Pierre Loti, Gizli Aşkı Hatice ve Son Halife Abdülmecid’in Pierre Loti Hayranlığı

Rochefort Fransa’nın güney batısında, Charente-Maritime bölgesinin küçük bir kentidir. Birbirini dikey kesen sokaklar boyunca dizilmiş kasvetli evlerinden, ölgün ışıkların aydınlattığı hüzünlü kahvelerinden başka özelliği olmayan bir kent. Oysa iki kez gittim Rochefort’a. Pierre Loti adıyla tanıdığımız Türk dostu yazarın, deniz subayı Julien Viaud’nun evini görmek için. Her iki gidişimde de ata yadigârı bu ev şaşırttı beni. Bugüne dek gördüğüm yazar evlerinin hiçbirine benzemiyordu çünkü. “İki deniz arası siyah topraklar”da dolaşırken yolu Rochefort’a da düşen dostum Enis Batur’un deyimiyle “bir gurbet panayırı”, “has bir rüküşlük anıtı” olan bu ev, bana kalırsa çağ sonu bir “yazboz”un, yani XIX. yüzyıl dekadansının aykırı parçalarından oluşuyor. Binbir Gece Masalları’ndaki Alibaba’nın mağarasını da çağrıştıran Loti’nin evini eski bir kitabın tozlu sayfalarını çevirir gibi birlikte gezelim dilerseniz.

XVI. Louis ve III. Napoleon tarzı mobilyaları, tavandan sarkan Venedik işi kristal avizesi ve maun piyanosuyla giriş katındaki “kırmızı salon”un herhangi bir burjuva evinin konuk odasından pek farkı yok. Loti’nin, demir bir yatak ile duvarlardaki hat sanatı örneklerinden ibaret odasına hiç mi hiç benzemiyor. Yazarın kız kardeşi Marie’nin elinden çıkma aile portreleri kırmızı kadife kaplı duvarlarla uyum içinde. Zaten Loti de “acil olan tek şey dekordur” dememiş miydi bir yazısında ? Ne var ki, aile portrelerinin hemen yanında İsviçreli ressam Edmond de Pury’nin yaptığı iki portre daha var ki, üzerlerinde durmaya değer. Bu portrelerin ilkinde Julien Viaud deniz subayı giysileriyle, ikincisindeyse boynuzlu kaskı, hançeri, Bedevîlerinkini andıran uzun etekliğiyle garip bir “Türk savaşçısı” kılığında poz vermiş. Yazarın tüm varoluşu boyunca yaşayacağı bir kişilik bölünmesinin, deniz subayı Viaud ile oryantalist yazar, “Türk Efendisi” Pierre Loti’nin çelişkisini simgeliyor bir bakıma bu iki yapıt. “Kırmızı Salon”dan Gotik Salon’a, oradan da Rönesans üslubunda döşenmiş, oldukça karanlık bir başka bölmeye geçiliyor. Bir merdiven, Sacha Guitry’nin deyimiyle “yalnızca inmek için yapılmış”, sizi hiçbir yere çıkarmayan bir merdiven asma kat ile bu bölme arasında geçişi sağlıyor. Denizaşırı yolculuklarından, Japonya’dan Tahiti’ye, Ortadoğu’dan Uzakdoğu’ya, Çin’den Maçin’e dek gittiği her yöreden, her uzak iklimden ne bulduysa bu eve taşımış Loti. Gotik pencereler ile Rönesans sofra takımlarını, Çin vazoları ile goblen halıları, herhalde ait olduğu çağdan kaçıp bir düş evrenine sığınmak amacıyla olsa gerek, üst üste yığıp bir araya getirmiş. Bu kaçış isteğinin en aşırı örnekleri, en uç belirtileri, evin üst katındaki oryantal bölümlerde yer alıyor. Mekke’ye dönük olmasa da süslü bir mihrabı barındıran “Cami” adlı salonun duvarları, “namuslu kaçakçılar”ın yardımıyla Şam’dan getirilmiş çinilerle kaplı boydan boya. Orta yerde bir şadırvan, çevrede tekke işi sandukalar ile yeşil sancaklar, ok ve yaylar, tüfekler ile kılıçlar, yerde rengi solmuş halılar var; Granada’daki Elhamra Sarayı’nın tavanını andıran mermer kaplama tavandaysa geometrik biçimler. Loti, elinde nargilesi, saatlerce burada kalır, eski günlerin, yolculukların anılarına dalar gidermiş.

