Yaşamın Anlam ve Amacı: Sevgi ve Evlilik – Alfred Adler

Almanya’nın bir bölgesinde, nişanlı bir çiftin bir arada evlilik yaşamını sürdürmeye ne kadar elverişli sayılacağını saptamada başvurulan eski bir gelenek vardır. Düğünden önce gelin ve güvey orman içindeki bir meydana gelirler; yerde kesilmiş bir ağaç durmaktadır. İki el için yapılmış bir bıçkının bir ucuna gelin, bir ucuna damat yapışır, ağaç gövdesini birlikte bıçkılayıp ikiye ayırmaya çalışırlar. Bu sınav, onların bir arada yaşamaya ne ölçüde hazır ve istekli sayılacaklarını belli eder. Ortada iki kişinin el birliğiyle yapacağı bir iş vardır. Gelinle damat arasında bir güven ortamı yoksa, her biri bıçkının kolundan şöylece tutup, bütün işi diğerinin üzerine yıkmaya bakacak, dolayısıyla işin sonunu getiremeyeceklerdir. Gelin ve damattan birinin önderliği ele alıp işi tek başına yapmak istemesi durumunda, öteki sesini çıkarmayıp buna razı olsa bile normalde iki kat fazla zaman gerekecektir. Doğru olan, her ikisinin de işe aynı ölçüde sarılması ama iki taraflı çalışmanın uyum içinde birleşmesidir. Almanya’nın söz konusu bölgesinde yaşayan köylüler, işbirliği isteminin evlilik yaşamının temel koşulunu oluşturduğunu kavramıştır.

Sevgi ve evlilik nedir sorusu tarafıma yöneltilse, bu soruyu eksiksiz olduğu söylenemeyecek şekilde şöyle yanıtlardım:

Sevgi ve evlilik, eşlerden birinin karşı tarafa bedensel cazibenin, arkadaşlık ve çocuk sahibi olma isteminin dürtüsüyle kendini açığa vuran canı gönülden teslimiyetidir. Sevgi ve evliliğin yalnızca iki tarafın değil tüm insanlığın mutluluğu için bir işbirliği oluşturduğunu görmek zor değildir.

Evliliğin tüm insanlığın mutluluğu için yapılan bir işbirliği olması, sorunun tüm yönlerini açıklığa kavuşturur. İnsandaki dürtülerin en önemlisi sayılan bedensel cazibe de insanlık için son derece önemlidir. Daha önce pek çok kez değindiğim gibi, insanlık yetersiz organsal donatımdan dolayı dünya dediğimiz bu zavallı gezegenin kabuğu üzerinde yaşamaya pek elverişli değildir. İnsan yaşamının sürdürülmesi için en önemli yol üreyip çoğalmak, insanlıktaki doğurganlığın ve hiç gücünü yitirmeyen bedensel cazibenin nedeni de bunu sağlamaktır.

Günümüzde sevgi, çeşitli sorunların ve görüş ayrılıklarının kaynağını oluşturmaktadır. Evli kişiler, anne ve babalar hatta bütün toplum bu sorunla yakından ilgilidir. Dolayısıyla, sevgi konusunda sağlıklı bir görüşe varmak istiyorsak kendimizi tüm önyargılardan uzak tutmayı incelememize temel yapacağız. Şimdiye kadar bu konuda bildiklerimizi unutacak, konuyu titizlikle ve serbestçe irdelerken ilgisiz düşüncelerin etkisinde kalmayıp, elden geldiği kadar bir çözüme ulaşmaya çalışacağız.

Kanımca sevgi ve evliliği birbirinden tümüyle bağımsız sorunlar gibi ele alıp değerlendiremeyiz. Bir insan bu bakımdan asla tümüyle özgür sayılamaz; kendi sorunlarının çözümünü asla yalnızca kendi kişisel düşüncelerinin doğrultusunda ele geçiremez. Her insan birtakım kesin bağımlılıklar içinde yaşar; gelişimi belirli bir çerçeve içinde gerçekleşir, vereceği kararları bu çerçeve içine yerleştirmek zorundadır. Evrenin belirli bir yerinde yaşamamız, koşulların öngördüğü sınırlama ve olanakların izin verdiği ölçüde gelişebilmemiz, kendilerine uyum sağlamamız gereken insanlar arasında yaşamımızı sürdürmemiz, kadın ve erkek diye ikiye ayrılmamız ve soyumuzun sürüp gitmesinin bu iki cinsiyetin mensupları arasındaki ilişkiye bağlı olması, üç temel bağımlılığı oluşturur.

