Jean-Paul Sartre 1905’te Paris’te doğdu. Ailesi orta burjuvazidendi. Gençliği öğrenimle geçti hep: Bakalorya sınavı, Yüksek Öğretmen Okulu’na giriş, felsefe bölümünü bitiriş. Sonra taşrada sönük öğretmenlik yılları. Bu yılları ara sıra ışıklandıran yolculuklar…
Bu arada Sartre durmadan okur, düşünür, gücünü dener. Alman olgubilimcileri (phénoménologue’larını), örneğin Heidegger’i Fransa’da ilk okuyanlardan biri olur. Ardından İmgelem, Coşkular Üzerine Bir Kuram Taslağı, İmgesel gibi hayli özel felsefe incelemeleri kaleme alır. Artık yazar olmayı kafasına koymuştur. Bu istekle kendine özgü bir tutum, bir anlatım arar. Ama bunu bulmak kolay olmaz. Gençliğinde bir yığın deneme karalar. Şimdiye değin basılmayan bu denemelerin neler olduğunu bilmiyoruz. Anlaşılan hiçbir zaman da bilemeyeceğiz. Çünkü basılmış eserleri dahi bu önuğraşılardan bir ses getirmezler bize: Gecikmiş olarak ama ustaca bir görünümle ve birdenbire karşımıza çıkarlar.
Bu eserlere yeni edebiyatın en yüksek örnekleri denebilir mi? Ne denirse densin bu örneklerin en tanınmışı, en göze çarpanı onlardır. Öyle ki ikinci sıradan örneklerin bile çoğuna onların yön verdikleri söylenebilir. Nitekim 1920-1928 yıllarını izleyen bir sürü çıkış görülür. Gelgelelim 1938’de Sartre’ın Bulantı romanıyla çıkışı bunların hepsini bastırır. Gerçi Bulantı’nın çıkışı daha öncekilere göre ilk büyük olaydır. Ama salt bu olaya bakarak yazarın şimdiki ününü o günden kestirmek güçtür. Sartre’ın evrim çizgisi umulmadık bir hızla yükselir çünkü. Sözgelişi Varlık ile Hiçlik –bu olgubilimsel varlıkbilgisi (ontologie phénoménologique)– kitabı Bergson’ dan sonra en çok okunan felsefe eseri olur. Oyunları (Sinekler, Gizli Oturum, Saygılı Yosma, Kirli Eller, Mezarsız Ölüler) uluslararası başarı kazanırlar. Özgürlük Yolları adlı romanının ilk cildi birçok eleştirmence (örneğin Maurice Nadeau’ya göre) “çağdaş romanın şaheseri” sayılır.
Sartre aynı zamanda bir okul başbuğu, bir bilinç yönetmenidir. Les Temps Modernes adlı dergisinde günümüzün bütün sorunlarına dokunur. Her yazısı derin ve geniş tepkiler yaratır. Pek az yazarın ya da filozofun adı onunki kadar sık anılır basında. Fotoğrafını hemen hemen bütün dergilerde görürsünüz. Konuşmalarını dinlemeye gelenleri alacak büyüklükte salon bulamazsınız. O kadar çok dinleyicisi vardır. Yöresini bir efsane çevirir sanki: Bu efsanenin bir ucu çalıştığı kahvelere –Café de Flor, Bar du Pont Royal– dayanır. Öbür ucuysa şuna: Sartre yeni edebiyatın ilk ulu öncüsüdür. Bugün kapladığı yer, André Gide’nin 1920’de kapladığı yerle birdir.
Doğrusu ya, böylesi bir ün ve sanın kaynaklarını hemen çıkaramaz insan. Kaldı ki Sartre da öyle bir bakışta gücünü kabul ettiren yazarlardan değildir. Her şeyden önce bu gücün belirtisi olacak bir üslup görülmez onda. Tümcelerinde (cümlelerinde) Tanrı vergisi en küçük iz bile yoktur: Hani, üslubu olmayan bir büyük yazar saysak yeridir onu. Diyeceğimiz onun üslubunda ne falan yazarın göz kamaştırıcı buluşları, ne filan sanatçının okuru çarpan söyleyiş arılığı ne de kuvveti vardır. Bu bakımdan Balzac’ın üslubu için söylenenler Sartre’ınki için de söylenebilir: Sözlerin güzelliğinde değil, sayfaların hareketinde görülen bir özü dille iletmek üzere kaleme sarılan bir adamın üslubudur. Romancı ile filozof, ancak bir araç olarak başvururlar ona.
Güzel, ama büyük bir romancı mıdır Sartre? Tek başına roman dünyası yeter mi ona? Yorumlar, çevresindeki ek yapılar olmasa bu dünya bize kabul ettirebilir mi kendini? Kurguları, uyduruları olsun, kişileri olsun, kendi iradelerinden çok yaratıcılarının buyruğuna bağlamazlar mı hayatlarını? Büyük romanlarda gördüğümüz gibi zorunlu ve bağımsız bir yaşayış, bir varoluş izlenimi bırakırlar mı bizde?
Ya Sartre’ın filozofluğu? Düşüncenin ulu yaratıcılarından biri sayabilir miyiz Sartre’ı? Ünlü Bergson’un ününe ulaşıyor ya da aşıyorsa, sezgi alanına bir yenilik kazandırdığı için midir bu? Husserl olmasaydı, Heidegger olmasaydı Sartre’ın hali nice olurdu? Sartre’ın filozof olarak önemi, özel buluşlarından çok sistemleştirme ve sergileme özelliğinden gelir.
Sartre’ın günlük düşünüşü için de durum aynıdır. Azlık peygamberce, çokluk kesin ve belirli bir düşünüştür bu. Yeni sorunlar doğurmaktan çok askıdaki sorunları genişletmek, aydınlatmak ve didiklemekte başarı gösteren bir düşünüş… İster bağlanıştan söz açsın, isterse maddecilikle devrimin ilişkilerinden, yeni sorunlar atmaz ortaya. Konulmuş sorunları çözümler daha çok. Üstelik bu çözümleyiş dâhi, yaratıcı bir buluş olmaktan uzaktır; bir çeşit öne seriştir, açıklayıştır.
Öyleyse nereden geliyor Sartre’ın bu büyük ünü? Kitaplarını kucaklayan birlik ve çeşitlilikten! Sartre’ın ününü besleyen birinci kaynak budur. Bilirsiniz, bir fizik yasası vardır: Bir sistemin toptan gücü, onu oluşturan parçasal güçlerin toplamından daha yüksektir. Sartre’ın eserleri için de durum aynıdır. Burada da güç yönünden bir çoğalma görülmektedir: Sartre eşine az rastlanır diyalektik gücü olan bir filozof, keskin ve yaman bir tartışmacı, usta bir tiyatro yazarı, çok yetenekli bir romancı, eşsiz bir eleştirmendir. (Baudelaire üstüne yazdığı inceleme, eleştiri edebiyatının en güzel örneklerinden biri olarak kalacaktır.) Bütün bu niteliklerin bir araya toplanması güçlü ve yetkili bir kişilik sağlar ona. Bir Hippolyte Taine tasarlayın ki durmaksızın yazsın, yayımladığı romanlar başarı kazansın hep, aynı zamanda hem Taine hem de Zola olsun yani: İşte, aşağı yukarı Sartre’ın durumu budur.
Burada görülen bir başka durum da Sartre’ın çağına sımsıkı bağlanması, çağıyla söyleşmesi, çağının dileklerini karşılamasıdır. O kadar ki onun öne sürdüğü değerler merdiveninin bizim beklediğimiz merdiven olduğu söylenebilir. Birbirine karşıt öğretilerin (doctrine) çatışması ya da çökmesi, düşman bir dünyada usun (aklın) uğradığı şaşkınlık, kişinin içine düştüğü kargaşa –bütün bunlar– aşırı bir düzen ve doğru bir inanç susuzluğu doğurur bizde. Bilmek isteriz: Şu bizi aşan evreni bir bakışta kavramak, ölçüp biçmek elimizde midir, değil midir? Böylesi bir evrende yaşayabilir miyiz, yaşayamaz mıyız? Sartre’ın öneminin ikinci kaynağı, bu sorulara bir karşılık aramasındandır. Gerçekten de Sartre bir dünya ve insan görüşü koyar önümüze. Bu görüş çağdaş bilincin dağınık verilerini derleyip toparlar, belli bir düzene sokar. Üstelik bunu yerine getirirken efsanelik bir coşkuya kapılmaz, aldatıcılığa başvurmaz. Bazı kimseler bu görüşün insan hayatına özgü değerleri tanımadığını sanırlar. Oysa tam tersine, Sartre aradığımız yaşama nedenlerini bu görüşten çıkarmaya çalışır.
Sartre’ın felsefe düzeni biri varlıkbilim (ontologie), öbürü de törebilim (éthique) olmak üzere ikiye bölünür… Ne var ki şimdiye değin önde giden hep varlıkbilim oldu. İlkin Varlık ve Hiçlik’in yayınlanması da bunu gösterir. Sartre’ın romanları da felsefesi gibidir: Romanlar önce bir gerçeğin anlatımı, sonra da bir davranışın doğrulanışıdır. Dünyanın yansıtılması acaba insanın amansız bir tablosunu yapmak mı demektir? Elbette öyle demektir. Çürük bir toprağa temel atmaktan çekiniriz: Descartes bozulmaz bir kesinliğe varmak için kuşku gösterir, ancak bu amaçla toprağın altını üstüne getirirdi. Onun gibi Sartre da yaşamamıza bir dayanak bulup bulamayacağımızı öğrenmemiz için bütün umutsuzluk nedenlerini önümüze serer, hepsini inceden inceye gözden geçirir.
Eserleri ve Düşünceleri
Bu yönden alınırsa Bulantı işin birinci bölümünü aşmaz: Evreni olduğu gibi göstermekten öteye geçmez. Öyle ama yine de önemli bir kitaptır; Sartre yeni bir denemeye girişir onunla: Metafizik (doğaötesi) sezgi, ilk olarak bu eserde roman evrenini kendi dokusuyla besler. Öte yandan Bulantı değişik bir yazış biçimi getirir bize: Duru, ılımlı, arı, soğukkanlı bir anlatım. Bu anlatım, dünyadaki insanın durumunu apaçık belirtirken anlatıcıyı dahi gözden siler. Gelgelelim tezli bir roman sanmak da yanlış olur Bulantı’yı: Düşünsel bir tezi doğrulamak amacıyla değil, yaşanmış bir deneyimi anlatmak amacıyla yazılmıştır da ondan. Metafizik roman burada katıksız romanın bir türü olarak görünür. Sartre ispatlamaz: Gösterir. Öylesine insancıl bir evren ve yaşantı serer ki gözlerimizin önüne, hayalimize hiç yer kalmaz; ne gerekirlilik biliriz artık ne de zorunluluk. Oysa isterdik ki hayatımız zorunlu bir şeye benzesin; bir heykelin, bir sanat eserinin yerleşik biçimini taşısın. İsterdik ki yöremizdeki dünya usla kurulmuş bir evren gibi duyursun kendini bize; var olmadan edemeyen, ama olduğu gibi de kalamayan bir evren olsun. Sartre’daysa bu iki zorunluluğun konuşma alanında, birbirinden ayrı iki zorunsuzluğun yan yana ve kendi kendine söyleştiklerini görüyoruz: Dünya da, insan da “hiç için” var olmuşlardır; “fazladan” var olmuşlardır. İlk ödevimiz şu bildiriye gözlerimizi kapamamak olmalıdır öyleyse: İsteyerek, bile bile körleşme ve Sartre’ın “namussuz” adını verdiği kimselerin “aldatmacılık”ı en büyük suçtur.
Peki, ama bu saçma, bu biçimsiz, bu ahlakdışı, bu yakamızı bırakmayan gerçeklik karşısında gösterebileceğimiz tek davranış bulantı mı, tiksinti mi olmalıdır? İğrenmekten öte bir şey yapamaz mıyız? Jardin Public’teki ağaçların varlığı karşısında –o ünlü sahnenin akışı boyunca– Antoine Raquentin’i saran iç bulantısı ve tiksintiden başka bir şey gelmez mi elimizden? Kitabın son sayfalarında bir plağın müziği, bir “kurtuluş” umudu doğurur. Ama ezginin (mélodie) var oluşu insanın ve nesnelerin var oluşuna benzemez: Ezgi zorunluluk biçiminde var olur. Ezginin kendisi zorunluluktur, gerekirliktir. Peki insanda onun gibi varlaşamaz mı? Zorunsuzluktan, boşluktan uzak şeyler –kitaplar, tablolar– yaratarak varlaşamaz mı?
Gelgelelim bu estetik özlem uzun süre tutamaz Sartre’ı. Bulantı’da bulunmayan ama sonraki eserleri egemenliği altına alan bir sözcük belirir: “Özgürlük” sözcüğü. Denebilir ki Sartre’ın eserleri Bulantı’dan kalkar, Sinekler’den geçerek Özgürlük Yolları’na varır. Böylece evrenden insana, nesneler arasında edinilmiş aldanışlardan bilinci sıyırmaya doğru yol alır; kendine döner. Bilinç sanki temelsizmiş, sanki değersizmiş, sanki doğrulanamazmış gibi duyar kendini; zorunsuz ve olumsal (contingent) bir veri olarak. Ama özgürlüğe giden yolları bilmek için bu zorunsuzluğu görmek, bu saptamadan (tespitten) doğan bulantıyı aşmak yeter. İnsanın bir nedeni (sebebi), bir temeli yoksa bu, kendi kendinin nedeni, kendi kendinin temeli olmasındandır: Eğer dıştan hiçbir şey ona değer vermiyorsa bu, kendi kendinin değeri olmasındandır. Eğer bırakılmışsa bu, tüm özgür olmasındandır. Nitekim hareketlerini ne Tanrısal bir buyuruya ne de eşyada yahut kendinde bulunan ussal bir ilkeye göre yapar. Gerçi özgürlüğünün açtığı uçurum önünde bunaltılı bir baş dönmesi duyar; ama hayatının anlamı da bu özgürlükten gelir. Yaşaması ancak bu özgürlükle bir anlam kazanır. Özgürlük verimli ve uyarıcı bir sözcüktür. Bir şeye karşı koyuyorsak onun verdiği coşkuyla koyuyoruz. Öyleyse kâğıtları açalım artık: Hayat “umutsuzluğun öbür yanında başlar.” (Sinekler)
Sinekler’de Oreste’yle Jüpiter arasındaki uzun konuşmada, kişinin özgürlüğünün dünya düzenine aykırı olduğu temi ele alınır. Bundan böyle Sartre’ın eserlerini hep bu tem yönetecektir. Oreste’nin yankısını sürdüren Mathieu Delarue –Özgürlük Yolları’nın kahramanı– kendi hesabına yaşama istemini belirtir. Herkes kendi özgürlüğünü yaşar. Her kahraman bir çeşit kayma, kendinden korkma içinde, önceden kestirilemeyen bir geleceğe doğru gider. Hiçbir şey Sartre’ın kişilerini zorlamaz, şöyle ya da böyle olmaları için sıkıştırmaz: Ne Tanrının buyuruları, ne ahlakın kuralları, ne geçmişleri, ne tutkuları, ne düşünceleri, ne de toplumsal durumları onları şu ya da bu biçim bir kişi olmaya iter. Gerçi havada yüzen, soyut birer varlık değillerdir; belli bir gerçeklik içinde, belli bir tarihsel, toplumsal, düşünsel, ruhsal gerçeklik içinde bulunurlar; ama bu durum sıkı bir gerekirciliğe (déterminisme) yol açmaz hiçbir zaman, özgür bir seçmeye yol açar, o kadar. Nitekim kişiler her an seçmek zorunda kalırlar. Bu yüzden de kendilerinden sorumludurlar. Mathieu acaba Marcelle’i seviyor mu, Marcelle çocuğunu düşürecek mi, Daniel Tanrıya inanıyor mu, Mathieu komünist olacak mı? Bilemeyiz. Çünkü hepsi de özgürdür, başıboş ve desteksizdir. Zaten onları birbirinden ayıran da bu değişmez özellikleridir. Bu bakımdan ileride ne yapacakları kestirilemez. Bakarsınız, Brunet komünizme bağlanır da Mathieu bağlanmaz. Oysa ikisi de aynı ölçüde özgürdür, aynı özgürlüğü yaşarlar. Bağlanmak gibi bağlanmamak da bir seçmedir aslında. Bağlanmamak her an yeniden kendi seçmesini yapmak demektir. Özgürlük Yolları’nın son cildinde, Ruhtaki Ölüm’den bir sahne Mathieu’nun savaşarak daha yüksek sandığı bir özgürlüğe ulaştığını gösterir. Güzel ama özgürlükte de bir sıralanış, bir yükseklik-alçaklık var mı acaba? Gerçekte kararsızlık ve bağlanma da birer özgürlüktür. Çünkü özgürlük kişiyi her an bir seçme yapmaya iten dış yöneltinin, bir dış gereksinmenin yokluğundan gelir. Doğrusu aranırsa özgürlük bu yöneltinin, bu gerekirliğin, bu belirlenmenin bulunmayışından başka bir şey değildir. Bundan ötürü bağlanma kadar kararsızlık da özgürlüktür. Özgürlük belli bir edim biçimine tutsak değildir: Özgürlük, varoluşun ördüğü kaçınılmaz, değişmez, ortaklaşa bir kumaştır. İşte Sartre’ın öne sürdüğü davranışın özü budur. Kısacası bu davranış bir bozgunu, bir yenilgiyi zafer kılığına sokma çabasıdır. İnsan, kendisine sürekli bir varoluş özgürlüğü verilmiş bir varlıktır; özü olmayan bir varlık. Bu durumundan ötürü seçiş, tasarı ve sorumluluk ona hayatın gerçek, benliğine uygun değerleri olarak görünürler. Giderek varoluşçuluk bir insancılık olur burada; hayale dayanmayan, tutarlı tek insancılık.
Sartre’ın yazar olarak değil de düşünür olarak önemi bundan gelir belki. Gerçi Sartre’ın edebiyat ve kurgu alanındaki (roman, tiyatro) gücü, büyüklüğü söz götürmez. Ama edebi yaratışıyla üzerimizde bıraktığı etki, düşünsel yaratılışla bıraktığı etkiye hiç benzemez. Bu bakımdan Sartre’ın roman dünyasıyla düşünce dünyası (yani dogmatik yazılarında benimsediği ve yaydığı dünya) arasında bir çelişki olduğunu sanıyoruz. Bu çelişki bizi insanın özüne götürecektir.
Onun için biz öğretiyi bir yana bırakalım da eserler üzerinde duralım. Sartre’ın eserleri büyük bir etki yaratır üzerimizde. Bu etki, bize kendini zorla kabul ettiren ve bir türlü yakamızı bırakmayan bir evrenden gelir: Sartre’ın evreninden. Bizi onun romanlarına bağlayan şey varoluşa aykırı, bayağı entrikalar değildir (Akıl Çağı’nın konusu şudur: Marcelle acaba çocuğunu düşürecek mi?); birbirinden pek ayırt edilemeyen kişiler değildir; alabildiğine nesnel olan anlatış değildir; neden sonra beliren ve ileride de göreceğimiz gibi yansıtmaya çalıştığı canlı dünyaya karşı çıkan kuramsal (nazari) anlam da değildir. Bizi bu romanlara bağlayan şey, yazarın yarattığı evrendir.
Gerçi Sartre’da büyük bir anlatım gücü, belirtme yeteneği var ama bu yetenek daha az göze çarpıcı olduğu zaman daha gerçek, öze daha uygun düşer: Görme karşısında duramaz çünkü hemen siliniverir. Öğretici açıklamalar, yorumlar ve karışmalarla ağırlaşmış olan Bulantı’ya oranla Duvar’ın, Gizli Oturum’un, Özgürlük Yolları’nın getirdiği gelişmelerin genişliği de apaçık gösterir bunu. Nitekim bunlar ustaca uygulanmış birer nesnellik örneğidir. Sözün kısası Sartre’ın büyüklüğünü yapan, okurlarına tanıtacağı bir evreni oluşudur. Elbette herhangi bir evren değildir bu. Sartre’a özgü bir evrendir. Sartre’ın evrenidir. Öbürleri gibi bu evren de kurguyla (fiction) yansıtılır, unutulmaz bir sürü saplantıyla belirtilir. Diyeceğimiz, nasıl ki Kafka’nın bir dünyası, Faulkner’ın bir dünyası varsa, Sartre’ın da bir dünyası vardır: Bizi onun gücüne inandıran bu dünyadır. Tanıtalım bu dünyayı: Saçma ve iğrenç bir evrenle ve serseri, biçimlenmemiş, çarpılmış bir bilinçle yüz yüze gelen bir dünyadır bu. İnsanın “susamadığı halde içtiği” bir dünya; bütün çıkış yolları kapalı bir dünya… O kadar ki doğa bile kendisiyle konuşulamayan, arlanmaz bir kitledir burada: Güneş dahi uğursuzdur, üzünçtür; bahar sağlığa aykırı bir mayalanıştır; deniz soğuk ve kara bir düzeydedir. Görüldüğü üzre dış evrenden kopup kaçan bu dünya, daracık insancıl sınırlar içinde yayılır. Dışarıya kapalı bir oda gibidir. İçeriye hiçbir rüzgâr giremez. İnsan bedeninin kokusu, duman, ter, sıcaklık ve ışık gittikçe artan bir boğucu hava yaratır orada. La Chambre’daki Pierre’in odası her zaman örtük duran perdeleri ve yanık lambalarıyla işte böyle bir odadır. Marcelle’in odasıysa içeriden bir bağaya benzer. Gizli Oturum’daki kapısız ve penceresiz odada Ines, Estelle, Garcin bir arada yaşarlar, hem de oldum bittim. Tutsaklığın böyle sürüp gitmesi, insanla dünya arasındaki o önlenemez ayrılığı canlandırır. Sahne hep kapalı bir yerdir, havası hiç değişmeyen bir kovuk: Bir kahve, bir otel ya da bir mahalle (Montparnasse Mahallesi gibi). İşte Sartre’ın gerçek Olimpos’u (Olympe) budur.
Kişileri
Sartre’ın kişileri hem kendilerini hem de birbirlerini sıkıştırır, tedirgin ederler. Kendi tiksintileri, boşlukları, saplantıları dışında bir şey bilmezler, görmezler. Kurtarıcı bir coşkuya kapılmazlar. Aşk bile bir başarısızlık konusudur onlar için. Başkalarıyla, çevreleriyle kurdukları bağlantılar oldum olası acı, aldatıcıdır: “Başkaları cehennemdir!” (Gizli Oturum) Kendilerine dönünce duydukları şey ise “susamadan içmek” zorunluluğudur yalnızca.
Sartre’ın eserlerinde insanı kendi benliğinden, kendi özünden ayıran her şeyin üstüne zalim, dayanılmaz bir ışık tutulur. Öyle ki yazarın düşüncesini yöneten dramı –Tanrılaşmak dileğini, bilincin özgürlüğünü ya da özün gerçekliğini artırma istemini– kolaylıkla ele geçiremezsiniz. Bu ezilmiş, yenilmiş kişiler hiç mi Tanrılaşmak istemezler? Doğrusu ya, asla böyle bir izlenim (intiba) vermezler bize. Onların göze çarpan yanı tiksintileridir daha çok, varoluşun biyolojik koşullarını benimsemekteki beceriksizlikleridir. Kişinin etinden, şehvet durumundan duydukları ürperti cinsiyetten iğrenmeye kadar varır. Bulantı’da cinsel simgeler (yorgun kamışlar) arasından dünyanın bayağılık ve saçmalığı gösterilir. Gizlilik’te Lulu’nun cinsiyetinden kaçmak, kurtulmak için yaptığı çaba dile getirilir. Aşk bile hep kusmuk ve pislik kokar: Erteleme’deki o olağanüstü sahne, bu konuda Sartre’ın eserlerinin doruklarından biri (hatta evrensel romanın en güçlü sahnelerinden biri) olarak gösterilebilir. Eğer Mathieu kapatmasının çocuk düşürmesini istiyorsa yalnızca özgür kalmak için istemiyor bunu, cinsiyete karşı duyduğu hınçtan (bu, hayata karşı da bir hınçtır) ötürü de istiyor. “Sevgili düşman, kirli ve besinli yemek dolabı”: İşte Marcelle’in karnı için Mathieu’nun düşündükleri! Eserde görülen eşcinsel (homoseksüel) kişiler de bu tiksintinin bir başka belirtisidir. Kaldı ki Sartre sevişme duygusuna L’Etre et le Néant’ın en kuramsal parçalarında bile karşı çıkar. Cinselliği, özellikle kadın cinsini hayasızca ortaya koyar. Bedence birleşmenin iğrençliği düşüncesi ve hayatı doğuran o yapışkan sıvıların tiksinme duygusu alışılmamış güçte bir sese kavuşur onda.
Ama rezaletten ve iğrençlikten hoşlanma eğilimi saymamak gerek bunu. Böyle bir eğilim taşımakla suçlamak yanlış olur Sartre’ı. Onun bu yoldaki direnişi, saplantısının acı ve derin içtenliğinden gelir. Eğer Sartre bu evrene sımsıkı bağlanmışsa, bir türlü aklından çıkmayan o saplantı düşünceden (musallat fikirden) ötürü bağlanmıştır. Elbette beraberinde sürekli bir arılık (saflık) özlemini getirmeseydi, hiçbir anlamı olmazdı bu saplantının. Bu bakımdan denebilir ki eserin özü –arı olmayanın saldırısına uğradığı ölçüde artan– bir arılık hayalidir. Maden gibi kuru, bozulmaz, katkısız bir hayal, bir tasarı. Sartre’ın duyarlığında Hıristiyanca bir öğe görülür: Canlandırılan dünya gerçekte bir düşüş dünyasıdır; ilk günahı sürdüren kirli bir dünyadır.
Ama kişi için bir çıkar yol gerek: Hem Sartre bulacağına güvenmeseydi söz açar mıydı ondan? Bir düş olamaz bu, bir trajedi de olamaz. Çünkü başkaldırış ya da umutsuzluk çığlığının ne anlamı ne de etkisi vardır. Onun için buradaki çıkış yolu olsa olsa özgürlük olabilir. Nitekim Sartre da özgürlükten söz açtığı zaman –sözgelişi Varoluşçuluk Bir İnsancılıktır konferansıyla Baudelaire adlı incelemesinde– coşkun ve baskın bir inançla, tutkuyla konuşur. Gelgelelim işin acıklı yanı da buradadır: Sartre, özgürlüğü düşüncesinde yaşattığı gibi roman evreninde de yaşatmayı başaramaz; çıkar yol, kurtuluş yani tutku olarak özgürlük bu üzgü (cevrü cefa) evreninin bulutlarını asla yırtamaz. Sartre gibi kahramanları da özgür olduklarını sanırlar. Oysa gerçekte hiç de öyle görünmezler bize. Kurtuluşu getiren bir özgürlük içinde değillerdir sanki. Gerçi eser bitmemiştir henüz, Özgürlük Yolları’ndaki yakarışta gevşek ve titrek kişilerin kahramanca bir özgürlük yönelişleri anlatılır ama bu özgürlüğü yaşatmak, bize onun coşkusunu aşılamak için yazarın o saplantılı evreninden ayrılması gerekir.
Sartre dehasına zarar vermeden bunu yapabilir mi acaba? Kendi istemiyle yüz yüze gelince ustalığından başka bir şey kalır mı elinde? Doğrusu ya, derin saplantılarını bırakırsa büyüklüğünü de bırakmış olur. Artık büyük hiçbir şey yapamaz. Aslına bakılırsa en başarılı eserleri en az anlamlı olanlarıdır: Gizlilik, Oda, Gizli Oturum. Öbür eserleri zayıflatan şeyse bunun tersine hareketlere kurtarıcı bir anlam yükleme istemidir. Bu yüzden okur ezilmiş, kötürümleşmiş sanır kendini, bir sıkıntı yaratma dileğiyle gerçek arasında bocalar durur.
Sartre’ın yarattığı kişilerin özgürlüğü nedir? Bu kişilerin gücü dünyadan kaçmakta, kendinden kopmakta, baskı yapan şeylerden sıyrılmakta, onları yok etmekte görülür. Ama kopmak gerçekte bir kurtuluş, bağsız olmak bir kaçış değildir ki. Hem insanın kopup kurtulduğu bu dünyada –kişiyle sıkıntı arasında– yalnızca hiçlik, yalnızca özgürlük yokluğu mu vardır? İkisi arasında yalnızca bir boşluk bulunduğu nasıl doğrulanabilir? Özgürlüğü bir kurtuluş olarak yaşamamız için Sartre’ın bu boşluğu ne ile dolduracağımızı bize göstermesi gerekirdi; istememek ve inkâr etmek özgürlüğüne inanmak ve bağlanmak özgürlüğünü de eklemesi gerekirdi. Yazık ki Sartre bunu yapmaz. Nitekim Sartre’ın kişileri bir şeye bağlanmazlar. Kendi özgürlüklerinden çok başka şeylere inanırlar: Sevmek ve hareket etmek için değil, seçmek için seçerler. Oysa, bulantıyı yenmek için değerden yoksun bir özgürlükten başka şeyler –sözgelimi özgürlüğün bağlanabileceği– bulmak gerekir. Ama bu değerler o evrende nasıl ortaya çıkacak, o kapalı kapıları sarsabilecek tutku nereden gelecek? Bilmiyoruz. Çünkü Sartre’ın dünyasında ne renk vardır, ne gerçek kurtuluşa özgü bir özgürlük sesi ne de bir özgürlük çağrısı. Bunların olmayışı, o koca eser için göze görünür tek tehlikedir gerçi; ama saplantı payının gitgide artması, istem payınınsa gitgide azalması da bir talihtir onun için. Diyeceğimiz onun talihi kendine bağlılığındadır: Bir yaşayış bildirisi (message) olmaktan çok, bir dünya görüşü olduğunu bilmek zorundadır.
Sartre’ın dehası açıklık ve seçikliğinde, arılık ve duruluğundadır. Yani saplantılarını bize ileten o yalınlık ve içtenliğinde… Elbette sonu yapmacıklığa, kuramca anlamsızlığa varan ya da hayatın gerçek yaşantısına düşünsel bir kurguyu boşuna yamamaya yeltenen bir coşku içinde olamaz bu. Sartre’ın düşündüğü (ya da düşünmek istediği) şeyle duyduğu şey arasında bir çelişme varsa bu çelişme roman eseriyle felsefe eseri arasında gelişmelidir: Yoksa yalnızca romana yerleşirse onun gerçekliğini bozmak sakıncasını ve gücünü artırayım, derken tersine eseri sakatlamak tehlikesini doğurur.
Gaétan Picon
Varoluşçuluk – Jean-Paul Sartre