Zamanın insanı derin bir çukura düşmüştür. Tüm çırpınışlar çukurun ortasındaki balçıktan bataklığın iştahını artırmakta, avare birtakım hezeyanlar dışında bir netice üretmemekte…
Problem çok daha köklerde iken, yüzeysel birtakım okumaların ve üretilmiş “düşmanların” karşısına oturtulmuş ideolojik totemlerin gölgesinde, içi zehir dolu çekirdekler çitleyen insanlık, gaflet uykusundan ibaret bir yaşamın tam orta yerinden bakıyor hayata…
Evet! Bugün için insanlık, yangına itiraz ettiği oranda ateşi beslemektedir.
İdeolojisizleşmek ya da ideolojileştirilmiş totemlerin kuyruğuna takılmak suretiyle gönül eğlendirmek tam da böyle bir şeydir. Niteliksiz yığınlar üreten bu psikolojik hal, zamanın fitnesini besleyen bir aleve dönüşmüştür.
Fitne kelimesinin garipliğine değinmeden geçmeyelim. “Altını eritmek için yakılan ateş”manasına gelen bu kelime, mülk tabusunu “yaşayan ölülerin tabutuna” dönüştüren saçma bir paradigmanın genel adıdır. Birçoklarının itiraf edemediği o gerçekten bahsediyorum; yeryüzünde yaşanan problemlerin temelinde yatan ana problem, yani mülkiyet…
Evet, köklü bir öze dönüşten bahsetmek gerekiyor. Lakin şaşmış olan menzil, dönülecek özü dahi doğru teşhis edemiyor. Sorunların başında bu geliyor.
Hangi öze döneceğiz?
Irksal özümüze mi? Dini ve kültürel özümüze mi?
Ya da halihazırda nereye dönmüş olmamızın neticesidir bu buhran?
İnsanlık ne iken ne oldu da, zamanın yırtıcı hayvanına dönüştü? Nereden nereye dönmesinin neticesidir bu?
Buna değinelim…
Dünyayı okurken kullandığımız genel argümanlar, yetkinleşme ve doğaya hükmetme sevdasına düşmüş insanın pasif hezeyanlarından ibarettir. Bu noktaya dikkat ediniz. Dünyayı okurken kullanılan argümanların tümü, zamanın insanının kâinata hükmetme güdüsünü ihtiva eder.Ayrıca pasif hezeyan tanımına dikkatinizi çekiyorum, çünkü tüm bu olup biten, aktifleşemeyen bir eylemsizliğin ürettiği pasif bir durgunluktan ileri gelir.
“Nasıl yani?” dediğinizi işitir gibiyim. Biraz açayım dilerseniz.
İnsan, kelime karşılığı; “iletişim ve etkileşim kurulabilen eşya” manasına gelen bir isimdir. İsim ya da sıfat diyelim, bugün aranan bir hikmettir.
Kuran’da kullanılan ve Arapça olan “ins” kelimesi, algılanabilen her türden eşya için kullanılır. Cinn ise algılanamayandır. Lakin “ins” ve “cinn” algılanma koşulunu tanılayan kavramlar olmaları hasebiyle her ikisi de eşyaya dair kavramlardır. “İns”, belirgin, şeffaf, net olan bir eşya tipi iken, “cinn”, üzerinde ihtilaf bulunan, net olmayan bir tür eşya sıfatıdır.
Daha önce yazdığım makalelerde, “cinn” kelimesinin bugünün dilindeki karşılığı ajandır, dememin temel nedeni de budur. Birçokları bu ifademden ötürü beni dinsizlikle itham etse de, bu yaklaşımın çok daha Kuran’i olduğuna olan inancımı yineliyorum.
“İnsiyan”, iletişim kurulan eşyadır. İnsan kelimesinin geldiği “nisyan” ise etkileşim ve iletişim kurulan eşya demektir. İşte, insanı eşekten ayıran yegâne özellik: Etkileşim.
Etkileşim, iletişim amentüsü gibi görünse de; çoğu kez doğru anlamlandırılmadığından, kendisini aşikâr kılamaz. Etkileşim; iki tür arasındaki “nötralizasyon metodu”dur. Amaç, nötralize olmak ve iki ayrı tür olma sıfatından arınmaktır.
Yani, öze yönelişi tesis edecek olan nötralizasyonun en temel aracıdır.
Nötralizasyondan ne kastettiğime geleyim.
Fazla yüklenmiş olanların, zıttı ile kendisini yüksüz hale getirmesi durumu. Dikkatli incelersek, tüm kâinat bu temel prensip üzere inşa edilmiştir. Her atomun etrafında elektronlar yer alır, tümü aynı şeyi yapmaya çabalar. Soygaz denilen bir aşamaya geçiş için mücadele eder. Bu duruma “kararlılık” denilir. Kararlılık, en temelde fiziksel, fizik bilimine ait bir kavramdır. Atomun etrafındaki yörüngede dolanan elektron sayısının 8’e tamamlanması için atomlar arası elektron alışverişi yapılır. Böylece iyonlar ortaya çıkar. Moleküller ve madde bu “kararlılık prensibi” üzerine oluşur. Lakin tüm bu kararlılık girişimleri, ileri derece kararsız bir psikolojik hezeyanı üreten “insan” nazarında garip bir form kazanır. Kararsızlık ya da oluşa tabi olmayı reddetme psikolojisi, temelde insanın tahrip edici bir varlığa dönüşmesine neden olur…
İşte tam da bu noktada önemli bir söz söylemek gerekir: Örnekleme dahilinde ifade ettiğim soygazdan ne anlamalıyız? Yani insanı kararlı kılan temel etken nedir? Bu soruya yanıt arayalım.
Kararlılık durumu “varoluş sürecine yöneliş”tir. Yani, kendi evriminden ziyade, bütüncül sürece adaptasyondur. “Ben”sizleşmek sureti ile “biz” sırrına ermektir. İradeyi rafa kaldırıp, akışa dahil olmaktır…
Bu durumu detaylandıracak olursak eğer; “kulluk” kavramına değinmek icap edecektir. “Allah’a gerçekten çok doğru biçimde kul olmuş bir varlık var mı?” sorusuna yanıt vererek devam etmek gerekir.
Bu sorunun yanıtı “Elbette var” olacaktır.
Lakin bu sorunun yanıtını vermeden önce bir kavramı literatürümüzden çıkartalım: “Kul” kavramı.
Bu kavram Kuran’da geçen “abd” (abduhu, ibadet vb.) köküne karşılık geldiği düşünülen bir kavramdır. Fakat durum hiç öyle değildir. Kul kavramı tümüyle imparatorluk kültürünün ürünüdür. Bu kültürün imalatıdır.
İslam düşünce sistemine bu kültürle kurulan etkileşim sonrası geçmiştir. Kuran’daki “abd”(abduhu: kulu, Abdullah: Allah’ın kulu diye çevrilir) kökü; kul değil, bağlanmış manasına gelir. Dolayısıyla Allah’a kul olmak ifadesi yerine, Allah’a bağlanmış, Allah’ın programına tabi olmuş olan gibi ifadeler kullanmak çok daha evladır.
“Efendim, ne var ki? Allah’a kul olmayacağız da kime olacağız?” gibi bir ses işittim.
Çok şey var. Bu kavram terminolojiye girdiğinde, Kuran’ın hiçbir surette somutlamadığı bir tür dikey hiyerarşik ilişki üzerinden Allah ve insan gibi bir polarite (zıtlık) yaratılmaktadır. Ki aslında böyle bir polarite yoktur. Bunun detaylarına elbette ilerleyen bölümlerde gireceğim.
Şimdi gelelim az önce sorduğum soruya.
Allah’ın programına gerçek manada bağlanmış bir varlık var mı?
Evet, var. İnsan dışındaki tüm canlılar.
Bu işi becerememiş tek canlı insandır. Ya da “kendini arayan insan” dersek daha az haksızlık etmiş oluruz. Kendini ve hakikati arayan insan…
Büyük üstat Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ında gördüğüm bir cümleyi aktarayım:
“Kendisini gören Allah’ı göremez…”
Nasıl yani?
Allah’ı görmek de ne demek? Ne kadar kâfirce bir cümle…
Öyle ya, bu türden hikmetli sözlerin tarihsel karşılığı küfür, bid’at, reform olagelmiştir. Ki bunun örneklerini bugün bizler de yaşıyoruz.
Esas problem “Allah dışında bir şey görme iddiası” iken, egosal varlığın, yani kendini arayan insanın dağarcığı bu türden cümleleri yargılamaktadır.
Karmaşıklaştı mı? Açalım o halde…
Az önce sorduğumuz soruyu somutlayacak olursak; Allah’ın programına gerçekten de bağlı olan varlıklar listesinin başına “eşek” yazarsak hata etmiş olmayız. Eşek, Allah’ın kendisini yarattığı fıtrat üzere davranmanın dışında hiçbir hadsiz girişimde bulunmaz. Bir insana “eşek” benzetmesi yaptığımızda, özellikle de insan fıtratın sınırlarını aşan hataları icra ettiğinde bu benzetmeyi dile getirdiğimizde aslında çok büyük bir haksızlık yapmış oluruz.
Çünkü eşek, kendi programı dışına taşmamak suretiyle Allah’ın programına bağlılığını daim kılar. Mesela, faizli saman istifleyen bir tek eşek göremezsiniz. Ya da yan ahırdan kira alan bir eşek…
Eşek için yaratılmış olan program bellidir. Eşeğin yapacağı işler de bellidir.
Eşek bu sürecin dışına çıkmaz. Bu durum onun “abd” kavramı dairesine girmesini sağlar. Yani Allah’a bağlılık arz eder. Bunu yaparken irade ortaya koymaz, programa uymak dışında bir bilinci yoktur. Dolayısıyla “kendini arayan insanın” bilişsel üstünlüğü aslında övülecek bir şey değil, aksine; insanı kendisine ve hakikate yabancılaştıran bir pranga olması hasebiyle rahatsız olunacak bir durumdur…
Örnek biraz keyifsiz algılanmış olabilir. Ama bir gerçeği anlatmanın en önemli yolu, tabuları zedelemektir.
İnsanı daha detaylı analiz etmeden önce, insanın tarihsel gelişim sürecine değinelim.
Aslına bakarsak yaşadığımız dönem “prehistorik” dönemdir. Yani tarihöncesidir. Esas tarih, insanın kendisine olan yabancılığından arınmasıyla birlikte başlayacak ideal süreçle sadır olacaktır.
İnsanın bu zaman dehlizindeki yolculuğu, çok karmaşık bir gelişim sürecini resmeder. Bugününataerkil ya da erkek egemen sürecinin öncesine anaerkil ya da eril olmayan dönem denir.
Kuran bu iki dönemi Habil ve Kabil kıssası üzerinden tahlil eder. Esasında geleneksel verilerin de kapsadığı birtakım şifreler, meselenin çok derinlikli analiz edilmesini sağlar. Her insanın bildiği yaygın bir olgu vardır; Habil ile Kabil arasındaki ihtilaf, kadın nedeniyle ortaya çıkmıştır.
Evet. Bu geleneksel vargı; köken itibariyle doğru bir kavrayıştan beslenir. Ve açtığı kapı sağlam bir perspektif kazanmamızı sağlar.
Antropolojik olarak incelediğimizde, ataerkil dönem denilen “eril dönem”in öncesinde, tıpkı arı kovanlarına benzer bir toplumsal mekânizmanın egemen olduğunu görüyoruz. Bu mekânizma dahilinde “erkek” dediğimiz canlı avcı-toplayıcıdır. Dişi ise, kabilenin işbölümünü yapan, neslin devamını sürdürendir. Ve seçicidir. Yani çiftleşme olayının seçicisi kadındır.
Aslında bu dönemi tahlil ederken “erkek ve kadın” gibi kavramlar kullanmak doğru olmayacaktır.Çünkü “erkek” bir cinsiyet ismi olmayıp, bir güç ve otorite temsilinde kullanılan sekter bir kavramdır. Erkek kelimesi, “erk” yani güç/otorite kalıbından türemiştir. Aslolan cinsiyet “eril ve dişi” olarak tanımlanır.
Kuran’ın “eşler” dediği ilişki biçiminin diline uygun olan kavramlar bunlardır.
Habil (avcılık ve toplayıcılık dönemi) ile Kabil (özel mülkiyet, tarım toplumu) kıssası bu eksende önemli antropolojik hikmetlerle doludur. Bu kıssa derinlemesine okunduğunda çok derin, hikmetli Kuran’ın evrensel karakteri gün yüzüne kavuşur.
Geleneksel anlatı dahilinde Habil ve Kabil arasındaki kavganın çıkış biçimi şu şekilde anlatılır:
Âdem iki kızını bu iki oğluna nişanlar. Lakin Kabil, kardeşinin nişanlısını daha güzel bulur ve ona göz koyar. Bu sebeple de isyan eder. İşte yeryüzündeki insanlık tarihini başlatan ilk eylemler bunlardır.
Bu ayetlerdeki sembolik anlatım dahilinde Âdem, insanın sembolü iken, Habil ve Kabil insanlık tarihinin başlangıcının ve kendisine yabancılaşmış insanın sembolüdür. (Âdem meselesinin özünü daha net anlayabilmek için bkz. Abdestli Kapitalizm, Destek Yayınları.)
Anlatılara göre; Kabil, kardeşinin nişanlısını kendisine alabilmek için elinden geleni yapar. Kuran’ın genel anlatımı dahilinde, insanlık tarihinin başlangıcına işaret eden bu yaklaşımlarda ilk mülkiyet güdüsü kadın üzerinde şekillenir.
Kuran’ın Maide suresinde anlatılan bu kıssa şu şekilde ifade edilir:
Yine onlara Âdem’in iki oğlunun kıssasının gerçeğini/özünü anlat! Hani ikisi de Rabbine birer yaklaşma vesilesi sunmuştu da, birininki başarılı olmuş, diğerininki ise olmamıştı. Öteki; “Ben seni kesinlikle öldüreceğim” derken diğeri, “Allah ancak sakınanları kabul eder” demişti.
“Açıkçası sen öldürmek için bana el uzatsan da ben sana el uzatmayacağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.
Dilerim hem benim, hem de kendinin günahını yüklenip cehennemi boylarsın. İşte zulmedenlerin cezası budur!” dedi.
Kardeşini öldürmek, kendisini adapte ettiği ihtirasına hiç de ağır gelmedi de böylece kaybedenlerden oldu.
Derken Allah; kardeşinin cesedini nasıl gömeceği konusunda bilgi edinmesi için toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. Bunun üzerine; “Yazıklar olsun bana ki, şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömemedim” diye vicdan azabı çekti. (Maide, 27-31)
Şimdi size çok ilginç bir detayı göstereceğim.
Aynı surenin 33. ayetinde, yani hemen takip eden ayetlerinde şu türden bir ifade bulunur:
Allah’a ve peygamberine karşı savaş açanlar ve yeryüzünde fesat çıkartanlar, öldürülmek, asılmak, elden ayaktan kesilip güç kaybedecekleri bir sürece dahil edilmek ve yeryüzünde sürgün edilmek dışında başka bir şeyle karşılaşmazlar…
Öldürme fiilinin muhatabı olacak kişilerin tanımlandığı bu ayetin altına Bakara suresinin şu kritik tespitini aktaralım:
Hani Rabbin kaydedilmemiş bir vakitte meleklere; “Ben yeryüzündeki bir varlığı halifeleştireceğim” demişti. Bunun üzerine onlar; “Biz seni takdis edip yüceltiyor iken, sen yeryüzünde fesat çıkartıp kan dökecek birini mi halifeleştireceksin” demişlerdi. Bunun üzerine Allah: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi. (Bakara, 30)
Öncelikle Habil-Kabil kıssası, yeryüzündeki fesad ve kan dökücülüğün tefsiri formatında bir sunuştur. Bu sunuş, Maide suresi 33. ayette yer alan bir “öldürme icazeti” ile yan yana şu nedenle anılır.
Ezeli ve ebedi bir önerme olarak “Allah’a ve peygamberine savaş açmak”, yaratılmış olduğu fıtrata isyan eden ve sistemin dışına taşan insanın karşılaşacağı “doğal bir durum olarak”görülmelidir. Yani, Allah’a ve resulüne savaş açmanın en mikro düzeydeki karşılığı, karşıdan karşıya geçerken sağa sola bakmayıp arabanın altında can çekişerek ölmektir.
Aklın ve mantığın hudutlarını aşmak, bir savaş ilanıdır. Üstelik ilgili ayette öldürme icazeti insana verilmez. Öldürülmeleri “doğal nedenlerle” olur. Bu durum, “Bu türden bir sonuç dışında başka bir sonuçla karşılaşmazlar” vurgusu ile zaruri bir kanun olarak belirtilir. Esasında bu yaklaşım, kritik bir öneme sahiptir. Kuran’ın kader anlayışını belirgin kılan bir çerçeve çizer. Allah’ın yarattığı doğal kanunlara itiraz etmek, bu kanunlara aykırı iş üretmek, kâinatın bu işi üreteni tasfiye etmesi gibi bir sonuç üretir. Evet, yegâne gerçeklik budur. Çünkü Allah insanlığı peygamberi aracılığıyla varoluşa uyumlanmaya çağırmıştır. Buna itiraz ettiğinizde, doğal olarak sonunuzu hazırlarsınız.
Sisteme, varoluşa adapte olmayan her tutum bir savaş tamtamıdır. Dolayısıyla sistemin bekası, varoluşun sürekliliği açısından bu tutumla mücadele edilir.
Lakin neden bu ayet Habil-Kabil kıssasının hemen altında yer alıyor?
Çünkü tarihsel bir suiistimal argümanı olarak taassubun o süreçte de vuku bulduğu gösteriliyor.Yani Kabil’in Habil’i öldürme gerekçesi de bu idi. Lakin bu öldürme fiilinin kendisi, Allah ve resulüne açılmış bir savaştı. Dolayısıyla taassup ve riyakârlığın suiistimal yöntem ve metotlarını deşifre eden bir sunumla süreç detaylandırılmıştır. Habili dönem Kabili dönemi yok ederken “Allah ile aldatma” yolunu seçmiştir. Kabili dönem bu temelde, “Allah’a bağlılığın” dönemi iken, Habili dönem Allah ile aldatma dönemidir. (Kabili dönem: Mülksüz dönem. Habili dönem: Özel mülkiyetçi dönem.)
Konumuza dönecek olursak eğer, ilgili bölümü diğer kaynaklardan incelediğimizde (detaylı bir analiz yapma adına) Habil ve Kabil kıssasının iki temel probleme dayalı bir çelişkiden beslendiğini görürüz.
- Habil’in nişanlısına Kabil’in göz koyması.
- Tarla, parsel, mülk kavgası (bkz. Yaratılış, Tevrat, 4/18).
Daha öncesine dönerek konuyu netleştirelim.
Anaerkil dönemde kadın seçicidir demiştik. Erkek avcı-toplayıcıdır. Dolayısıyla kadın, neslin devamı için kas gücü fazla olan eril ile çiftleşir. Aslında bu güdü, saf ırk yaratma güdüsüdür.Dolayısıyla ilk ırkçılık tohumları anaerkil dönemde atılmıştır diyebiliriz.
Erkek, bu seçilime tabi olabilmek için en iyi hayvanı avlama, rekabet gibi güdüler kazanır. Zaman içerisinde, kas gücü gelişen erkek; cinselliğini güvence altına alabilmek için, aile kurumunu inşa edecek olan paradigmayı kurgular.
Ve dişiyi mülkiyetine geçirerek, uğruna mücadele ettiği en temel olguyu güvenceye alır.
Akabinde “avcılık-toplayıcılık” döneminden, oluşan yeni konjonktüre uygun bir sürece geçilir. Tarımcılık, toprakta özel mülkiyet dönemi…
Özel mülkiyet, tarla etrafına çit çevirme durumu ve yeni süreç, önceki süreci adeta katleder. Avcı-toplayıcı dönemin mülkiyetsiz karakteri bir anda dönüşür. Yerleşikleşen insan toplulukları arasında kavga, mülk edinilmiş kadını aşarak toprak kavgasına dönüşmeye başlar.
Erilin ya da erkeğin egemenleşme süreci özetle bu şekildedir. Kabil, Habil’i öldürür. Kadınını ele geçirir.
Akabinde yeryüzüne fesat yaymaya başlar. Gelişen kas gücünü, sonraki rekabet süreci için, yani mülkünü ve refahını artırma süreci için seferber eder.
Bugün erkeklerin kendi aralarındaki küfürleşmelerinde dahi kadınların cinsi organlarını dillerine dolamaları, ataerkil dilin ve psikolojinin ürünüdür. Hatta erkeğin şiddet güdüsü, tamamen ilgili dönemin ürettiği psikolojik ezikliğin açığa çıkışından ibarettir.
ERKek ortaya çıktığında otorite ve iktidar ortaya çıkmıştır. Biz olan toplum, ben’e dönüşmüştür. Egosal varlığın ya da kendini arayan insanın ortaya çıkış resmidir.
Bu nedenle Kuran, Taha suresi 120. ayette zikredilen şu ayet ile birlikte son derece sürece uygun bir dil kullanır:
Ve şeytan Âdem’e vesvese verdi. Dedi ki: Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını, yani yıkılmaz mülkiyeti göstereyim mi?
Dikkatli incelersek Kuran’da Âdem’in yanında bir isimden bahsedilmez. Havva ismi Kuran’da geçmez. Âdem ve eşi ibaresi yer alır. Bu dil erkek egemen bir dildir. Bu, Kuran’ın ataerkil olduğunu göstermez. Kuran’ın, kullandığı dille ataerkil sürecin ortaya çıkış noktasını işaret ettiği anlaşılır.
Dolayısıyla sadece erkeğin isminin anılması noktasında bu ataerkil tanımlama biçimi üzerinden, özel mülkiyetin ortaya çıkışının; öncelikle kadının metalaşması sürecinin sonraki aşaması olduğu netleştirilir. Yani o kalıp ya da kullanım boş yere değildir. Bir süreci tanımlayan incelikli bir anlatımın eseridir.
İşte bu süreç, yani Habili dönemin yok edilip, Kabili dönemin egemenleşmesi ile birlikte “otorite” kavramı bilinçaltına girmiştir.
Akabinde otorite, mülkiyeti örgütlemiştir. Tarlaların etrafı çitle çevrilmiş, zamanın temel problemi olan mülkiyet algılayışı biçimlenmiştir. Yerleşikleşme eğilimi, bu durumu ortaya çıkarmıştır.
Bu nedenle Kuran’ın ilk kıssası olan bahçe sahipleri kıssası, Habil ve Kabil kavgasının tefsiri niteliğinde ele alınmalıdır.
Bugünün insanı, Habili dönemin paradigmasına bağımlıdır. Tüm ırklarıyla, cinsiyetleriyle…
Bugünün insanına bir göz atalım. Örneğin en sadık hayvan “köpek”tir. En nankör hayvan ise“kedi”.
Yapısal olarak incelediğimizde; kediler, asla itaat etmezler. Yemek verdiğinizde size şaklabanlık yapmazlar. Bunu yapmanız gerektiğini size hissettirirler.
İstediklerinde kendilerini sevdirir, istemediklerinde sevdirmezler. En ufak bir rahatsızlık vermenize dahi tahammül göstermezler. Yani asi, isyankâr varlıklardır. Elbette bu isyanları, üzerlerinde kurulmak istenen otoriteye yöneliktir.
Köpekler ise kendisine yönelik ürettiğiniz tüm eylemlere karşılık verir. Yemek verdiğinizde şaklabanlık yapar. Otur dersiniz, oturur. Üzerinde otorite kurmanıza izin verir.
İnsanoğlu için bu hayvanlar arasından köpek sadıktır. Kedi ise nankör.
Ne gariptir ki, kediler köpeklere saldırmaz. Köpekler kedilere saldırır. Sadakat ve itaat, isyan ve itirazı gördüğü yerde ezer geçer… Ne garip değil mi?
Kedileri nankör olarak tanımlayışımız dahi, ataerkil dönemin algılayış biçiminin temelini oluşturanotorite sorununun psikolojik temelde bilinçaltına işlenmiş olmasından ileri gelir. Kesinlikle durum böyledir. Ataerkillik, sadece erkeklerin egemenliği değildir. Kadınların da bu egemen aklın tasavvurlarıyla hareket etmesi manasına gelir.
Konuyu daha da detaylandırabilmek için tartışmalı bir konuyu örnekleyelim:
Askerlik…
Çok farklı bir tonda silah eğitimi alınabilecek iken, tam manasıyla otorite ve ast-üst ilişkisini dayatan bir dil üzerinden askerlik yaptırılması garipsenmez. Hatta bu cümleyi kurduğunuz için vatan haini, işbirlikçi gibi sıfatlarla anılabilirsiniz.
Süpürgeye bile ceza verecek kadar otoriter bir dil üzerinden, tekâmül ya da insani gelişime katkısı olmayan bir tutum üzerinden, gelişim çağının en ideal yaşlarında insanların bu türlü bir psikolojik ortama sürüklenmesi, sokaklarda gezinen iki ayaklı “koyunları” üreten yegâne araçlardan biridir. Askerlik eğitimi süresince otoriteyi doğal bir olgu olarak kavrayan genç zihin sokağa çıktığında, otoriteler karşısında boyun eğmeyi de alışkanlığa dönüştürür.
Bir kimse, böylesine güçlü bir otoriter ilişkiye dahil olduğunda (ki toplumun egemenlerinin erkek olması nedeniyle, erkeklerin otoriterizme adapte olması, tüm toplumun kolayca koyunlaşmasını sağlar) sokakta ve sosyal yaşamda oluşan ast-üst hiyerarşisi sorgulanamaz bir hal alır. Çünkü bilinçaltında yerini çoktan almıştır.
Üstlerinin mantıksızlıklarına itiraz edemeyen erbaş, patronlarına, üstatlarına itiraz edemeyen bir birey olarak yaşamını sürdürür. Dolayısıyla, “her Türk asker doğar”ken, büyük bir çoğunluk yoksul ölür.
Bu sadece askeri eğitim değil, yozlaşan eğitim sistemi içinde çırpınmak zorunda kalan öğrencilerin durumu için de geçerlidir.
Oysaki amaç, herhangi bir saldırı ya da müdahale durumunda yaşadığı bölgeyi savunacak kadar silah ya da tertibat eğitimine sahip insanlar üretmek ise bu, çok daha doğal bir dil üzerinden de yapılabilir. Dolayısıyla, İngiltere’de türemiş bir olgu olan vicdani ret kavramına yaşadığımız coğrafyanın “kaderi” hasebiyle soğuk bakarım, lakin ıslah-ı harbiye temelinde, ordu kurumunun çok daha farklı, doğal bir temelde yeniden şekillenmesi gerektiğini savunurum.
Konuya dönüş yapacak olursak eğer, Habili dönem, üretim araçlarının doğa olduğu dönemi temsil eder. Bu dönem, hayvanların eğitilip evcilleştirildiği ve avcılık yapılan dönemdir. Dolayısıyla üretim araçları, keskinleştirilmiş objelerdir. Yani herkesin erişebildiği şeylerdir. Bir üretim aracı edinmek için ciddi bir efor sarf etmeniz gerekmez.
Kabili dönem ise tarımcı dönemdir. Bu süreçte de üretim araçları temelde doğadır. Lakin herkesin edinebileceği bir şey değildir. Çünkü etrafı çitle çevrilmiş olan tarla; içinde yaşayanların özel mülküne dönüştürülmüştür.
Akabinde, Allah’a ait olan toprağın bir parçasını işgal ederek bu alana isim koyması, bu alandan nemalanmak için gereken kas gücünü temin edebilecek bir sürecin gelişmesi için işçi kavramının altını dolduran bir insan tipinin üretmesi, bir kısım insanların bu alanlarda çalışarak üretim yapması, akabinde oluşan değerin o alanı işgal eden unsura ait olması gibi bir konjonktürün oluştuğu dönemdir.Evet, özel mülkiyet bütünüyle “işgal”dir.
Ve doğal olarak bu durum, ilgili süreci koruyacak birtakım yapıların oluşmasını da zorunlu kılmıştır. Mesela silahlı güç, bu sistemi ya da düzeni koruyan bir hiyerarşik üstyapı (devlet) ve durumu meşrulaştıran kavramlar. Bu kavramların başında da “ırk” geldi.
Irksal farklılıklar, farklılık zeminini meşrulaştıran en temel aygıta dönüştü. Bu noktada ilk ayrılıkların tensel renkler üzerinden olduğunu söylemek mümkün olabilir.
Siyah ve beyazın farklılığı, en azından toplu ve kalabalık olan kitleyi minimize ederek, siyahlar ve beyazlar gibi tanımlamalar üretmiştir. Kuran bu konuya şu ayetlerle dikkat çeker:
Ey elçiler (peygamberler) güzel ve temiz olan şeylerden yiyin ve salih amellerde bulunun. Ben yapmakta olduğunuz şeyleri gerçekten bilmekteyim. İşte sizin ümmetiniz bir tek ümmettir ve ben de sizin Rabbinizim; öyleyse benden korkun (sakının). (Mü’minun, 51-52)
Ayette geçen “ümmet” kavramını kısaca açarak devam edeyim.
Kuran-ı Kerim’de ümmet kavramı, 51 yerde tekil, 13 yerde çoğul olmak üzere toplam 64 yerde geçer. Anılışı itibariyle oruç, hac, namaz gibi nüsukların (ritüellerin) anılışının toplamından fazladır. Fazlaca önemsenen bu kavram, “herhangi bir özelliği nedeniyle bir araya gelmiş topluluk” manasında kullanılmıştır. Yalnız insanlık tarihinin köklerine işaret eden iki ayette “ümmetev vahideten” şeklinde kullanılmış, anlamı derinleştirilmiştir. Ümmetev vahideten, tek toplum manasına gelmektedir.
Bütün insanlık bir zamanlar tek bir topluluktu; (sonra ihtilafa düşmeye başladılar), bunun üzerine Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi ve onlar aracılığıyla hakikati ortaya seren vahiy(ler) bahşetti ki, bununla insanların farklı görüşler edinmeye başladıkları her konuda karar verebilsin. Buna rağmen, kendilerine hakikatin bütün kanıtları geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı onun anlamı hakkında ihtilafa düşenler bizzat bu vahyin tevdi edildiği aynı insanlardı. Ancak Allah, insanları, kendi iradesiyle, üzerinde ihtilafa düştükleri hakikate sevk etti; çünkü Allah, (ulaşmak) isteyeni doğru yola ulaştırır. (Bakara, 213)
Ayetin sonlarına doğru “kıskançlık” ibaresi geçer. Arapçası “bağy”dir. İnsanlığın bir zamanlar tek toplum olduğu, sonra “bağy” nedeniyle bölündüğü ve bütün peygamberlerin ve kitapların, yeniden tek toplum inşa etmek için gönderildiğinin en açık ayetidir.
İşin boyutunu derinleştirmek için “bağy” kelimesinin geçtiği yerlere baktığımızda şunu görüyoruz ki; Kuran’da 11 yerde geçen bu kavramın anıldığı bütün ayetler ekseriyetle “mal-mülk toplama” eksenli ayetlerdir.
Ama Allah onları kurtarınca, hiç vakit geçirmeden yeryüzünde haksızlığa sapıp azgınlaşırlar. Ey insanlar! Şu iğreti hayatın menfaati için yaptığınız azgınlık (bağy) ve taşkınlık yalnız sizin aleyhinizedir. Bir süre sonra bize döndürüleceksiniz ve yapmakta olduklarınızı size haber vereceğiz. (Yunus, 23)
Demek ki “bağy”, dünyadan menfaatlenmeyi sağlıyormuş. Ve “ümmeti vahide/tek toplum” bu menfaatlenme nedeniyle parçalanmış. Ve bütün peygamberler, bu parçalanmayı durdurma, dolayısıyla bu menfaatlenmeye savaş açma sebebiyle gelmişler. Bunu Kuran-ı Kerim söylüyor…
Bugünlerde “ümmet” malı götürenlerin, menfaatlenenlerin, kenzcilerin diline pelesenk olmuş. Ümmet, “yeryüzü enternasyoneli”dir. Bakara suresi 213. ayet, tek toplumdan bahsederken dinlerinden, ibadetlerinden bahsetmez. Açık olarak “birbirinden menfaatlenmeyen, çıkarsız insanlardan oluşan” bir toplumdan bahseder. İşte bizim ümmet anlayışımız böyledir.
Bütün insanlık tek bir ümmet olmalıdır. Bunun için tek koşul, kenz, yani kişisel menfaatlenmenin son bulmasıdır.
Peki bu ümmet daha somut olarak nasıl parçalandı?
İşte bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir (ümmet-i vahide). Rabbiniz de Benim. Daima Benim bilincimde olun! Gel gör ki kendi aralarında paramparça olup gruplara ayrıldılar. Her gruba kendini hak diğerini batıl görmek hoş göründü. Sen onları cehalete batmış olduklarını anlayıncaya kadar kendi hallerine bırak. O elde ettikleri mal ve oğulları, hayırda yarıştırmak için kendilerine özel olarak verdiğimizi mi sanıyorlar? Hayır, anlayamıyorlar. Oysa Rablerine karşı korku ve titreme içinde olanlar, Rablerinin ayetlerine inananlar, Rablerine ortak koşmayanlar, verdiklerini Rablerinin huzuruna çıkacaklar diye kalpleri korku ile ürpererek verenler… İşte onlardır hayırda yarışanlar ve onun öncüleri olanlar. (Mü’minun, 23/52-61)
Ümmeti inşa etmek için cami yapılmaz. Elinizdeki nimetleri vererek eşitlenirsiniz. Doların, altın ve gümüşün değil, tek rabbin Allah olduğuna iman edersiniz. Yeryüzünün nimet ve servetinin belli ellerde toplanmasına karşı durursunuz. Ümmet ancak böyle inşa edilir.
Yani, kapitalizme ve emperyalizme tam manasıyla karşı olursunuz… Bilmem anlatabildim mi?
Ayette (Mü’minun, 51-52) yer alan “temiz ve güzel şeylerden yeme” ibaresi de, aşağıdaki ayetle tefsir edilebilir:
O, size ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olan (hayvan)ı kesin olarak haram kıldı. Fakat kim kaçınılmaz olarak muhtaç kalırsa, taşkınlık yapmamak ve haddi aşmamak şartıyla (ölmeyecek oranda yiyebilir), ona bir günah yoktur. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Bakara, 173)
Temiz olan şey; Allah adına kesilmiş hayvan örneği ile somutlanabilir. Yani Allah’ın emrettiği ölçüler sınırında kalan bir dönüşüm.
Bu noktada “tüketim” kavramını kullanmıyorum. Çünkü hakikatte tüketim diye bir kavram yoktur. Dönüşüm vardır. Dönüşüm, Allah’ın emrettiği, yarattığı doğal yasalar ile aşikâr kıldığı ölçüler içinde izlenen tutumdur.
Bu tutuma adapte olma durumu üzerinden bir tanımlama yapıldığında; mülkiyetçi paradigmanın tüketim algılayışı, temiz olmayan bir yiyiş biçimi olması hasebiyle tek toplumu parçalayan bir kültürel karakter inşa etmektedir diyebiliriz.
Üzerinde Allah ismi anılmış olan, Allah’ın öngördüğü usul içinde sürdürülen doğal yaşam iken, tüketim hastalığı, necis-pislik bir yaşam olarak tanımlanır.
İşte, sizin toplumunuz tek toplumdur ayetinin en genel izahı bu şekilde yapılabilir. Tek toplumu parçalayan, tefrikaya sevk eden her türden fiil karşısında somut bir konumlanışı öngörecek devrimci bir tutarlılığın ilan edildiği bu lafız dahilinde, ideal eylem ya da tavır örneklenir.
Devam edelim.
Yerde debelenen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın. (6/Enam, 38)
Ümmet kavramının nitelikli bir izahının yapıldığı bu ayet, kavramı ortak yaşam geleneği ya da bilincine bağlamaktadır.
Kuşları itikatları ya da inanış biçimleri üzerinden değil, varoluş içindeki konumları hasebiyle değerlendirebiliriz. Bunun dışında bir kıstas edinmek gaflet olacaktır. Mesela, mümin kuş ile müşrik kuş gibi bir zıtlık söz konusu değildir. Ya da kapitalist kuş lafzı…
Kuş kuştur. İnsan da insandır.
Dolayısıyla ümmet kelimesi, tüm insanoğlunu kapsayan bir karakter ihtiva eder. Kişi inansın ya da inanmasın, ümmetin bir ferdidir. Lakin ümmetin oluşabilmesi için şu temel kıstasa dikkat etmek gerekir:
Gerçek şu ki, sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse Bana ibadet ediniz. (21/Enbiya, 92; 23/Mü’minun, 52)
Demek ki Allah dışında hiçbir şeye ibadet edilmemesi şartı söz konusu imiş…
Yani kelime-i tevhit üzerine inşa edilmiş bir toplum. Bu ne anlama gelir?
Kimilerinin sandığı gibi; simgelere boğulmuş ve aslı yitirmiş bir toplumsal kültürel birikimden mi bahsediyorum? Bu durumu tevhit bahsinde detaylandırarak devam edelim…
Riya Tabirleri