Diğer insanların ve insanlığın esenliği kendisini biraz ilgilendiren kişinin yapacağı her şeyde diğer insanların gereksinimlerini dikkate alacağı, beri yandan sevgi ve evlilik sorununu da çözüme kavuşturmaya çalışırken yine başkalarının esenliğini göz önünde tutacağı doğaldır. Onun, soruna bu yoldan bir çözüm aradığını bilmesi gerekmez. Kendisine sorulduğunda, belki sorunu çözüme kavuştururken güttüğü niyetlere ilişkin bilimsel bir açıklamada bulunamayacaktır. Ama içinden gelerek insanlığın refah ve mutluluğu için çalışacak, bu yoldaki çabası tüm eylemlerinde kendini açığa vuracaktır.

Bazıları da vardır ki insanlığın esenliğini kendilerine pek dert etmezler. Yaşam görüşlerine “İnsanlar için neler yapabilirim?”, “Bir parça olarak insanlıkla nasıl bütünleşebilirim?” gibi soruları temel yapacakken, şu soruları sorarlar daha çok: “Yaşam ne işe yarar?”, “Kendime yaşamdan nasıl bir çıkar sağlayabilirim?”, “Bana ne verir yaşam?”, “Başkaları beni yeterince dikkate alıyor mu?’, “Yeterince değer veriyorlar mı bana?” Bir kimse böyle bir tutumu yaşamına temel almışsa, sevgi ve evlilik sorunlarını da yine bu doğrultuda çözmeye çalışacaktır. Hep şu soruyu soracaktır kendine: “Bu bana ne sağlar?” Sevgi, bazı psikologların düşündüğü gibi tastamam doğal bir ödev değildir. Cinsellik bir dürtü ya da içgüdüdür; ne var ki sevgi ve evlilik, “Bu içgüdüyü nasıl doyuma kavuşturabiliriz?” sorusuna indirgenemez. Nereye bakarsak bakalım, dürtü ve içgüdülerimizin geliştiğini, yücelip inceldiğini görürüz. Özlem ve eğilimlerimizden bazısını baskıladık, diğer insanları düşünerek birbirimizi rahatsız etmeyecek gibi davranmaya alıştık. Giyinip kuşanmasını, temizliğe dikkat etmesini öğrendik ayrıca. Açlık duygumuzu bile belirli kurallara uyarak gideriyoruz; yemek yememizde ince bir zevkin varlığı seziliyor, yemek yerken sofra adabına uygun davranıyoruz. Dürtü ve içgüdülerimiz tüm uygarlığımızla uyum içinde; hepsine de insanlığın ve toplumsal yaşamımızın esenliği uğrunda göstermeye alıştığımız çabalar yansıyor.

Bütün bunları sevgi ve evlilik sorunlarına uygularsak, burada da her zaman bütün toplumun ve insanlığın esenlik ve mutluluğu düşüncesinin rol oynadığını söyleyebiliriz. İlgili sorunları yalnızca tüm insanlığın refahını göz önünde tutarak çözümleyebileceğimizi kesinlikle benimsemeden, sevgi ve evliliğin rasgele bir yanını ele alıp irdelemenin, yeni kolaylıklara, değişikliklere, yeni düzenleme ya da kurumlara ilişkin birtakım önerilerde bulunmanın hiçbir anlamı yoktur. Belki iyileştirebileceğimiz kimi şeyler olacaktır; belki soruna şimdiye kadarkinden daha kusursuz çözümler bulabileceğiz; ancak bulacağımız çözümleri daha iyi kılan, bizim yeryüzünde iki ayrı cinsiyetin mensubu olarak yaşadığımızın ve ayrı cinsiyet mensuplarının işbirliği yapması gereğinin daha çok dikkate alınmasıdır. Bu koşulların göz önünde tutulması durumunda ele geçireceğimiz çözümler doğru ve kalıcı olacaktır.