“Türk Odası”na gelince, yazarın bir deseninden yola çıkarak kız kardeşi Marie’nin yaptığı Aziyade’nin portresi ilk bakışta dikkati çekiyor. Bir ut ile nargilelerin arasında duran portredeki küçük kadın, örülmüş saçları, ipek giysileri, kederli bakışlarıyla haremin derinliklerinden seslenir gibi. Bu hayalî sesi İlk Kadın’da Loti’nin İstanbulu’yla birlikte anmıştım:

Ama o, karanlıkta mezarlıklar içinden geçerek Eyüp’teki evine varan, kapıyı içerden kilitledikten sonra çamurlu ayakkabılarını çıkarıp Aziyadesine kavuşmak, onunla yıllardır özlediği bir kapanışı, bakır mangalla ısınan geniş sofada bir uzak yitişi yaşayan Pierre Loti’yi okumadı hiçbir zaman. Pierre Loti’yi ben okudum. Yıllar sonra Paris’te Loti’nin İstanbulu’nu düşledim. On altısında bir Türk delikanlısının İstanbulu’na hiç mi hiç benzemiyordu. Mezarlıklar, kayıklar, geceyarısı öten baykuşlar, gülsuyu ve lokumlar vardı Loti’nin İstanbulu’nda. Evler ahşap, kadınların bakışları gizemliydi. Kapalıçarşı’da attarlar, çınar ağaçlarının altında ak sakallı dervişler nargilelerini fokurdatıyor, müezzinin yanık sesi camilerin loş avlularında yankılanıyordu. Akşam olunca hilal biçiminde bir ay doğuyordu minarelerin ardından. Haliç’ten esen rüzgâr Eyüp mezarlıklarındaki servilerin dallarını kıpırdatırken, kilitli kapıların, renkli halılarla döşenmiş karanlık sofaların ardından bir fısıltı duyuluyordu:
Şeytanlar, cinler
kaplanlar, düşmanlar
arslanlar…
Aziyade’nin ipek gibi yumuşak, fısıltılı sesiydi bu. Haremin derinliklerinden “Canım Loti !” diyordu, “sen gidince çok yaşamam, ölürüm ben !”

Loti’nin, asıl adı Hatice olan bir Çerkez güzeliyle yaşadığı gizli aşkın fantezi olmadığını, Eyüp’teki evde bir kara sevdanın, sonu acıklı biten bir serüvenin gerçekten yaşandığını biliyoruz. Aziyade’nin mezar taşını İstanbul’dan getirip Rochefort’daki evine boşuna koymamış yazar. Onu, elinde tespih, başında fes, bu mezar taşının başında çekilmiş soluk bir fotoğrafta görmüştüm ilk kez. Hava yağmurluydu. Meşrutiyet’in ilanına üç yıl vardı daha. Ve her şey Baudelaire’in ünlü şiirindeki gibi “şehvet ve sükûnetten ibaret” bir uzak ülkede başlayıp bitmişti. Sonra, Loti uzmanı dostum Alain Quella-Villèger’nin üstelemesiyle kitaplarını okudum bu İstanbul çapkınının. Hatta, Aziyade’nin mezarını arayışının öyküsünü anlattığı Doğu’daki Hayalet’e Fransızca bir önsöz bile yazdım. Loti ilk romanı Aziyade’de, haremin karanlığına terk ettiği sevgilisinin ülkesi olduğu için Türkiye’ye bağlandığını söyler:

Seviyorum bu ülkeyi. Ve burada gördüğüm her şey, en küçük ayrıntılar bile şaşırtıyor beni, sevindiriyor. Bu ülkeyi seviyorum çünkü onun, Aziyade’nin ülkesi. Hâlâ yanımda, yakınımda gibi. Oysa biliyorum bu son görüşmemiz.
Sonuna yaklaştığımız XX. yüzyılın başında Fransa’nın en popüler yazarı olan, kitapları yüz binlerce satan Loti’nin ülkemize bağlılığı tüm yaşamı boyunca sürecek, emekli deniz subayı, Balkan Savaşları ve “Harbi Umumî”de bile Osmanlı İmparatorluğu’nu savunacaktır. Pierre Loti ile son halife Abdülmecid Efendi’nin ilişkisini de bu bağlamda ele almak gerek.

Kumandan Julien Viaud’nun denizaşırı yolculukların dönüşünde bir süre dinlendiği, seyrek de olsa kocalık görevini yerine getirdiği, “hem burada hem buradan uzakta yaşamak isterdim” dediği Rochefort’daki ev üzerine okuduğum yazılardan hiçbirinde Abdülmecid Efendi’nin tablolarından söz edildiğini görmedim. Oysa, Alibaba’nın mağarasındaki eşya kalabalığı içinde, bu iki tablonun Türk sanat tarihi açısından özel bir önemi var.

Osmanlı hanedanının son veliahdı ve İslam dünyasının son halifesi olan Abdülmecid Efendi (29 mayıs 1868 İstanbul – 23 ağustos 1944 Paris) Pierre Loti’yle 1910 yılında İstanbul’da tanışmış. Yazarı Çamlıca’da, “dört duvar arasında hapis yaşadığını” söylediği köşküne davet edip uzun süre sohbet etmiş. İki yıl sonra da, 18 ağustos 1912 tarihli bir mektubundan anlaşıldığı gibi, Loti’ye hediye edilmek üzere iki tablosunu Fransa’ya göndermiş. Yazarın oğlu Pierre Viaud’nun özel arşivinde saklı bu mektubun bir kopyasını, Abdülmecid Efendi’nin Loti’ye yazdığı diğer mektuplarla birlikte okuma fırsatını buldum. Abdülmecid, ufak tefek imla yanlışlarının dışında, mükemmel bir Fransızca’yla kaleme aldığı mektubunda şöyle yazıyor:

Sevgili Kumandan,
Güzel sanatlar alanında başyapıtların yaratıldığı bir ortama iki küçük tablo göndermek hayli cesaret işi. Bu girişimi, bende silinmez izler bırakan hayatımdaki acı tatlı olayları anmak için bir bahane kabul edin.
İlk tabloda otuz üç yıl boyunca gördüğüm hüzünlü ve melankolik manzara yer alıyor: Sarayburnu. Anısı belleğimden silinmeye yüz tutan sevgili babam Sultan Abdülaziz’i öldürmek için kiralık katillerin girdiği penceremden görülen ulaşılmaz bir İstanbul bu. Babam bu pencerenin önünde öldürülmüştü.
Öbür tablo Çamlıca’dan Dev Tepe’ye dek görülen bir Boğaz manzarası. Bu panaroma uzun süre, tüm görkemi ve canlı renkleriyle yalnızlığımın tek avuntusu oldu. Osmanlı’nın ve Müslümanların büyük dostu, seçkin yazarı da bu güzel yerde tanımak zevkini tattım.
Hayranınız olduğuma inanın sevgili üstat.
Abdülmecid.

blank

Loti ile Abdülmecid’in yazışmalarından, o tarihte Fransız Akademisi üyesi olan Loti’nin son halifenin bir tablosunun Paris’te sergilenmesine de önayak olduğunu anlıyoruz. Abdülmecid’in toplanabilen yapıtları bundan on yıl kadar önce İstanbul’da sergilenmişti. Usta bir ressamın elinden çıktıkları ilk bakışta belli olan bu iki tablonun o sergide yer aldıklarını sanmıyorum. Tarihsel belge değeri taşıyan Loti-Abdülmecid yazışmasını gün ışığına çıkarıp yayımlamak araştırmacıların işi elbet. Ben Rochefort’a ikinci kez gittiğimde Abdülmecid’in tablolarını da görmek istedim. Evin ikinci katına çıkan merdivenin yanındaki karanlık duvara asılıydılar. Onlar da, Abdülmecid Efendi gibi, uzak ve erişilmez bir mekânın yalnızlığına terk edilmişlerdi.

1997
Pierre Loti’nin Evinde
Kaynak: Nedim Gürsel – İzler ve Gölgeler

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz