O zamanlar küçük bir kız çocuğu olmama rağmen Nâzım Hikmet’le karşılaşmalarımız aklımda çok iyi yer etmiştir. Ender görüşürdük, çok hastalanırdım. Podmoskovye’de yaşayan büyükannem, annemle babamın boşanmasından önce beni yanına almıştı.
Annem Nâzım Hikmet’i ailesiyle tanıştırmak için, işte ilk kez buraya getirmişti. Büyükannem pasta, börek pişirmişti, çok heyecanlıydı. Bana “Evimize büyük bir şair geliyor” demişti. Nâzım Hikmet iyi ve neşeli bir insan olarak görünmüştü gözüme. Rusçayı tatlı bir aksanla konuşuyor, bazen komik biçimde kelimeleri değiştiriyordu. Annem de çok heyecanlıydı. Ama kısa zamanda kaynaştık. Yalnız itiraf etmem gerek, hem o gün, hem
de ondan sonraki karşılaşmalarımızda Nâzım Hikmet, XIX. yüzyıl aristokratlarının hayatını anlatan filmlerdeki kavalyeler gibi elimi öptüğünde korkudan ölecek gibi olurdum. İlk tanıştığında istisnasız bütün kadınların elini öperdi. Sonra da beni yanağımdan öperdi. Tütün ve kolonya karışımı hoş kokusunu, fırça bıyıklarından gıdıklandığımı, altın rengi çillerle kaplı ellerinin ve yüzünün incecik derisini hatırlıyorum.
Sonraları annemle Nâzım Hikmet’in Moskova’da birlikte yaşadığı, şimdi benim oturduğum daireye uğramaya başladım. Akşamları hep bir sürü misafir olur, sohbetler edilir, yenilir içilirdi. Coşkulu ve mutlu bir yaşam kaynardı. Ama gündüz oldu mu, annem, Nâzım Hikmet’in çalıştığı odanın kapalı kapısının önünden ayaklarının ucuna basarak geçerdi, huzurunu gözetirdi. Ona kahve pişirir, telefonda fısıldayarak konuşurdu.
Nâzım Hikmet ve annem birbirlerine ışıkla bakardı. Küçük olmama rağmen, ben bile fark etmiştim. Sürekli bakışları karşılaşır, gülerler, birbirlerine komik sözler söylerlerdi. Büyüyünce anladım ki, birbirlerine olan şefkatlerini başkalarından bu şekilde sakınırlardı. Nâzım Hikmet’le arkadaştık;
benimle söyleşir, beni tatlıya, şekerlemeye boğardı, ki kendisi de çok severdi böyle şeyleri. Gezilerden dönüşte bir sürü hediye getirirdi.
Bir keresinde benden kendisine baba dememi istedi ama annem zaten bir babamın olduğunu söyleyerek buna müsaade etmedi. İşte böylece benim için hep Nâzım Amca olarak kaldı. Ona bu şekilde hitap ederdim. Şimdi onu hatırlıyor ve gülümsüyorum. O kadar yakışıklı, zarif, hoş ve iyi biriydi ki. Çocukluğumdan kalma büyülü bir suret adeta.
Nâzım Hikmet öldükten sonra evimizden hiçbir yere kaybolmadı. Evimiz diyorum, çünkü onun ölümünden sonra annem beni yanına aldı. Hayatı boyunca evin içinde Nâzım Hikmet’in ayak seslerini işitti, onunla konuştu, zor durumlarda kendisine yardım ettiğinden ve beladan kurtardığından emindi. Ama bir şeyleri doğru yapmadığında kendine kızdığından da hiç şüphesi yoktu. Nâzım Hikmet annem için dünyadaki en önemli insan olmaya devam etti. Yazdığı her şey de hayatının manası, övünç ve mutluluk kaynağı olmayı sürdürdü. Ölümünün ilk yılında annemin geceler boyu uyuyamadığı olurdu. İşte hatıralarını bu dönemde yazdı. Ancak gerçek bir aşkın ve Nâzım Hikmet’in Sovyet rejiminden duyduğu hayal kırıklığının sarsıcı hikâyesinin SSCB’de yayımlanmasına izin vermediler, ta ki birlik yıkılana dek. Bu yüzden kitap önce Türkiye’de çıktı, ama o da kolay olmadı.
Annemin kitabının Rusçada yayımlanmasının üzerinden beş yıl geçti. Vera Tulyakova’nın aşkı ve hatırası sayesinde büyük şairi, kutlu Türkiyesi’ni ve insani bakımdan hayret verici emsalsizliğini bir kere daha keşfeden minnettar okurlardan hâlâ mektuplar alıyorum.
Nâzım’dan “Anuşka” diye seslendiği Anna Stepanova’ya doğum günü hediyesi…
Büyük şairin kitaplarında yer almayan bu şiiri okurlarımıza sunuyoruz.
“Bitirdin dokuzunu Anuşka
sanırsam oldukça değişecek
yüzün gözün
boyun bosun
aklın fikrin
doksanını bitirdiğinde
Bitirdin dokuzunu Anuşka
Değişmesin yüreğinin içindeki
billur çekirdek
Doksanını bitirdiğinde)
12 Kasım [1961], Moskova