Bu düşünceye bağlı kalırsak, sevgi sorununa ilişkin ilk söyleyebileceğimiz şey, bunun iki insanın önüne çıkarılan bir ödev olduğudur. Pek çok insan için sevgi kaçınılmaz yeni bir olaydır. Biz insanlar, belli bir ölçüde tek başımıza çalışacak gibi eğitilmişizdir; belli ölçüde bir ekip ya da bir topluluk içinde çalışmasını öğrenmiş bulunuyoruz. İkili olarak çalışma konusunda fazla bir deneyimimiz yoktur. Dolayısıyla, bu yeni durum kendisinde bir güçlüğü barındırır; ne var ki söz konusu iki insan o zamana kadar diğer insanlarla sürekli ilgilenmişlerse, karşılaştıkları güçlükle daha kolay başa çıkacaklar, birbirlerine ilgi göstermesini daha kolay öğreneceklerdir.

Şöyle de diyebilirdik örneğin: Bu ikili çalışmanın başarıya ulaşabilmesi için, iki kişiden her birinin kendisinden daha çok karşıdakini düşünmesi gerekir. Sevgi ve evlilik yapısının, üzerinde başarıyla yükseleceği biricik temel budur. Buradan yola koyularak, evliliğe ilişkin pek çok görüşün ve evlilikte yeniliğe ilişkin pek çok önerinin ne bakımdan yanlış olduğunu şimdiden söyleyebiliriz. Taraflardan her birinin kendisinden çok karşısındakini düşünebilmesi için iki taraf arasında bir eşitliğin varlığı gerekir. Böyle içten bir özverinin gerçekten söz konusu olması durumunda taraflardan hiçbiri kendini baskı altında ya da ikinci plana itilmiş hissetmeyecektir. Eşitlik, ancak her iki tarafın böyle bir tutuma sahip olmasıyla sağlanabilir. Taraflardan her biri ötekinin yaşamını kolaylaştırmaya ve zenginleştirmeye çaba harcayacaktır. Ancak bu şekilde her iki taraf kendini güven içinde görür, taraflardan her biri öteki tarafından istendiği, ötekince önem taşıyıp işe yaradığı duygusuna sahip olacaktır. Sağlıklı bir evliliğin temel güvencesini, evlilik ilişkisinde mutlu olabilmenin kesin koşulunu karşı taraf için bir önem taşındığı, yerinin bir başkasıyla doldurulamayacağı, karşı tarafça gereksinildiği, ona bir insan ve gerçek bir dost gözüyle bakıldığı duygusu oluşturur.

İki kişilik bir toplulukta iki taraftan hiçbiri ötekine hizmet eder konumda bulunamaz. Birinin hükmetmek ve ötekini itaate zorlamak istemesi durumunda, iki insanın verimli bir birlikteliği kurabileceği düşünülemez. Günümüz koşullarında pek çok erkek hatta kadın ailede hükmedip emredecek, önder rolü oynayacak, sözünü geçirecek kişinin erkek olması gerektiği inancındadır. Pek çok mutsuz evlilikle karşılaşmamızın nedeni de işte budur. Hiç kimse öfke ve nefret duygusuna kapılmadan bir başkasının kendisi üzerindeki tahakkümüne katlanamaz. Hayat arkadaşlığı yapacak kişilerin eşit haklara sahip olması gerekir ancak o zaman önlerine çıkacak güçlükleri yenebilecek güce kavuşurlar. Örneğin, çocuk sahibi olup olmama konusunda aralarında bir görüş birliği sağlayabilirler. Çocuk sahibi olmama konusunda verecekleri kararın, aynı zamanda insanlığın geleceğini güvence altına alma ödevine ilişkin bir karar niteliği taşıdığını bilirler. Ayrıca, çocukların eğitimi konusunda da yine görüş birliği içinde davranarak üzerlerine düşeni yapacak çünkü mutsuz evliliklerden doğan çocukların bunun acısını çekeceğini ve doğru dürüst gelişemeyeceğini bileceklerdir.

Günümüz uygarlığında insanlar çoğunlukla toplum yaşamına iyi hazırlanamamaktadır. Bizler fazlasıyla kişisel başarıya eğilim gösterecek gibi yetiştiriliriz, yaşama ne verebileceğimizi değil yaşamdan ne çıkar sağlayabileceğimizi düşünmeye alışmışızdır. İki kişi evliliğin gerektirdiği gibi çok sıkı bir beraberlik içinde yaşayacağına göre, toplumsal bilinç ve özveriyle bir başkası için varolma gücündeki bir yetersizlik, ister istemez son derece ağır sonuçlar doğuracaktır. İnsanların çoğu bu sıkı ilişkiyi ilk kez yaşar. Kendilerinden başka bir insanın dertlerini, amaçlarını, isteklerini, umutlarını ve hırs dolu çabalarını dikkate almaya alışmamışlardır. Toplumsal bir ödevin önlerine çıkaracağı sorunlara hazırlıklı değillerdir. Çevremizde tanık olduğumuz pek çok başarısızlığa şaşmamız yersizdir; ne var ki başarısızlıkları inceleyebilir ve gelecekte bunlara yol açan hatalardan kaçınabilmek için neler yapılabileceğini saptayabiliriz. Erişkinlerin yaşamında karşılaştığımız hiçbir bozukluk yoktur ki daha önce asla bir hazırlık dönemi geçirmemiş olsun. Davranışlarımız her zaman yaşam üslubumuza uygunluk gösterir. Evliliğe elverişlilik akşamdan sabaha oluşmaz insanda. Bir çocuğun karakteristik davranışlarına, tavır ve tutumuna, düşünce ve eylemlerine bakarak erişkinlik yaşamının değişik koşulları için kendisini nasıl hazırladığını görebiliriz. Çocuğun sevgiye yaklaşımı ana hatlarıyla daha beş, altı yaşlarında belli bir biçim kazanır.

Gelişim sürecinin erken bir evresinde çocukta sevgi ve evliliğe bakış tarzının oluştuğunu gözleyebiliriz. Bu, çocuğun erişkinlerdeki gibi içinde cinsel dürtüler hissettiği anlamına gelmez. Kendisini bir parçası olarak algıladığı toplumdaki genel yaşamın bir yanına ilişkin bir düşünce gelişir kafasında. Sevgi ve evlilik, çevresindeki yaşamın gerçekleridir; çocuğun kendi geleceğine ilişkin düşünceleri içerisine bir yol bulup girer bu gerçekler. Çocuklar söz konusu gerçeklere ilişkin bir tasarım sahibi olmak, bu gerçekler karşısında bir tutum takınmak zorundadır. Çocukların henüz erken yaşta karşı cinsten olanlara eğilim gösterip kendilerine hoşlanacakları eşler seçtiklerine tanık olursak bunu asla hatalı bir davranış ya da bir yakışıksızlık ya da erken cinsel olgunlaşma olarak anlamamalı, hele çocukların bu davranışına gülmekten, kendileriyle alay etmekten kaçınmalıyız. Olup biteni gelecekteki sevgi ve evlilik yaşamına hazırlayıcı bir adım olarak değerlendirmeliyiz. Çocuğun duygularını incitmeyerek yaptıkları şeyin doğruluğunu benimsemeli, sevginin önceden hazırlanmadan üstesinden gelinemeyecek mucizevi bir ödev sayılacağını ve bu ödevin bütün insanlık için önem taşıdığını davranışımızla açığa vurmalıyız. Böylece çocukların ruhuna bir idealin tohumunu eker, ileride sevgiye önceden gereği gibi hazırlanmış arkadaşlar olarak içten bir yakınlıkla birbirlerinin karşısına çıkmalarını sağlamış oluruz. Çocukların tek evliliğin doğal ve kesin savunucuları olmaları, hatta kendi anne ve babalarının evliliği her zaman uyumlu ve mutlu bir seyir izlemese de tek evlilikten yana eğilim göstermeleri doğrusu ilginçtir.

Anne ve babalara, çocuklarını zamanından önce cinsel ilişkiler konusunda bilgilendirmelerini ya da kendilerine bu konuda bilmek istediklerinden daha çok açıklamalarda bulunmalarını asla tavsiye etmek istemem. Çocuğun evlilik sorununa bakış tarzı doğal olarak son derece önemlidir. Bu konuda yanlış bilgilendirilirse belki de evliliğe tehlikeli bir girişim ya da tümüyle kendi dışında bir olay gibi bakacaktır. Benim gözlemlerime göre dört, beş ya da altı yaşlarında zamanından önce cinsellik bilgileriyle donatılan ya da zamanından önce cinsel ilişki olayını yaşayan çocuklar, ileride sevgiye her zaman korku ve çekingenlikle yaklaşır, karşı cinsten olanların bedensel çekiciliğini her zaman ürkeklikle algılar. Biraz büyük yaşta söz konusu deneyimi edinen ya da cinsellik konusunda bilgilendirilen bir çocuk, sevgi olayına pek fazla korkuyla yaklaşmayacak, olup biteni yanlış değerlendirme tehlikesi biraz ileri yaşta önemli ölçüde azalacaktır. Çocukları cinsellik konusunda bilgilendirirken şu kuralı akıldan çıkarmamak her zaman yararlı bir davranıştır: Çocuğa asla yanlış bilgiler verilmemeli, çocuğun sorularını yanıtlamaktan asla kaçınmamalı, kendisine bilmek istediğinden ve kesinlikle anlayabileceğinden daha çok açıklamalarda bulunulmamalıdır. İstenmeden patavatsızca cinsel bilgilendirmenin, çocuğa ciddi şekilde zararı dokunabilir. Ötekilerde olduğu gibi bu yaşamsal sorunda da en iyisi, çocuğun bağımsız davranarak kendi çabasıyla gereken bilgileri edinmesidir. Anne ve babasıyla arasında bir güven varsa, çocuğu cinsel konularda bilgilendirmenin sakıncası yoktur; çocuk bilmesi gereken şeyleri her zaman rahatlıkla sorup öğrenebilecektir.

Arkadaşlarından edineceği cinselliğe ilişkin bilgilerin çocuğu mahvedebileceği görüşü çok yaygın bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Sağlıklı hiçbir çocuk görmedim ki bu şekilde mahvolmuş olsun. Çocuklar okuldaki arkadaşlarından cinsellik konusunda işittikleri her şeyi olduğu gibi alıp kafalarına yerleştirmez, sıklıkla pek eleştirici bir tutum takınır, anlatılanların doğruluğundan kesinlikle emin değillerse, anne ve babalarından ya da abla ve ağabeylerinden durumu sorup öğrenmek isterler. Ayrıca, şunu itiraf edeyim ki benim gözlemlerime göre, çocuklar bu konularda sık olarak anne ve babalarından daha incelikli bir duyguyla, daha ölçülü davranırlar.

Karşı cinsiyet mensuplarının bedensel çekiciliğini algılama yeteneğinin temeli de yine çocukluk çağında atılır. Çocuğun yakın çevresindeki karşı cinsten olanlardan kaynaklanan sevimlilik ve çekicilik izlenimleri, bedensel çekiciliğin ilk algılamalarını oluşturur. Bu izlenimleri annesinden, kız kardeşlerinden ya da diğer kızlardan edinen bir oğlanın ileride bedensel bakımdan neyi çekici bulacağını, bir bakıma erken yaştaki bu izlenimler belirleyecektir. Bazen sanat yapıtları da bu konuda yönlendirici bir rol oynayacaktır. Dolayısıyla, herkesi kendisine çeken ayrı bir güzellik ideali vardır. Bu yüzden insan ileride kendisini cezbedecek kişiyi seçerken sözcüğün geniş anlamıyla özgür davranmaz, daha çok gerilerde kalan bir hazırlığın sınırları içinde bir seçime başvurur. Bu güzellik arayışı, tesadüfi bir olay değildir. Güzellik duygumuzun temelinde her zaman insanlığın esenlik ve ilerlemesine ilişkin bir sezgi yatar. Bütün yaşamsal etkinliklerimiz ve yeteneklerimiz bu yönde bir seyir izler. Bundan kaçıp kurtulmamız olanaksızdır. Güzel bulduğumuz nesneler, sonsuzluk damgasını içeren, insanlığın mutluluk ve geleceği için önem taşıyan nesnelerdir; çocuklarımızın izlemesini istediğimiz yolda karşılaşılan simgelerdir hepsi. Budur her zaman bizi cezbeden güzellik.

Alfred Adler
Yaşamın Anlam ve Amacı

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz