Kitaplarından tanıdığımız dikkatli, dengeli üslupla, el yazısıyla yazılmış uzun bir mektuptu. Beni şaşırtacak ve hoşnut edecek şeyler yazılıydı içinde. Tam tamına dört yıl önce, romanımın elyazmasını üç siyah bez cilt halinde –bunun bir üçleme olduğunu düşünmüş olsa gerek– bir “Deliler Komedisi” yazmayı düşündüğümü açıklayan kuru mektupla birlikte Thomas Mann’a göndermiştim. Nerdeyse hiç saygı sözü içermeyen gururlu bir mektuptu; öyle ki, Mann bu mektubu neden bir başkasına değil de kendisine yazdığımı merak etmiş olabilirdi.
Veza Buddenbrooks’u nerdeyse Anna Karenina kadar çok seviyordu; coşkusu zaman zaman taşma noktalarına gelirdi, bu durum, kitabı okuma isteğinden uzaklaştırırdı beni. Onun yerine Büyülü Dağ’ı okumuştum; annem, iki yılını geçirdiği Arosa’daki Waldsanatorium hakkında bana çok şey anlattığından kitabın havasına yabancı değildim. Roman, belki de ölüm konusunda yansıttığı düşünceler nedeniyle beni çok etkilemişti; bu konularda çok farklı görüşler taşımama karşın, kitabın sorunu ustalıkla ele aldığı izlenimini edinmiştim. O dönemde, 1931 Ekiminde, en önce Thomas Mann’a başvurmamam için bir neden görmüyordum. Musil’i henüz okumamıştım; beni ona danışmaktan alıkoyabilecek tek olası neden, kardeşinden daha çok hoşlandığım Heinrich Mann’ın birkaç kitabını okumuş olmamdı. İşin şaşırtıcı yönü, bu mektupta müthiş bir özgüven havası estirmemdi. Büyülü Dağ’ı okumuş biri olarak hayranlığımı pekâlâ dile getirebilirdim gerçi ama bu ilk mektupta hiçbir övgü ya da saygı sözcüğü yoktu. Yazdıklarıma şöyle bir bakması yetecek diye düşünüyordum, sonra nasılsa elinden bırakamayacak; ona yakıştırdığım nitelemeye göre kötümser bir yazarın bu kitabı karşı durulmaz bir istekle okuyacağından emindim. Ne var ki, benim koca paketim, yeterli zamanın ve gücün bulunmadığını belirten nazik bir mektup eşliğinde, hiç okunmamış olarak geri gönderildi. Bu benim için büyük bir darbe olmuştu, çünkü, insana böylesine büyük sıkıntılar veren kitabı o okumazsa, kim okuyacaktı? Yalnızca bir onay değil, daha çok coşkuya, yüreklendirmeye benzer bir şeyler bekliyordum ondan. Mann’dan gelecek bir yardımcı olma isteği değil de romanın başarılı olduğu inancını dile getiren uygun bir tümcenin kitabımın yolunu açacağından emindim. Yolumda hiçbir engel görmüyordum, belki de bu yüzden öylesine kaba bir mektup yazmıştım.
Müsveddemi okumayı reddettiğini bildiren mektubu, bu kabalığıma verilmiş bir karşılıktı; belki de ortada bir haksızlık yoktu, çünkü kitabı okumamıştı. Dört yıl boyunca kitabım yayımlanmadı. Kitabımı Mann’ın okumayışının benim dış dünyadaki koşullarımı nasıl etkilediğini göz önüne getirmek güç değil. Ancak gururum üzerindeki etkileri daha da büyük oldu. Kitabı okumayı reddetmekle onu aşağıladığını düşünüyordum, bu düşünceme uygun olarak da yayımlanması için bir girişimde bulunmuyordum. Sonra yavaş yavaş, okuma toplantılarım sayesinde romanımdan hoşlanan birkaç dost edindikçe bir iki yayıncı denemeye karar veriyordum. Thomas Mann’ın bana indirdiği darbeden sonra beklediğim üzere bu girişimler sonuç vermiyordu.
Sonunda kitap, 1935 Ekiminde yayımlandı; Thomas Mann’a hemen göndermeye kararlıydım. İndirdiği darbenin acısı dinmiş değildi. Bu acıya ancak ve ancak o son verebilirdi. Bunun için kitabı okuyup yanıldığını, onun saygısını hak etmiş bir şeyi reddettiğini itiraf etmesi gerekiyordu. Bu kez yazdığım mektupta nezaket sınırlarını aşıyor değildim, yalnızca olanları anlatıyor, böylece özel bir çaba harcamaksızın onu suçlu çıkarıyordum. Karşılığında uzun bir mektup yazdı bana. Bilincinin ve dürüstlüğünün, yaptığı “yanlışı” düzeltmemesini olanaksız kılacak düzeyde olduğunu belirtiyordu. Bütün olanlardan sonra onun bu mektubu beni çok mutlu etti.
Tam o sıralarda Neue Freie Presse’de kitabın ilk eleştirisi yayımlandı. Yazı cömert övgülerle doluydu, ancak ciddiye almadığım, ciddiye alınamayacak biri tarafından yazılmıştı. Gene de, etkisini göstermiş olmalıydı, çünkü aynı gün (ya da belki ertesi gün) Cafe Herrenhof’a gittiğimde Musil yanıma geldi. Onu hiç o denli resmi görmemiştim. Elini uzattı, gülümsemekle yetinmek yerine düpedüz sevinç saçıyordu; bu da beni çok mutlu etti, çünkü sevincini herkesin önünde göstermediği kanısı verilmişti bana. “Büyük başarınızı kutlarım,” dedi, kitabın yalnızca bir bölümünü okuduğunu, ancak devamı da böyleyse, başarıma lâyık olduğumu ekledi. “Layık” sözcüğü onun dudaklarından döküldüğü an nerdeyse başım döndü. Daha sonra olanlar düşünüldüğünde, geri almış olabileceği nedeniyle burada yinelemeyeceğim birkaç övgü sözcüğü daha söyledi. Övgüleri aklımı başımdan aldı. Ansızın onun görüşünü öğrenmeyi ne kadar büyük bir hevesle, hatta belki de en az Sonne’nin görüşünü bilmek isteği kadar büyük bir istekle beklediğimi anladım. Birden esrikleşmiştim, afallamıştım. Hayli afallamış olsam gerek, çünkü o an orada kırdığım potu başka bir nedene bağlamam olanaksız.
O konuşmasını bitirdiği anda, “Üstelik, düşünebiliyor musunuz, Thomas Mann’dan da uzun bir mektup aldım,” dedim. Yüzü kireç gibi oldu. “Öyle mi?” dedi. Elini yarım yamalak, ancak parmaklarının ucuna dokunabileceğim ölçüde uzattı, hemen arkasını döndü. Böylece kovulmuş oldum.
Sonsuza dek kovulmuştum. Musil, eşsiz bir kovma ustasıydı. Bu alanda pek çok deneyimi vardı. Sizi bir kez kovdu mu, artık kovulmuş olarak kalırdınız. Bu olayı izleyen iki yıl boyunca zaman zaman topluluk içinde bir araya geldiğimizde, nazik davrandı, ancak adımı asla anmadı, benimle hiçbir konuşmaya girmedi. Adım söylendiğinde, kim olduğumu bilmiyormuş, öğrenme isteği de duymuyormuş gibi suskun ve ilgisiz kaldı.
Ne olmuştu? Ne yapmıştım? Bu onun asla bağışlayamayacağı ölçüde büyük bir hakaret miydi? O, Musil, beni bir yazar olarak kabul ettiğini söyledikten bir an sonra, Thomas Mann adını telaffuz etmiştim. O, Musil, beni kutladıktan ve kutlama nedenlerini açıkladıktan hemen sonra, bir mektuptan, Thomas Mann ’dan gelmiş uzun bir mektuptan söz etmiştim kendisine. Kendisine yazdığıma benzer, saygı anlatan bir ithafla kitabı Thomas Mann’a da gönderdiğimi bilmesi beklenirdi, zaten hemen söyledim de. Dört yıl önce olan bitenler konusunda bilgisi yoktu, kitabı dört yıl önce Thomas Mann’a gönderdiğimi bilmiyordu.
Ama bütün öyküyü bilseydi bile aynı ölçüde alınganlık gösterecekti. Musil, tanıdığım kişiler arasında kendisine en çok değer veren, bu konuda da en alıngan kişiydi; sevincimin verdiği o sarhoşluk içinde ayağına bastığıma hiç kuşku yoktu. Beni yaptığıma pişman etmesinin nedeni ortadaydı. Verilen ceza, bana çok acı verdi, onunla yaşadığım en heyecanlı anda, beni öyle kovmasını asla unutamadım. Ancak cezayı veren Musil olduğundan, boyun eğdim. Cezamı kabullendim. Ansızın onaylanmanın getirdiği sarhoşluk anında onu ne kadar derinden yaraladığımı anladım ve utandım.
Thomas Mann’a kendisinden daha çok değer verdiğimi sanmış olsa gerekti. Her yerde bunun tersini söyleyen birinden bu sözleri duymayı kabullenemezdi. Ona göre saygının temelleri, entelektüel kaygılara dayanmalıydı, aksi halde ciddiye alınamazdı. Thomas Mann’la kendisi arasında kesin bir seçme yapılmasına her zaman büyük önem vermişti. Söz konusu olan Stefan Zweig gibi, ününü düpedüz üretkenliğine borçlu biri olsaydı, bu türden bir seçme sorunu asla ortaya çıkmazdı. Ancak Musil, Thomas Mann’ın kim olduğunu çok iyi bilmekteydi, Thomas Mann’ın saygınlığının kendisininkinden çok daha büyük olduğunu bilmek onu müthiş öfkelendiriyordu. Anlaşılan (ben bilmiyordum), o sıralarda Thomas Mann’la yarışmaktaydı, üstelik Thomas Mann’ın ününü bileğinin hakkıyla alaşağı edebileceğine inanmaktaydı. Musil’in Thomas Mann’ dan yardım isteyen bütün mektupları birer talep niteliğindedir. Kendisine olan içten saygısını dile getirmiş genç bir yazarın, yeni yayımlanmış yapıtına onay damgasını vurduğu anda Mann’ı alt etmeyi amaçladığı ve bu yönde boşuna çabalar harcadığı bir dönemde, Thomas Mann adını anması olacak şey değildi. Böyle bir yaklaşım, daha önceki saygı ifadelerime kuşkunun gölgesini düşürmüş oluyordu. Majestelerinin onurunu kırma suçu işlemiştim ve sürgünle cezalandırılmayı hak ediyordum.
Musil’in bana sırt çevirmesi beni çok mutsuz etti. Herrenhof’taki o düpedüz fiziksel edimi gördükten sonra onarılması olanaksız bir şeylerin olduğunu anlamıştım.
Bu olaydan sonra Thomas Mann’ın mektubunu yanıtlayamadım. Mektubunun Musil üzerindeki etkisi beni felç etti. Birkaç gün boyunca mektubu elime bile alamadım. Yanıtımı öylesine geciktirdim ki, basit bir teşekkür notu yazmam olanaksızdı. Sonra mektubu gene elime aldım, daha da büyük bir zevkle okudum. Yanıt vermediğim sürece mektubu her okuyuşta, yepyeni bir haz duyuyordum. Her gün onu henüz almışım gibi geliyordu bana. Belki dört yıl bu mektubu beklemiş biri olarak ben de Thomas Mann’ı bir süre bekletmek istiyordum; ancak bu düşünce daha yakınlarda aklıma geldi. Thomas Mann’ın bana mektup yazdığını duyan dostlar, yanıt olarak ne yazdığımı soruyorlardı, onlara yalnızca, “Henüz yazmadım,” diyebiliyordum. Birkaç ay sonra, “Bunu nasıl açıklayacaksın?” diye sormaya başladılar; “Böyle bir mektubu yanıtlamak için bunca zaman beklemenin nedeni olarak neyi göstereceksin?” Bu sorunun yanıtını da bilmiyordum.
1936 Nisanında, beş ayı aşkın bir zaman sonra, gazetelerde Thomas Mann’ın Freud üzerine bir konuşma yapmak üzere Viyana’ya geleceğini okudum. Bu, gecikmeyi onarmak için son fırsatım diye düşündüm. Hayatımın en coşkulu mektubunu yazdım; yaptığım hatayı başka nasıl açıklayabilirdim? Sanırım bugün o mektubu okumaya utanırdım. Çünkü mektubu yazıncaya dek geçen zaman içinde, benim için Thomas Mann’dan daha büyük anlam taşıyan bir yazarın [Musil] yapıtını okumuştum: Niteliksiz Adam’ın ilk iki cildi yayımlanmıştı. Thomas Mann’a gerçekten minnet borçluydum, o yara kapanmıştı. Mektubunda beni gururlandıracak sözler söylüyordu. Kendi kendime itiraf etmedim gerçi ama, ben de Thomas Mann’a aynı şeyi yapmış, bir gecikmeyi yararlı bir sürece dönüştürmüştüm. O, Körleşme’yi okumuş ve görüşünü bildirmişti. Bense kaba mektubumun yerine bir başkasını yazmış, ona o sıralarda duyduğum saygıyı dile getirmiştim.
Sanırım mektubum hoşuna gitti. Ama çember tam anlamıyla kapanmış değildi. Mektubumda, Viyana’da kaldığı süre içinde kendisiyle tanışmaktan büyük mutluluk duyacağımı yazmıştım. Benediktlere yemeğe çağrılmıştı. Orada beni sormuş, görmekten mutluluk duyacağını belirtmişti. Konuklar arasında bulunan Broch, yakınlarda oturduğumu söylemiş, beni almaya gelmişti. Geldiğinde evde yoktum, Caf6 Museum’da Sonne ile buluşmaya gitmiştim. Sonuçta, Thomas Mann’ın konferansını dinledim ama, kendisiyle hiç tanışmadım.
Elias Canetti
Gözlerin Oyunu
Çeviren: Şemsa Yeğin