“İNSAN BAZI ŞEYLERİ YALNIZ BAŞINA YAPMALI” RUHUN KIRILGANLIĞI – ELIAS CANETTI

Grinzing’de o birkaç yıl sürdürdüğüm yaşantı, değişikliklerle doluydu. Yaşantımda öylesine çok sayıda çelişkili öğe vardı ki, hepsini betimlemem nerdeyse olanaksız. Bu çelişkilerin hepsini de aynı yoğunlukta yaşıyordum; üstelik, doyuma ulaşmamı olası kılacak bir ortam bulunmamasına karşın, kendimi bir tehditle karşı karşıya kalmış olarak görmüyordum. Temel işime büyük bir inatla sarılmıştım. Bol bol okuyor, insan kitleleri üzerine yazacağım kitap için notlar alıyor, konuşmaya değer kimi bulursam bu konuyu tartışıyordum. İnsanın bir amaca böylesine sımsıkı sarılması pek enderdir. O güne dek ortaya atılmış kuranlara dayanarak olan biteni anlamak olanaklı değildi – pek çok şey oluyordu ve daha pek çok şey, hızla sahnenin ortasına doğru ilerlemekteydi.

Artık imparatorluk olmayan, ancak gözü pek, dikkatlice düşünülmüş toplumsal tasarılarıyla dünyanın dikkatini üzerinde toplayan bir imparatorluk başkentinde yaşıyorduk. Yeni ve örnek oluşturacak işler yapılmıştı. Bunlar, şiddete başvurulmaksızın gerçekleştirilmişti, insan yapılanlarla gurur duyup, yeniliklerin yaşayacağı yanılsaması içinde rahatına bakabilirdi; öte yanda komşu Almanya’da söndürülmesi olanaksız bir yangın gibi yayılan büyük çılgınlık ve bu çılgınlığın taraftarları, bütün önemli konumları ellerine geçirmişti. Derken 1934 Şubatında, Viyana belediye yönetiminin yetkileri elinden alındı. Liderleri umutsuzdu. Yaptıkları her şey boşa gitmiş gibiydi. Viyana’da yeni ve özgün olan her şey silinip atılmıştı. Geriye, kendini sürüklediği Birinci Dünya Savaşı suçlarından payına düşenleri nerdeyse aklamak üzere olan önceki Viyana’nın anısı kaldı. Yoksulluğa ve işsizliğe göğüs geren yurttaşların umudu yitti. Böylesine anlamsız bir yaşantı sürdüremeyen pek çok kişi, Alman vebasına yakalandı ve daha büyük bir ülkenin içinde yitmekle daha iyi bir yaşantı elde edebilecekleri umutlarına kapıldı. Pek çok kişi, bu gidişin sonunda yeni bir savaş çıkacağını göremiyordu; bu gerçeği görüp de açıkça söyleyen birkaç kişiye inanmaya kimse yanaşmıyordu.

Kendi hayatım, gene söylüyorum, değişikliklerle doluydu, çelişkileri giderek artıyordu. Kendimi haklı çıkarmama yardımcı olacak bir amacım, büyük bir hevesle sarıldığım bir tasarım vardı, ancak bu tasarının gerçekleşmesini hızlandırmak için hiçbir şey yapmıyordum. Dünyada olan biten her şey, bu tasarıyı oluşturan deneyimlere katkıda bulunuyordu. Yüzeysel bir deneyim değildi bu, çünkü çalışma, yalnızca gazeteleri okumaktan ibaret değildi. Olan biten her şey, bunları duyduğum anda Sonne ile tartışılıyordu. Sonne, olaylar hakkında görüşlerini dile getirirken farklı yollar izliyor, onları daha açık bir şekilde görebilmek için, değişik açılardan ele alıyordu, konumunu sık sık değiştiriyor, sonunda, ağırlıkların eşit bir şekilde dağıldığı çeşitli görüş açılarını bana özetliyordu. Bunlar, günlerimin en önemli saatleriydi, sürekli olarak dünyadaki olaylarla, onların karmaşıklıklarıyla, bunalımlar ve beklenmedik durumlarla tanışmaktaydım. Bu konuşmalar, örneğin eskisinden daha sistemli bir biçimde üzerinde durduğum etnoloji konusundaki çalışmalarımı sürdürme arzumu hiçbir zaman baltalamadı. Sonne’nin karşısında kendimi yetersiz hissettiğimden, yeni ve önemli kabul ettiğim bir fikirden ona söz etme cesaretini pek ender bulurdum; ama gene de, dinler tarihi üzerine yaptığımız konuşmalarda dengeli bir düzey oluşturmayı başarıyorduk; Sonne’nin bu alandaki bilgisi aşılamayacak ölçüde fazlaydı, benimkiyse yavaş yavaş gelişmiş, onu her zaman anlayabileceğim ve beni doyurmayan fikirleri sorgulayabileceğim düzeye ulaşmıştı.

Kitlenin davranışını açıklayabilme niyetimden söz ettiğimde, herhangi bir sabırsızlık sergilemiyordu Sonne. Söyleyeceklerimi dinliyor, onlar üzerinde düşünüyor ve bana hiçbir şey söylemiyordu. Yeşeren düşüncelerimi kendi halinde bırakıyordu. Giderek artan bir hızla gülünç denecek ölçüde zenginleşen, karmaşıklaşan ve hiçbir tanıma sığmayan kitle anlayışımla alay etmek onun için çok kolaydı. Hayatımı adayacağım yapıt olarak gördüğüm şeyi tek bir saat içinde yerle bir edebilirdi. Konuyu benimle hiç tartışmadı, ama hevesimi de kırmadı, ya da (Broch gibi) bu işi bırakmamı sağlamaya çalışmadı. Bana yardımcı olmamaya özen gösteriyordu. Kitle ile ilgili hiçbir konuda öğretmenlik etmedi bana. Bütün bunlara karşın bir keresinde çekinerek, hatta –onun görüşlerime karşı olması bütün tasarılarımı tehlikeye sokacağından– bir bakıma istemeyerek konuyu açtığımda, beni sakin bir şekilde, can kulağıyla dinledi, tartışmalarımızda genellikle olduğundan daha uzun süre suskun kaldı, sonra nerdeyse sevecenlikle şunları söyledi: “Bir kapı açtın. Şimdi içeri girmelisin. Yardım arama. İnsan bazı şeyleri yalnız başına yapmalıdır.”

Bunu pek sık söylemezdi, daha fazla bir şey söylememeye de özen gösterirdi. Bana yardımcı olmayı reddettiği anlamına gelmiyordu bu. İstemiş olsaydım, yardımını esirgemezdi. Ama konuyu açtığımda, ona hiç soru sormuyordum. Açıkça doğru olduğunu önceden kabul ettiğim düşünceleri söylüyordum ona; belki fikirlerimin yanlış olduğunu düşünmesi halinde onları irdeleyip geçersiz kılmasını istiyordum yalnızca. Bir “kapı”dan söz etmekle, fikirlerimin yanlış olduğunu sanmadığını göstermişti. Her zaman olduğu gibi düşünceli davranıp bana bir ipucu vermiş, böylece beni uyarmıştı. “İnsan bu türden işleri tek başına yapmalıdır.” Bu sözlerle de, ortalıkta dolaşan ve hiçbir şey açıklamayan kuramlara karşı uyarmıştı beni. Bu kuramların halkı ilgilendiren konuların anlaşılmasına gidecek yolu tıkadığını herkesten iyi biliyordu. Saydığı, hatta belki sevdiği Broch’un dostuydu. Konuştuklarında, konu kaçınılmaz olarak Broch’un tutkuyla bağlı olduğu Freud’a geliyordu. Sonne’nin, karşısındakini küçük düşürecek sözler söylemeden buna nasıl dayandığını bilmeyi çok isterdim, ancak ona böylesine kişisel bir soru sormak olanaksızdı. Bir keresinde, “ölüm güdüsü”ne şiddetle karşı olduğumu söylediğimde Sonne’nin Freud’un görüşlerini hiç onaylamadığını keşfettim. “Doğru olsaydı bile bunu söylemeye hakkı yoktu. Ama doğru değil. Doğru olsaydı her şey yeterinden fazla basit olurdu,” demişti.

Sonne ile aramdaki alış verişe, günümün gerçek özü gözüyle bakıyordum; bu konuşmalar, yazdıklarımdan daha büyük anlam taşıyordu benim için. O sıralarda üzerinde çalıştığım herhangi bir şeyi ivedilikle bitirmek durumunda değildim. Bunun birkaç nedeni vardı, en önemlisiyse, yeterince bilgim olmadığının farkında olmamdı. Tasarladığım incelemenin anlamsız olduğunu asla düşünmüyordum; kitle davranışını ve kitle ile iktidar ilişkisini yöneten yasaları bulmanın ve bunları uygulamanın gerekli olduğuna kesinlikle inanıyordum. Ne var ki, üzerimize çöken olaylar, tasarımın kapsamını durmadan genişletiyordu. Sonne ile konuşmalarım olacaklar konusundaki öngörülerimi keskinleştiriyordu. Tehdidin boyutlarını küçültmek bir yana, bana yalnızca kendisinin doğru olarak ayarlayabileceği eşsiz bir teleskop verircesine, her geçen gün tehdidin biraz daha bilincine varmamı sağlıyordu. Aynı zamanda ne kadar hor görülecek ölçüde az bildiğimi anlamaya başladım. Yalnızca fikir yeterli değildi. Beni biraz da gururlandıran ani kıvılcımlar, beni hakikate ulaştıracak yolu tıkayabilirdi de. Entelektüel kibirlilik tehlikeliydi. Özgünlük her şey değildi, kuvvet, ya da Kari Kraus’tan öğrendiğim pervasızlık her şey değildi.

O sıralarda yazdığım yazıları acımasızca eleştiriyor, bir türlü beğenmiyordum. Onları bir daha ele almamak üzere terk etmiyordum, bir kenara itiyordum. Veza’yı en çok kaygılandıran buydu kuşkusuz. Bir keresinde ciddi bir konuşma sırasında, Sonne’nin başkalarının üzerindeki etkisinin o insanları kısırlaştırdığını söyleyecek kadar ileri gitti. Sonne, gerçekten de eleştirmenlerin en iyisiydi, Veza bunu sonunda kabul etmişti, ancak Sonne’ye ancak gösterilmeye hazır, tümüyle bitmiş bir çalışma söz konusu olduğunda danışılmalıydı. Onunla her gün görüşülmemeliydi. Büyük özverilere hazır, belki de dünya zevklerini bir kenara bırakmış biri, bir bilgeydi Sonne. Başa gelecek en kötü olayları önceden görebiliyordu, ama onları engellemek için savaşmıyordu. Bunun bana ne yararı olabilirdi. Ondan ayrılıp eve geldiğimde, felce uğramış gibi oluyordum; Veza ağzımı açmamı bile sağlayamıyordu. Hatta bazen –işte bu bana indirilen ağır bir darbe olmuştu– Sonne’nin beni sakınımlı davranmaya ittiğini sanıyordu Veza; yazdıklarımı, üzerinde çalıştığım yazıları ona okumuyordum artık. Ona gösterecek yeni bir roman bölümü, yeni bir oyun yoktu artık. Ağzımı aradığında, yanıtım hep, ”Sana okunacak kadar iyi değil henüz, üzerinde çalışmam gerek,” oluyordu. Oysa eskiden her şey ona okunacak kadar iyi değil miydi? Eskiden daha yürekli değil miydim?

Bu tutumum, diyordu, Anna’nın beni aşağılamasıyla başlamıştı; ona göre bu gün gibi ortadaydı, Comedi’yi Maxingstrasse’de okumamdan oldum olası korkmuştu zaten. Bu nedenle Anna’yla dost olmuştu – onun nasıl biri olduğunu iyice anlamak için yaklaşmıştı ona; çünkü ben, salt annesiyle karşılaştırmam nedeniyle de olsa, onu gözümde büyütmüş, taçlandırmıştım. Şimdi artık Anna’yı yeterince tanıyordu, onu değerlendirirken bir yenilgiden söz edilemezdi, başka kadınlarınkine benzemiyordu sevgisi, ama kuşkusuz annesi gibi de sevmiyordu. Onun görüşünü belirleyen yasaları vardı, ona bakıp hayran olabilirdiniz, gözlerinin eşsiz bir güzellikte olduğunu öne sürebilirdiniz, ama bu gözlerin sizi gördüğünü varsaymanız doğru olmazdı. Gözleri birine çevrildiğinde, Anna o kişiyle oynamak ve onu kazanmak zorunda hissederdi kendini, canlı bir yaratık olarak değil, bir yün yumağı gibi, bir nesne gibi oynardı o kişiyle. Gözlerin bu oyunu, onun tek tehlikeli yönüydü, bunun dışında iyi bir dosttu, düşünceli, eli açık, hatta güvenilir biriydi. Yalnız, onu bağlamak girişiminde bulunmamalıydı karşısındaki. Özgürlüğü olmaksızın yaşayamazdı Anna, en azından gözlerinin oyununu gerçekleştirmek için özgürlüğüne gereksinimi vardı; bu onun en büyük gereksinimiydi, yaşlandığında bile değişmeyecekti bu; kendisine böylesi gözler sunulmuş bir kadın, başka türlü davranamazdı, bir kurban olarak değil, bir avcı olarak kendi gözlerinin gereksiniminin kölesi olmuştu Anna.

Veza’nın göz söylencesi çok hoşuma gitmişti. Söylediklerinde büyük bir doğruluk payı olduğunu, Anna’yla dost olmamda Veza’nın bana ne kadar yardım ettiğini biliyordum. Ancak bir başka konuda ne kadar yanıldığını da biliyordum: Sonne’yle olan dostluğum, Anna’yla ilişkimde şansımın yaver gitmemesi sonucu ortaya çıkmış bir dostluk değildi; mutlak, bağımsız bir dostluktu, posasından, değersiz şeylerinden utanan ve kendini ancak çok daha üstün bir akılla dürüstçe diyalog kurmakla geliştirebilecek, ya da hiç değilse haklı çıkarabilecek doğamın, yapımın en katışıksız gereksinimiydi.

Elias Canetti
Gözlerin Oyunu
Çeviren: Şemsa Yeğin – Payel Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz