Bireyselden Toplumsala, Ulusaldan Evrensele: Nazım Hikmet Kendi Şiirini Anlatıyor

“Dudaklarımı kemiriyorum, alnımı kırıştırıyorum, kalkıp kalkıp oturuyorum, ama yazıyorum. Neden? Niçin? Çünkü ne yapmak istemişim de, ne yapabilmişim; hasretim neymiş de, bunun ne kadarını gerçekleştirebilmişim, belli olsun istiyorum.”

Nazım Hikmet sanatı ile eserinin niteliğini ve evrimini bir konuşmasında temel çizgileriyle belirtmiştir. Şiir anlayışı ile onun gelişimini, tasarladığı ile gerçekleştirdiğini, kendi deyişiyle “ne yapmayı isteyip de ne yapabildiğini” de açıklayan bu önemli konuşmayı şairin arkadaşı Ekber Babayef derleyip düzenlemiştir.”
Bundan önceki bölümde Nazım Hikmet’in “eseri” (ve dolayısıyla şiiri, sanat görüşü) üzerinde uzun uzadıya durmuştum. İncelememin sonunda bir ‘özetleme’ ya da ‘genelleme’ çıkartmaktansa, sözü geçen konuşmayı –gerekli açıklama ve eklemelerle– Yön dergisinden aktarmayı yararlı buldum:

Nâzım Hikmet Kendi Şiirini Anlatıyor

Ekber Babayef
Nazım Hikmet’in odası. Duvarda Abidin Dino’nun “Yürüyüş” tablosu, İstanbul’un renkli fotoğrafı, Avni’nin “Atlar”ı, Bulgar Piyonerlerinin hediyesi: nakışlı, dokuma bir halı, halıda Nâzım’ın çok güzel çok büyük ve kendisine en çok benzeyen bir portresi.
Nâzım’ın masasında, Nâzım’ın yazı makinesinde, Nâzım kitabı için bir Önsöz yazıyorum, Nâzım’ın bana hediye ettiği kalemle tashihler yapıyorum.
Nâzım, büyük Rus şairi Puşkin için şöyle yazdıydı: “Puşkin’i sinemada, tiyatroda seyrettim, Puşkin üstüne yazılmış kitaplar, biyografiler okudum ve her seferinde yüreğim ağzıma geldi, aman kendini öldürtecek diye ve her seferinde dehşetli bir keder duydum, Puşkin öldü diye.”
Nâzım’la 13 sene çok yakın arkadaşlık ettim. Yazdığı şiirlerin hemen hepsini kendi dilinden dinledim. Moskova’da yazılan şiirlerin ilk okuyucusu oldum. 1951’in 29 Haziranında onu Moskova’nın “Vnukovo” uçak alanında karşıladım ve 1963’ün Haziranında Moskova’nın “Novodeviçye” mezarlığında onunla vedalaştım.
Şimdi şu Önsözü yazarken, o 13 sene gözümün önünde canlanıyor. Ve 3 Haziran 1963’e her yaklaşışımda yüreğim ağzıma geliyor: Aman Nâzım gidecek ve dehşetli bir keder duyuyorum. “Bu dünyadan Nâzım geçti”. (Nâzım Hikmet’in çocukluk ve gençlik arkadaşı Vâlâ Nureddin, Nâzım için yazdığı kitaba şu güzel başlığı koymuştur: “Bu Dünyadan Nâzım Geçti”)
Nâzım Hikmet üstüne epey yazı çıktı, yine çıkacak. Onun sanatı üstüne eleştirmeler yayımlandı, yine yayımlanacak. Fakat bunların hepsinden çok daha önemli bir şey var: Nâzım’ın kendi diliyle kendi sanatını anlatışı.
Nâzım kendi sanatı üstüne konuşmasını sevmezdi. Kitapları için Önsöz, ona biz zorla yazdırırdık. Bir keresinde de tuttu şöyle bir önsöz yazdı:
***

“Çocukluğumda, imlâda çıkan yanlışların doğrularını en aşağı yirmi beş kere yazdırtıp beni cezaya çarparlardı. Şimdi, çarpıldığım en ağır ceza, basılan kitaplarıma önsöz yazmak. Kitap ortada, okuyucunun da aklına fikrine güveniyorum. Zaten güvenmesem, kitabımı okusun diye önüne sürmezdim. Öyleyse önsöze, hele benim yazacağım önsöze ne lüzum var? Ben sanatı şöyle anlarım, böyle anlarım demekteki mânâ ne? Sanat görüşüm, bu görüşün nasıl değiştiği, ne gibi değişmeler geçirdiği, hele böyle bir ‘Seçme Yazılar’ kitabımı okuyan için belli olmuyorsa, ne yapsam faydasız. Benim önsözüm de, kitabı düzenleyenin önsözü de faydasız. Ama işte, bütün bu söylediklerime bakmaksızın, önsözü yine de yazıyorum. Dudaklarımı kemiriyorum, alnımı kırıştırıyorum, kalkıp kalkıp oturuyorum, ama yazıyorum. Neden? Niçin? Çünkü ne yapmak istemişim de, ne yapabilmişim; hasretim neymiş de, bunun ne kadarını gerçekleştirebilmişim, belli olsun istiyorum. Yani ben sanat görüşümü, ne yapmak istediğimi, hasretimi okuyucuya söyleyeceğim. O, bakacak, yaptıklarımı, yapabildiklerimi okuyacak, ölçecek. Ayrılık varsa görecek. Elbette var. Hasretimiz gerçekleştirebildiğimizden çok ilerde, çok büyük. Ayrılık var, ama aykırılık, zıtlık yok. Ben sanat görüşüme aykırı tek satır yazmadım, yazmamaya çalıştım.”
***

Sonra birkaç kere daha bu önsözlerden yazdı Nâzım. Fakat benim asıl istediğim şeyi –kendi sanatını anlatan yazıyı– bir türlü yazmıyordu yahut yazmak istemiyordu. Hep aynı sebep, anlaşılan.
Bir gün İtalya’dan, Nâzım’ın eserlerini basan bir yayınevinden mektup geldi. Yayınevi sahibi, Nâzım’ın bütün eserlerini, şimdiye kadar ne yazmışsa, kaç cilt olursa olsun, basmak niyetinde olduğunu yazıyor ve Nâzım’dan sanat anlayışı üstüne bir de yazı istiyordu. Şunu da söyleyeyim ki, bu yayınevi, Nâzım’ın eserlerini en iyi basan bir yayıneviydi ve hatta bir keresinde “Memleketimden İnsan Manzaraları”nın üçüncü kitabının bir sayfa Türkçe, bir sayfa İtalyanca olarak basmıştı. Nâzım’ın bu yayınevine saygısı büyüktü ve yapılan teklifi sevinçle kabul etti.
Eserlerini toplamaya başladık fakat iş yarıda kaldı. Nâzım Tanganika’ya gitti, dönüşte Berlin’e, sonra, az sonra… 3 Haziran 1963.
Tanganika’ya gitmeden biz şöyle kararlaştırdık: Ben, Nâzım’ın başka başka zamanlarda yazdığı ve bende olan yazılarından bir “montaj” yapacağım, Nâzım dönüşte onları gözden geçirecek, gereken yerlerini işleyecek ve yazıların arasına” köprüler” kuracak.
Ben “montaj”ı yaptım, Nâzım’a gösterdim, beğendi, “köprüler”den konuştuk, iki gün sonra bu köprüler kurulacaktı.
Aşağıdaki yazı işte o “montaj”dır. Maalesef, köprülersiz. Köprüleri ben kurmaya çalıştım: Nâzım’ın yapmak istediklerini hatırlayarak.
İmlâ Nâzım’ın imlâsıdır, değiştirmedim.

Asım Bezirci
Kaynak: Nazım Hikmet

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz