Geçen sefer, mezarının yanı başındaki mavi bankta seninle oturmuş sessizce fısıldaşırken önümüzden yaşlı bir kadın çalımla geçmişti. Bana biraz küçümser bir bakış atıp yoluna devam etmişti. Birden onun kuvvetli sesini duymuştum: “Yeryüzünde bir kadın yaşıyordu. Sonra ona bir taç giydirdiler. Şimdi ise çıkarttılar tacı. Geriye sadece kadın kaldı.”
Doğrusu, bunları söyleyen nine, “kadın” sözcüğüne bir de “güzel” sıfatı eklemişti. Şiirsel bir edayla konuşmuştu. Ne yazık ki sen duymadın. Hoşuna giderdi. Biliyorum. Oysa benim yanımda oturuyordun. O kadar yakındık ki dizlerimiz birbirine değiyordu ve sen her zamanki gibi: “Ne düşünüyorsun, Verusya? Ne düşünüyorsun?” diye soruyordun.
Mezarının başında hafızam daha net oluyor ve kafam hafifliyor. Tekrar beraberiz. Yalnız değilim. Ve bu dakikalarda benim için hiçbir problem, hiçbir sorun kalmıyor. Her şey basit ve net, tıpkı çocukluğumdaki gibi. Dünya duruyor ve düşüncelerim gibi iki tarafa dağılıyor. Mevsimler birbirine karışıyor, yollar buluşuyor, mesafeler kısalıyor ve tüm bu görüntü ve biçimlerin oluşturduğu nehrin arasından seslerimizin yankısı, mezarının başında seninle mavi bankta oturup sessizce fısıldaştığımız saatlerde oluyor.
Önceleri daha sık, hatta neredeyse her gün seni ziyaret ediyordum. Sonraları cumartesileri gelmem konusunda seninle anlaştık. Sen gönülsüz de olsa kabul ettin: “Ne yapalım, yapacak bir şey yok, küçük Verusyam. Madem öyle cumartesileri gel.” Biliyorum. Her şeyi biliyorum, Nâzım ama elden ne gelir? Benim de yaşamam gerek. Yardım et bana.
Cumartesi sabahları genellikle önce pazara gidip sana çiçek alıyorum. Onları sanki güzelliklerinden, canlılıklarından bir fayda gelecekmiş, ikimizin yazgısında bir şeyleri değiştireceklermiş gibi özenle seçiyorum. İlk zamanlar sana taksiyle geliyordum. Şoförün direksiyonun başında dalıp gideceğimi ve bu nedenle parçalanacağımı düşünerek garajın anahtarını bana vermiyordu. Üzülüyordu bana adamcağız. Sonunda bir gün arabayı kullanmama izin verdi. O günden beri de sana bizim “kırmızı şapka” ile geliyorum. Mezarlığın kapısından sanki evime girer gibi geçiyorum. İlk başlarda her adımımı zorlukla atıyordum. Şimdi ise sanki kendi evime gelmişim gibi yürüyorum. Dahası, mezarlığın girişindeki görevliden gülleri sulamak için kova ve etrafı temizlemek için de süpürge alıyorum. Sana doğru yürüyorum ve biliyorum, sen bankın kenarına oturmuş beni bekliyorsun. Bankın tam kenarına oturuyorsun. Öyle ki isterse beş kişi otursun banka, sen hiçbirine engel olmazsın. Yorgun hasta insanların hastane köşelerinde muayene saatini bekledikleri gibi oturup bekliyorsun. Ve her seferinde sanki gelmeyecekmişim, gelmeme bir engel çıkacakmış gibi geliyor sana… Gerçekten tam hastanedeki hastalar gibi, kuruntulara kapılıyorsun. Ben ise ilerliyorum ve ilkin bank tarafına hiç bakmıyorum, sanki hiç yokmuş gibi davranıyorum. Çiçekleri yere koyuyorum. Mezarlığı kolaçan edip her şey düzgün mü diye kontrol ediyorum. Benim getirmediğim çiçekler görüyorum. Demek ki birileri gelmiş. Bazen tatlı bir şeyler buluyorum. Bir keresinde badem şekeri bırakmışlardı. Hiç kuşkusuz senin memleketinden getirmişlerdir.
Bazen, –ve gittikçe daha sık– çiçeklerin altında sarımtırak renkli madeni Türk paraları buluyorum. İlgiyle inceliyorum senin ülkenin paralarını. Tuhaf şey, Nâzım seninle dünyayı gezdim, ama hiçbir yerde Türk parası görmedim… Şimdi ise otlara saçılmışlar. Bulduklarımı toprağa gömüyorum. Bırak onlar Türk okurlarının eliyle sana ulaşan gecikmiş telif bedeli olsun.
Kısacası, bizde her şey bildiğin gibi, hatta biraz gizemli. Ben mezarının başında ilk dakikadan itibaren hararetle işe koyuluyorum. Vazoları, çiçek saksılarını elden geçiriyorum. Kuruyanları atıp taze çiçekleri koyuyorum. Gidip su alıyorum, gülleri suluyorum. Öyle bir dallanıp budaklandılar ki! Tüm işleri tamamlıyorum. Her şeyi yerine koyuyorum, süpürüyorum, topluyorum ve tüm bunlardan sonra oturuyorum. İşte o zaman bizim sohbetimiz başlıyor. Saate baktığında zaman hızla akıp geçiyor. Uçuyor zaman…
Bu seninle son söyleşimiz Nâzım. Son çünkü biz onu şimdi bitirmezsek bir daha bitiremeyeceğiz. Bizim iç içe geçmiş, karmakarışık olmuş, kimi zaman kederli, kimi zaman neşeli, kimi zaman cesur, kimi zaman trajik seslerimiz bir yandan köyler ve yollarla, diğer yandan şehirler ve gökle, korku ve neşeyle karışmış bir halde insanların yüreklerinde yankı buluyor. Tanrım, dua etmeyi bilmiyorum. Sadece tek bir şey diliyorum. Anılarımı koru. Henüz tüm sözcükleri, tüm tebessümleri, mendilinin kenar rengine varıncaya dek tüm renkleri anımsıyorum. Ben insanım ve anılarımla varım.
Vera Tulyakova
Bahtiyar Ol Nazım