan; esnek ve narindir ve kuruyup sertleştiğinde ise; ölmüştür. Katılık ve güç, ölümün yoldaşlarıdır. Esneklik ve zayıflık ise var oluşun tazeliğini belirtir. Bu yüzden, her kim katılaşmış ise, o muzaffer olamayacaktır.” 

Gençlere ne söylemek isterdin, Andrey?

“-Bilmiyorum… sanırım.. onlara sadece şunu söylemek isterdim: Yalnızlığa daha fazla zaman ayırın. Kendinizle daha sık baş başa kalın, yalnızlığı sevin, Bence günümüz gençliğinin sorunlarının sebebi, genel olarak çok gürültülü ve hatta agresif faaliyetler etrafında birleşmeleri. Kendini yalnız hissetmemek için biraraya gelmeyi dilemeleri bana göre nahoş bir sorun belirtisi. Bana kalırsa kişi, çocukluktan itibaren tek başına kalmayı öğrenmelidir. Bu yalnız olmak anlamına gelmiyor, bu, kendinleyken sıkılmamak anlamına geliyor. Tek başınalıktan sıkılan kişi, bana sanki ahlaki açıdan tehdit altında birisiymiş gibi geliyor.”

Sinemanın en büyük isimlerinden Andrey Tarkovski’nin 1983 yılında İtalya’da verdiği orjinali 1 saat 40 dakika olan röportajın kısaltılmış versiyonu. Büyük yönetmen, ailesinden, hayatından ve hayata bakış açısından, ölümden, aşktan ve sanattan uzunca bahsediyor. Türkçe’ye çevrilmiş röportajların 3-5 dakikayı geçmediğini ve konuşulanların ancak yarısının çevrilmiş olduğunu gördüm ve bu büyük sanatçının 35 dakikalık bir çevirisini yapmak istedim. İyi seyirler. Doğan Çadırcıoğlu

Konuşma metni

Kimsin sen?

-Bilmiyorum. -Kimim ben.. bu soruya çok azımız kesin bir cevap verebilir.

Başka birisinin kim olduğunu yargılamak çok daha kolay bir şey.Ve kendimiz hakkında ise herkesten az biliriz.

Bu ise, insanın içsel sorunlarına dikkatimizi veremeyişimizin esas sebebidir.

Bu Dünya’ya doğduğun için mutlu musun?

-Hayır mesele bu değil..
Mesele bu değil.. Çünkü, bence bu Dünya, mutlu olmayı aramamız gereken bir yer değil.
Bu Dünya birileri mutlu olsun diye oluşmadı.. ancak buna rağmen, bir çok insan, içine doğduğumuz bu Dünya’daki varoluşun amacını mutluluk olarak görüyor.
Bana öyle geliyor ki, Dünya, mücadele etmemiz için var. İçimizde iyilik ve kötülük savaşsın,
ve iyilik kazansın ki, ruhsal olarak gelişelim.

Andrey, bana çocukluğundan bahset.

-Çocukluğumu.. çok net anımsıyorum. çok iyi hatırlıyorum, çünkü benim için hayatımdaki en önemli zaman aralığıydı. En önemliydi çünkü, sonrasında… sonraki, orta yaşlı, artık büyük sayıldığım zamanda, belirginleşen üzerimdeki bütün intibanın oluştuğu senelerdi.

Çocukluk, hayatın öyle bir bölümüdür ki, insanın tüm geleceği o zamandan belirlenir.
Özellikle, eğer insan ileride yaratım ile, sanat ile, psikolojik ve içsel sorunlar ile uğraşacaksa.

Anna Ahmatova, çocuk olmanın anlamı hakkında: Kendi çocukluğunun, hayatındaki tüm yaratım süreçlerinin temelini doldurduğunu söyler. Yani, insanların çocukluklarında başlarından geçenler, olgunlaştıklarında yaratıcılıklarının kaynağı olur.

Annem ve babam boşanmışlardı, 1935 yada 36 idi. Annem, Büyükannem ve kız kardeşim beraberce yaşıyorduk, ailemiz bu kadardı.

Evde bir erkek olmadan, annem tarafından yetiştirildim.

Belki de bu, karakterimin şekillenmesine çok büyük etkide bulunmuştur.

Çocukluğumdaki her şey annemle ilgili. Bu tabii ki anlaşılır bir durum, annemle yaşamam, beni büyütmesi.. ve bizi gözetmesiyle. Hayatımız çok zordu.

Annem, şimdilerde Edebiyat Enstitüsü denilen fakülteden mezundu. öncelerde ise sadece Bruisov kursları vardı.

Babam da oradaydı, orada tanışmışlar. Babamız bizi terk ettiğinde ise annem daha fazla edebiyatla uğraşamadı.

Çünkü elinde bakması gereken iki çocuğu vardı. Diploma alması için vermesi gereken sınavlar vardı, bunlara vakit ayıramazdı, basımevlerinde editör olarak çalışmaya başladı. emekli olacağı zaman gerçekleşen ölümüne kadar, basımevlerinin ilk örneği olan, Moskova’da, Jdanovo Basımevi’nde çalıştı.

Hayatta öğrendiğim her şey, ve hayatta sahip olduğum tüm güzel şeyler, ki eğer böyle bir şeye sahipsem; yönetmen oluşum ve sanatçı olmam bile hepsi annem sayesinde gerçekleşti. Hepsi, annemin, şuan olduğum kişi olmam için verdiği çaba sonucu gerçekleşti.

-Çocukken aradığın şeyi bulabildin mi? -Bilmiyorum, buna cevap vermesi çok zor.

Ve biliyorum ki, annem benim sanat yapmamı, yada en azından hayatımın bir parçasının sanat ile ilgili olmasını istiyordu.

Babam ile gerçekleşenler onun için çok önemliydi, hayatının sonuna kadar onu hep çok sevdi.

Bir şeyler ile babama benzememi umuyordu. Bir şekilde sanat ile bağlantılıyım, ama benden bir piyanist olmadı, bir orkestra şefi olmak istemiştim, ancak benden o da olmadı. Öğrettikleri gibi bir heykeltıraş yada sanatkar olmadım.

“Bunlardan biri olmayı diler miydiniz?” diye soruyorlar, bilmiyorum, belki dilerdim. Müzikle ilgilenmiyorum yada Şef olmadım, sanırım bu meslekler benim için daha kolay olurdu.

Çocukken aradığımı bulup bulmadığım konusunda, muhtemelen, hayır diyeceğim.

Çünkü çocukken sanatçı veya müzisyen olmak istemiyordum.
O zamanlar daha bitkisel bir karakterim vardı, bir bitkiye benzer yaşıyordum, oldukça az düşünüp, daha çok hissediyordum.
Çocukluğumu anımsadığımda, tüm hayatın önüme uzandığı vakitleri hatırlıyorum.

Tüm hayatın önümde ve her şeyin mümkün, her şeyin tam olduğunu bildiğimde, ölümsüz hissediyordum.

Çocukluk beni terk etti mi, yoksa benimle mi kaldı bilmiyorum. Çocukluğun beni terk ettiğini hissettiğim zamanlarda, kendimi kaybolmuş hissediyorum.

Çocukken kendimi hissettiğim kadar hafif hissetmiyorum artık. Korkarım ki, o çocukluk ruh halim, beni terkeden.

Terk etti mi, bilmiyorum ama kaldığı da pek sayılmaz. Sanırım en temel parçalarıyla, bana sanat yapmayı mümkün kılan parçaları benimle kaldı. Yani beni sanata iten tüm dürtüler, sanıyorum ki hepsi çocukluğumla bağlantılı.

Benim çocukluğum.. eğer unutulmuş olsaydı, sinemada artık hiçbir şey yapamazdım.

Sinematografi sence senin için doğru tercih miydi?

Sinema hakkındaki ilk izlenimlerim oldukça garipti, sinemanın ne olduğunu hiç anlamıyordum.
Dürüst olmak gerekirse doğru tercih olarak hissetmiyorum. Sinema beni kendine hiç çağırmadı.

Benim için sinema, içinde teknik sihirler barındıran bir meslek artık.

Sinema yardımıyla kendini ifade etmek mümkün, tıpkı müzik ve edebiyat ile olduğu gibi.

Hayır, doğru tercih olduğuna dair hislerim yok. Mesela, “İvan’ın Çocukluğu” ile ilk çekimlerimde, yönetmenliğin ne olduğunu aslında bilmiyordum. Bu bir dokunuşun kasvetli arayışıydı.

Şiir’e temas edebileceğim bir kaç anın arayışındaydım, uğraştım ve buldum.

Bu çekimler sayesinde anladım ki, sinema ile manevi bazı maddelerin kendi ruhlarına temas etmem mümkün.
Bu yüzden, “İvan’ın Çocukluğu” ile elde ettiğim tecrübe, benim için çok önemliydi.
Çünkü o ana kadar, sinematograf nedir bilmiyordum. Bu arada, şuan bile sinematograf nedir biliyor muyum emin değilim.
Bana kalırsa bu en büyük gizemlerden biri. Tıpki diğer tüm sanat türlerinin olduğu gibi.

Bir çok insan için, sinema sadece bir iş, peki ya senin için Andrey? Sinema nedir?

Şahsi hayatımı filmlerimden ayırmayı hiç beceremedim. Çektiklerim her zaman yaşamımın genel birer parçası oldular.

Bu görüntüleri çekebilmek için her zaman hayati önem taşıyan kişisel seçimler yapmam gerekti.

Bilemiyorum, hayatını filmlerden ayrı tutabilen çokça insan var..

Hayatlarındaki eylemleri ile filmlerinde anlattıklarının farklı olduğu çok insan gördüm. Yaptıklarından farklı ve yeni fikirleri ifade ediyorlar, ve bir şekilde yine kendi vicdanları yaşamaya devam ediyor.

Ben bunu hiç beceremedim. Benim için sinema bir meslek değil, sinema benim hayatım. Ve bütün filmler, benim için birer eylemdir.

“Auteur sinema” hakkında ne düşünüyorsun?

Bana kalırsa, sinema tarihinde büyük sanatkarlar olarak anılacak olan herkes, birer şairdir. Yani, benim bakışıma göre şöyle bir düzenlilik söz konusu; “Aeteur Sinema” şairlerin sinemasıdır. Bütün gerçek, büyük ve modern yönetmenler genel anlamda hepsi birer şairdir.

Benim bakış açıma göre sinema şairi; kendi dünyasını kurabilen yönetmenlerdir.
Onlar kendi hayatlarının içinde, etraflarındaki hakikatten, kendi dünyalarını bulup, yeniden yaratmaya uğraşırlar.

Bu yüzden, bu insanlara ait arayışları izlediğimiz filmlere, “Auteur veya Şiirsel Sinema” diyoruz.

Andrey, baban şimdilerde yaşayan en ünlü Rus şairlerden birisi, bana ondan bahseder misin?

Şiirlerinin muhteşem lirikal tonlamaları ile, muhteşem, bir şekilde hissettirdiği içsel yükü ile, babam şuan şüphesiz en büyük Rus şairi.

Nasıl desem, o, saf bir şair. Hayatın içsel ve ruhsal konseptini en önemli şey sayan bir şair.
Kendi toprağına, kanına ve hayattaki rolüne derin ve manevi bir bağı vardı.

Andrey, sanat nedir?

-Kısaca söylemek gerekirse, herhangi bir konsept veya sanat hakkında tanım yapabilmek için, her şeyden önce daha önemli ve büyük bir başka soruyu cevaplamamız lazım. İnsan ne için yaşar?

İnsan yaşamının varoluşundaki anlam nedir?
Dünya’da varoluşumuzu kullanarak, tinsel olarak yükselebilmemiz ve gelişmemiz için.

Sanat ise, bu gelişim sürecinde bize hizmet etmelidir, bunun için vardır.

Eğer hayatı başka bir bakış açısı ve anlamlandırma ile görseydim, sanatı da farklı şekilde tanımlardım.

Bilemiyorum, sanatın, gezegendeki tüm diğer manevi ve entelektüel insan faaliyeti gibi bilgilendirici olması gerektiği yönünde düşünenler de var.

Ben, bilmenin mümkün olduğuna, çok inanmıyorum. Bilgi, bizi yavaş yavaş asıl amacımızdan saptırıyor.

Dünya hakkında ne kadar çok öğrenirsek, o kadar az biliyoruz, çünkü derin bir bilgi çukuru kazıyoruz ve içine girdiğimizde yüzeydeki geniş bakış açısını kendi elimizle kaybediyoruz. Sanat, insana tinsel yükselişinde yardım etmelidir.

İnsan kendi kendine, özgür iradesini kullanarak ayağa kalkar.

Rublyov’un hissettiği baskı, herhangi bir istisna değil, sanatçı sürekli üzerinde baskı hisseder, bence sanatçı için ideal çalışma ortamı asla yoktur.
Dahası, ideal çalışma ortamı olsaydı bile, bir çalışma ortaya çıkmaz ve sanatçı kendisini havasız bir ortamda hissederdi.

Herhangi bir meslek bile insanın üzerinde baskıdır, nasıl bir baskı olduğunu kesin olarak bilmiyorum. Sanatçı ve sanatın var olmasının tek sebebi, Dünya’nın düzensiz ve işlevsiz olmasıdır.

Eğer Dünya ve hayat harika ve ahenkli olsaydı, kimsenin sanata ihtiyacı olmazdı.

O zaman kişi, ahenk ve uyumu, uğraşları içerisinde aramazdı, çünkü zaten içinde yaşıyor olurdu ve bu ona yeterli gelirdi, benim düşüncem böyle.

Yani bana göre sanatın varlığının yegane sebebi, Dünya’nın düzensizliğidir.

Bence “Rublyov”da bu konuya değiniliyor.

insanlar arasındaki, hayat ve sanat arasındaki tarih ve zaman arasındaki ahenk ve anlam arayışı.. filmimiz de genel olarak bu konuya adanmıştı.

Benim için çok önemli olan başka bir konu ise… “insanoğlunun tecrübesine yaklaşım”.
Filmde anlatılan bir diğer konu da bu. Tecrübeyi öğretemezsiniz ve birisinden nasıl yaşanması gerektiğini öğrenemezsiniz.
Sadece yaşayıp görebilir ve kendi sonuçlarınızı çıkarabilirsiniz. Ve sonuçlarınızı başka bir kimseye iletmeniz mümkün değildir.

Sıklıkla şöyle diyoruz “babalarımızın tecrübesini kullandık”, hayır, bu çok kolay olurdu.
Ne yazık ki, kendi hayatımızı yaşayıp, kendi tecrübelerimizi elde etmeliyiz.
Ve maalesef, tecrübeyi elde ettiğimizde, hayatımız sona eriyor ve biz bu tecrübelerden faydalanamıyoruz.

Gençler büyürken yaşlıları dinlemiyorlar ve doğrusunu yapıyorlar, ve kişisel tecrübelerini arıyorlar. Tecrübelerini bulduklarında ise ömürleri sona eriyor, hayatın kuralı bu.

Sinema, sanat türleri içinde belki de en talihsizi.
Fazlasıyla paraya bağlı. Çok paraya. Film çekmek çok masraflı olduğundan değil, filmler ile sanki birer sakız, sigara veya eşyaymışçasına ticaret yapmalarından dolayı.
Bu yüzden filme güzel denmesi için güzel satması lazım gibi bir anlayış oluştu.
Şayet biz sinemanın sanat olduğunu düşünüyorsak, o zaman bu düşünce bir saçmalıktan ibarettir.

Eğer sanatın sadece iyi sattığında kaliteli olduğunu kabul edip… sadece geniş kitlelere ulaşmasına öncelik verirsek, asla bu filmleri üstün şiirsel hüner ile harmanlayamayız.

Tarihsel sürecin sonucu olarak, söyleyebilirim ki, insanoğlunun ruhsal gelişimi ve materyal, bilimsel gelişimi arasında korkunç bir çatışma ortaya çıktı.

Bana göre, zamanımızın draması, devasa bir ayrılıkta bulunmamızı irdeliyor.

Ruhsal gelişimimiz ve materyal, teknolojik gelişimimiz arasında bir çatışmadayız.
İşte.. tam da bu.. insan medeniyetlerinin mevcut durumunun sebebidir.

Bugünkü durum içler acısı, hatta trajik diyebilirim, çünkü nükleer yok oluşun eşiğindeyiz. İşte bütün bunların ve medeniyetlerin durumunun sebebi, belirttiğim gibi ruhsal ve materyal gelişim arasındaki çatışmamız.

Galileo ve Einstein gibi insanlar hakkında neler düşünüyorsun?

-Bana kalırsa ikisi de yanıldı.

Bu Dünya ile aran nasıl?

-Ben.. daha çok..
Dünya’ya duygusal açıdan yaklaşıyorum.
Daha çok, hakikate hicivci davranmaya eğilimliyim.
Dünya hakkında çok fazla düşünmüyorum, ancak onu hissetmeye tutkuluyum.
Hayvanların Dünya ile ilişkisi gibi benimki de. Dünya hakkında bir şeyler düşünüp sonuca varabilen yaşça olgunlardan ziyade, bir çocuk gibiyim.

Gençlere ne söylemek isterdin, Andrey?

-Bilmiyorum… sanırım.. onlara sadece şunu söylemek isterdim: Yalnızlığa daha fazla zaman ayırın. Kendinizle daha sık baş başa kalın, yalnızlığı sevin, Bence günümüz gençliğinin sorunlarının sebebi, genel olarak çok gürültülü ve hatta agresif faaliyetler etrafında birleşmeleri.
Kendini yalnız hissetmemek için biraraya gelmeyi dilemeleri bana göre nahoş bir sorun belirtisi. Bana kalırsa kişi, çocukluktan itibaren tek başına kalmayı öğrenmelidir.
Bu yalnız olmak anlamına gelmiyor, bu, kendinleyken sıkılmamak anlamına geliyor.
Tek başınalıktan sıkılan kişi, bana sanki ahlaki açıdan tehdit altında birisiymiş gibi geliyor.

Çocukları sever misin?

-Evet, çok. -Peki hayvanları? Hayvanlarla aranın iyi olduğunu fark etmiştim.
Peki ya insanlarla aran nasıl?
-Çünkü insanlar.. hayvanlar, çocuklar.. onlar hala masum. Çocuklar ve hayvanlar masumlar, hiçbiri yalan söyleyemez.
İkisi de kendi doğalarında, kendi benliklerindeler. Ancak insan.. iyilik ve kötülük arasındaki farkı bilip, seçim yapma yetisine sahip.. ve buna rağmen adım adım hakarete ve yalana alışıyor.

Çünkü böyle yaşamayı kendisi için daha kolay ve karlı sanıyor.
Önce diplomasi ile başlıyor, sonrasında ise hayatına yayılıyor.

Renkli rüyalar mı görürsün, yoksa siyah beyaz mı?

Daima renkli.
Neden sordun?

-Kibirli misin?

Öyle düşünmüyorum.

Peki kendini seviyor musun, Andrey? Farklı birisi olmak ister miydin?

-Sanırım kendimi yeterince sevmiyorum, tıpkı her birimizin kendisini yeterince sevmediği gibi. Şayet kendimizi gerçekten sevebilseydik; başkalarını da gerçekten sevebilirdik.
Kendisini sevemeyen kişiler; yani, kabaca, varoluşlarının amacından bihaber olanlar, başka birisini veya hayatı sevmeyi tecrübe edemezler.

Ve evet, sanırım kendime olan sevgim yetersiz… bu yüzden etrafımdakileri de yeterince sevemiyorum.

Lakin isterdim. Çok önemli bir eksikliğim daha var. Yani.. nasıl desem..

Sabırsızlık. Kendimi bundan kurtarmaya çalışıyorum, ancak korkarım ki başaramayacağım. Yeterince toleranslı olamıyorum. Olgunlukla birlikte gelen sabırdan bende eser yok.
Sık sık bundan üzüntü duyuyorum, sanırım bu durum yüzünden de.. insanlara sempati ile yaklaşamıyorum. İnsanlar beni yoruyor.

Ülkeni seviyor musun?

Ülkemi çok seviyorum, ve orada nasıl daha uzun yaşayabilirim, hayal bile edemiyorum.
Bir yıldan fazladır buradayım ve şimdiden fevkalade özlem duyuyorum. Kendimi evimde hissettiğim yerlere; köyüme. Köyde bir evimiz vardı, kendi toprağımda, vatanım dediğim yerde yaşıyordum.

Andrey, filmlerinde çok sık su görüyoruz. Neden su seni bu kadar büyülüyor? Suyun senin için anlamı nedir?

-Su, dereler, nehirler, bana çok şey anlatıyor. Böyle yerleri çok seviyorum.
Ama eğer deniz dersen, deniz bana ne hissettiriyor bilmiyorum. Deniz, içsel dünyama yabancı.
Benim için deniz; Çok geniş bir alan, korktuğum için değil, ama farklı bir manzara göremeyeceğiniz çok geniş bir yer. Benim bakış açıma, zevklerime göre; mikro dünyasal şeyler, makro dünyasal şeylerden kat kat daha sevimli.

Devasa alanlar bana, sınırlı, küçük alanların düşündürdüğünden çok daha az şey düşündürüyor.

Bu bağlamda Japonların doğa ile ilişkileri çok hoşuma gidiyor.

Bölgeleri çok kısıtlı ve onlar da küçük alanlara toplanıp, sonsuzluğun yansımasını görmeye çabalıyorlar. İşte böyle yerler benim için daha anlamlı.

Hiç sefalet çektin mi?

Gerçek anlamda açlık çektiğim zamanlar oldu.
Umutsuzca yaşamak… ertesi güne sadece bir lokma ekmeğinin olması.
Bu çok ağır bir his… ve bu his.. insanı küçük düşürüyor. Lakin bununla beraber, bizlere… yani bu his, bu durum bizlere.. başkalarına karşı şefkatli olmayı öğretiyor. Bana kalırsa, açlık çekmiş bir insan, asla açgözlü olamaz.

Senin için zenginlik nedir?

Benim için zenginlik… bana hiçbir özel anlam ifade etmiyor. Hayatımı istediğim şekilde yaşamamı garanti altına almamı sağlayabilirdi belki, ama yaşamak istediğim yaşam çok sade, bu yüzden zenginlik istemezdim.
Zenginlik çok göreceli.. Bence insanların zenginliğe ihtiyacı yok..
Zira zenginliğe kavuşan insanların değiştiğini, içsel olarak değiştiklerini düşünüyorum. Korunmaya başlıyor, zenginliğini başkalarından koruyor ve en sonunda zenginliğine hizmet etmeye başlıyor.

Biçok insan Stalker’ı fantastik bir film olarak yorumluyor, benim için ise bu hikaye büyükler için. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?

-Bırakalım istedikleri gibi yorumlasınlar. Film türlerinin kesin sınırları olduğuna inanmıyorum. Birisi bana “Stalker” ile ilgili düşüncelerimi sorduğunda kayboluyorum.
Stalker daha ziyade bir benzetme. Benzetme.. “parabola”.
Bir bilim kurgu değil. Seyircilerin filmlerime tepkilerini hiç düşünmedim, zira kendimi seyircinin yerine koymam benim için çok zor. Bence bu lüzumsuz.
Seyircinin yerine kendini koyabilmenin tek yolu var; filmin potansiyel başarısını hesaplamak.
Kendimi böyle alçaltamam. Bana kalan tek yol ise, kendim olmak, kendi dilimde konuşmak sadece o zaman, seyirci tarafından anlaşıldım. Yazarlar ve şairler hoşnut etmeyi bilmez.

Benim bir kaçışı ele aldığımı söylüyorlar, hayır, tam tersi ben bu filmde insanın dış dünyasından ziyade, iç dünyasında yaşadığı, insanın kendine inanmaması gibi sorunlara değindim.

İnanç problemleri.. Benliğin ve ideallerin arasındaki ilişkiden doğan, insanların ortaya çıkarttığı sorunlar gibi. İnsanlar ve toplum, ahenk içerisinde; içsel ve ruhsal, dışsal, materyal ve teknolojik olarak gelişene kadar; bu Dünya’da tesellisini bulamaz ve kaderini trajik olmaktan kurtaramaz.

Asıl sorun, bu gelişimin iki türünün de terazide eşit ağırlıkta gelmesi. İçsel, ruhsal ; Dışsal, materyalist Ve Stalker’in de içeriği bu konu, hatta aynı Solaris’te olduğu gibi.
Aslında, tüm filmlerimde bu içerik bulunuyor. Ruhsal ve materyal gereksinimleri karşılama çabası aynı ağırlıkta.
-Onlar.. istisnasız hepsi eğitimli, ancak hepsi duygusal açlık çekmekte.

Hayatta seni en çok korkutan şey nedir?

-İnsanların ve kendimin de, güvensizlik duygusunu,
Dünya, doğa ve düşmanca niyetli insanlara karşı acizliğimizi çok hissediyorum.
Ama bence en korkunç şey; beşeri zorbalığın çatışmaları olabilir.
Yani insanların birbirlerine uyguladığı zorbalık, bence en kötüsü.

Yaşlılıktan korkuyor musun?

-Hayır. Yaşlılıktan korkmuyorum. Sadece bana acı çektirecek hastalıklardan, yada fiziksel yaşlılıktan korkarım.
Yaşlılık tabii ki tehlikeli, yani, sonuçta yaşlılık, adım adım ölüme yaklaşmak demek.

Peki ölüm seni korkutuyor mu, Andrey?

-Bilmiyorum… Benim fikrim, ölümün var olmadığı.
Bilemiyorum.. Bir keresinde rüyamda görmüştüm.. öldüğümü.
Sanki gerçek gibiydi… Öylesine kurtulmuş, öylesine hafif ve inanılmaz özgür hissetmiştim.
Tüm bu özgürlük, hafiflik hissi, bana öldüğüm izlenimini vermişti.
Bu Dünya’ya bağlı her şeyden kurtulmuştum. Her neyse, ölümün varlığına inanmıyorum, var olan yegane şeyler ise sevgi ve ıstırap.
Çok sık, insan ölüm ve acıyı birbiriyle karıştırıyor.
Bana göre tabii. Bilmiyorum…. Karşı karşıya geldiğimde, ölümle, belki de ürkeceğim ve başka şekilde yorumlayacağım. Söylemesi zor.

Peki kadınlar, Andrey? -Kadınlar hakkında ne düşünüyorsun?

Kadınlar sence sadece erkeklerin yoldaşları mı? Yoksa daha fazlası mı?
-Benim için en mühim olan, kadınların kadın kalmasıdır.
Kadınların hayattan ve etraflarından kadın gibi değil de, bir erkek yada başka bir varlıkmış gibi muamele görmek istemesini gerçekten anlayamıyorum.

Ve bunun adına eşitlik diyorlar. Bana kalırsa, kadının güzelliği nasıl desem.. kadının benzersizliği mahiyetiyle alakalı.

Tabii ki de.. Erkeğin mahiyetiyle kadınlarınki zıt birer kutup.

Kadının, kadınsı doğasını koruması bence fevkalade mühimdir.

Eğer bir kadında, zayıflığının getirdiği doğal kadınsı nitelikler ve kalite göremezsem, o kadın benim için çekici değildir.

Yani… Kadın’ın, kadınlığıyla bu Dünya’da, bizler, yani insanlar için aşkın vücut bulmuş hali olduğunu düşünüyorum. Kadınlara derin saygı duyuyorum. Hatta sık sık erkeklerden daha güçlü, daha iyi olduklarını düşünüyorum, tabii kadınsılıklarını korudukları sürece.

-Mutlu musun?

-Hayır.
-Yorulmadın mı? -Hayır, hayır.
-Harika hissediyorum.
-Sanırım, Dünya’ya dönmenin vakti geldi.


Çeviri: Doğan Çadırcıoğlu twitter.com/worsefella

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz