Nâzım Hikmet üzerine yazdığım kitabı bitirmeden önce, sürgünde ölen şairimizin izini sürmek amacıyla Moskova’ya gitmiştim. 1982 yılıydı. Fransız elçiliğinde kalıyordum. Türkolog Vera Feonova, Sovyet Yazarlar Birliği’nin beni dört günlüğüne Leningrad ya da Bakü’ye davet etmek istediğini söyleyince şaşırmadım desem yalan olur. Brejnev dönemiydi. Paris’te Sovyet rejimi üzerine az atıp tutmamıştım. Daveti kabul ettim ama, hangi kente gideceğimi Azerî dostum Tevfik Melikof’a danışmaya karar verdim. Akşam yemekte “Elbette Bakü’yü tercih etmelisin” dedi. Nedenini sorunca hiç duraksamadan “Çünkü orada kavun karpuz boldur” diye yanıtladı. Tevfik’in bu özlemini anlamak için Moskova’da dükkânların önünde uzayan kuyruklara bakmak yeterliydi, ama kavun karpuz uğruna Leningrad’ın müzelerinden, Puşkin ve Dostoyevski’nin kentinden vazgeçemezdim. O zamanki adıyla Leningrad, şimdiki adıyla Sen Petersburg’a gittim elbet, ama bir gün yolumun Bakü’ye de düşeceğini umarak.
Bu kente yalnızca kavun karpuz yemek için gelinmediğini, Bakü’nün görülmeye değer, ilginç bir kent olduğunu anlamam için bu yolculuğa çıkmam gerekiyormuş. Azerbaycan’ın Hazar Denizi üzerindeki yarımadası Abşeron’un adını taşıyan otelimin on üçüncü mertebesindeki (siz “katındaki” okuyun ya da anlayın !) odamın balkonundan Bakü’ye bakıyorum. Solda küçük havuzları, küçük kahveleri, yerinden sökülüp atılan Lenin’in büyük heykelinin bıraktığı boş alanıyla az ağaçlı (dolayısıyla az yeşilli, ama çok kalabalık) bir park var, parkın az ötesinde ise, suya gömülmüş gibi duran petrol kuyuları, yani ülkenin neredeyse tek gelir kaynağı “neft”. Kentin bağrına dek sokulan bu kuyuları dün Nardaran yolunda, toprağa girip çıkarken de gördüm. Çocuksuz ve boyasız tahterevallilere benziyorlardı, öyle bir başlarına, kederli ve yorgun. Üstelik hem bodur hem köhne. Bu sözcüğün Azerbaycan’da bizdeki gibi olumsuz bir anlam taşımadığını, yalnızca “eski”nin karşılığı olduğunu belirtmeme bilmem gerek var mı ? “İçeri Şeher” de denilen eski kentin bir adı “Köhne Bakü”. Orada “erzakçı”dan öteberi alabilir, çocuklarınıza “uşşağ giyimleri” tedarik edebilir, erkekseniz “kişi”, kadınsanız “dişi” berberinde saçlarınızı kestirebilir, petrol şirketlerinin restore ettirdiği sur içindeki eski taş yapıları “temaşa” edebilirsiniz.
Azerî lehçesiyle ilişkim Azerbaycan Havayolları’nın uçağında başlamadı. Paris’te, Prof. Louis Bazin’in Sorbonne’daki seminerinde, Azerî halk edebiyatından örnekleri incelediğimiz de olurdu. En çok “Heyvanların Behsi”nden hoşlandığımı anımsıyorum. Ehliman Ahundov’un seçtiği metinlerde yalnızca insanlar değil, hayvanlar da konuşurdu. Örneğin koyun şöyle derdi:
Men heç otdan doymaram,
Payı oldu çörün çöpün goymaram,
Her evi men yunum ile bezerem
Ağır ağır halçalarım var benim
Allı güllü gonçalarım var benim
Koyuna, adı “Ebdülkerim” olan keçi yanıt verirdi:
Adım Ebdülkerimdi,
Gavala çekilen menim derimdi,
Üç ay gışı ölmirem, Allah kerimdi
Şeytan şeytan balalarım var benim,
Gelbi gelbi gayalarım var menim
Bu son dizedeki “kayalar”ın “hayalar” gibi söylenişi sınıfta gülüşmelere yol açar, sözü eşek aldığında makaraları koyverirdik:
Men hamıdan fağıram
Palçığa düşende dağdan ağıram,
Çölde galsam men yiyemi çağırram
Gerenaydan yoğun sesim var benim
Atlarınan böyük behsim var menim
Uçakta, Ahundov’un kitabındaki “Heyvanların Behsi”nden aşina olduğum, özünde bizim konuştuğumuz Türkçe’den pek farkı olmayan, ne var ki duyduğumuzda gülümsediğimiz –belki gizlice alay ettiğimiz– Azerîce’nin bu kez yolculara yönelik inceliklerine tanık oldum. Anons şöyleydi: “Hanımlar ve Cenaplar teyyerimizde ikki egzit bulunur. Hemi de pilotun sözüne gulağ asın, goruyucu kemerlerinizi baglı saglayın ! Dikkatinize göre teşekkür ederik.” Şimdi ne var bunda diyeceksiniz. Bir şey yok elbet, Quebec’te konuşulan Fransızca da Paris’te konuşulan Fransızca’dan biraz farklıdır. Hem söyleyiş biçimi, hem bazı deyimlerin anlamı açısından. Bir kitabımın tanıtımı dolayısıyla Montreal’e gittiğimde Fransız yayımcımın bu kentteki basın görevlisi beni havaalanında karşılamış, yolculuğumun nasıl geçtiğini sorup biraz yorgun olduğum yanıtını alınca beni otelimde ısıtacağını söylemişti. Genç ve güzel bir kadındı. O, aslında, benim bildiğim Fransızca’da “ısıtmak” ama Kanada’da konuşulan Fransızca’da “arabayla götürmek” anlamına gelen “chauffer” fiilini kullanmıştı. Tıpkı Azerîlerin “inmek” yerine “düşmek” demeleri gibi. Her neyse, uçağımız sağ salim Heydar Aliyev Aeroport’una düştüğünde Bakü’nün beni ısıtacağını, sarıp sarmalayacağını, aramızda biraz da dilden kaynaklanan bir sevda ilişkisinin başlayacağını bilmiyordum henüz.
* * *
BAHRİ HAZER
Ufuklardan ufuklara
ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu;
Hazer rüzgârların dilini konuşıyor balam,
konuşup coşuyordu!
Kim demiş “çört vazmi!”
Hazer ölü bir göle benzer!
Uçsuz bucaksız başı boş tuzlu bir sudur Hazer!
Hazerde dost gezer, e…..y!..
düşman gezer!Dalga bir dağdır
kayık bir geyik!
Dalga bir kuyu
kayık bir kova!
Çıkıyor kayık
iniyor kayık,
devrilen
bir atın
sırtından inip,
şahlanan
bir ata
biniyor kayık!
Ve Türkmen kayıkçı
dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş.
Başında kocaman kara bir papak;
bu papak değil:
tüylü bir koyunu karnından yarıp
geçirmiş başına!
Koyunun tüyleri düşmüş kaşına!
Çıkıyor kayık
iniyor kayık
Ve kayıkçı
“Türkmenistanlı bir Buda heykeli” gibi
dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş,
fakat, sanma ki Hazerin karşısında elpençe divan durmuş!
O da bir Buda heykelinin
taştan sükûnu gibi kendinden emin
dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş.
Bakmıyor
kayığa
sarılan
sulara!
Bakmıyor
çatlayıp
yarılan
sulara!
Çıkıyor kayık
iniyor kayık,
devrilen
bir atın
sırtından inip
şahlanan
bir ata
biniyor kayık!
– Yaman esiyor be karayel yaman!
Sakın özünü Hazerin hilesinden aman!
Aman oyun oynamasın sana rüzgâr!
– Aldırma anam ne çıkar?
Ne çıkar
kudurtsun
karayel
suları,
Hazerde doğanın
Hazerdir mezarı!
Çıkıyor kayık
iniyor kayık
çıkıyor ka…
iniyor ka…
Çık…
in…
çık…
(1928 – Nazım Hikmet)
Odamın balkonundan, tam on üçüncü “mertebe”den Bakü’ye bakıyorum. Uzakta, Hazar’ın kıyısına doğru alçalan tepelerin yamaçlarında toplu konutlar, televizyon kulesi ve Neftçiler Bulvarı boyunca sıralanan güzel yapılar var; tam karşımda ise, Stalin döneminden kalma eski hükûmet binası. Ağır, ezici, yoğun bir yapı. Ama öte yandan, balkonlarındaki kemerli sütunları, pencerelerindeki süslemeleri, çatısına dizilmiş yuvarlak kaideli küçük piramitleri andıran mermerleriyle bu yörede tarih boyunca oldukça geliştiği anlaşılan taş işçiliğinin yetkin bir örneği de sayılabilir. Önündeki geniş alanda Sovyetler döneminden kalma külüstür Ladalarla mafya plakalı yeni Mercedes’ler fır dönüyor. Ve Hazar Denizi Nâzım Hikmet’in ünlü şiirindeki gibi çalkantılı değil. Tam tersine durgun, biraz ölü ve neşesiz. Ama dün, bizleri Nardaran’daki yazlık evinde ağırlayan Bakü Slavyan Üniversitesi rektörü, yazar dostum Kemal Abdullah’ın terasından baktığımda iyice coşmuştu. Hazri esiyordu çünkü ve Kemal’in deyimiyle “havyarın anası” nere balığının kömür ateşinde yapılmış ızgarasını nar şurubuna bandırıp yerken votka kadehlerini peş peşe yuvarlıyorduk. Belki biraz da bu nedenle, rüzgâr kulaklarımızda uğulduyor, Bahri Hazer, Nâzım’ın şiirindeki gibi “rüzgârların dilini konuşup coşuyordu”. Yıllardır merak ettiğim, ama büyüsü bozulmasın diye bir bilene de sormadığım bir deyim geçer o şiirde, “çört vazmi !” Burada, Rusça “Kör şeytan !” anlamına geldiğini öğrendim, dizeler tam yerine oturdu:
Ufuklardan ufuklara
ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu;
Hazer rüzgârların dilini konuşuyordu balam,
konuşup coşuyordu !
Kim demiş “çört vazmi !”
Hazer ölü bir göle benzer !
Uçsuz bucaksız başıboş tuzlu bir sudur Hazer !
Hazerde dost gezer, e…y !
düşman gezer !
Hazar tam bir Türk denizi artık, birbiriyle dost, Türkçe konuşan ülkelerle çevrili. Ve Nâzım’ın yıllar sonra yazdığı bir başka şiirinde söylediği gibi, hezri rüzgârı esmediği zaman, “erimiş kurşun” renginde. Hem “hangi deniz onun gibi kapalı ? / Hangi deniz onun gibi denizlerden habersiz / hangi deniz onun gibi yapyalnız ?”
Kemal Abdullah’ın sofrasında Hazar’ı görmüş olmanın kıvancıyla geçti gün. Ona, böyle kapalı, bunca yalnız olduğu için hem acıdım hem de içimde uyandırdığı sonsuzluk duygusundan etkilendim. Bir zamanlar bu kıyının böyle meskûn olmadığını, deli rüzgârın, esmeye başladığında yalnızca “köpüklü, mor” dalgaları değil sahildeki kumları da savurup tozuttuğunu düşündüm. Rüzgâr çıldırdıkça sanki yer yarılıyor, kumun içinden ateş fışkırıyor, su alev alıyordu. Evet, su bile. Bu görüntü karşısında dehşete düşen insanoğlu toprak ve denizin altında petrol yatakları bulunduğunu bilmiyordu elbet. Doğalgazın tutuşturduğu aleve tapmasının, taş taş ördüğü ateşgâhlarda düşlere dalmasının, iyi ile kötüyü aynı gerçeğin iki yüzü gibi görmesinin, diyeceğim Zerdüşt inancının ilk kez bu yörede yayılmasının bir nedeni de kuşkusuz Abşeron Yarımadası’nın yeraltı kaynaklarıydı. Ertesi gün eski kentte XIII. yüzyıldan kalma Şirvanşahların sarayını gezerken, bu topraklarda çok eski dinler ile uygarlıkların halleşip kaynaştığına tanık olacak, mimarî açıdan bir benzerine daha rastlamadığım ünlü Kız Kalesi’nin kararmış taşlarında Zerdüşt tapınaklarında yakılan ateşin izlerini görecektim.
Azerbaycan, yazarlarına değer veren, onların anısını yaşatan bir ülke. Kentin merkezinde, güzel ve bakımlı bir parkın içinde edebiyat müzesi var. Müzenin ön cephesindeki heykeller ilk bakışta dikkat çekiyor. Kronolojik sırayla Fuzulî, Vakıf, sol elinde kalbine bastırdığı kitap, sağ eli toprağa dönük duran kadın şair Netevan, Mirze Celil, Cafer Cabbarlı’nın heykelleri bunlar. Tam karşılarında ise, mermer kaidenin üzerinde başında şalı andıran sarığı, elinde bir tomar parşömenle büyük Nizamî duruyor. Kaidenin altında, basamakların başladığı yerdeki demir plakada Kiril harfleriyle NİZAMÎ GENCEVÎ (1141-1203) yazılı. Şairin yapıtından bazı bölümleri temsil eden tunç kabartmalara takılıyor bakışlarım. Hüsrev ile Şirin’in efsanevî aşkları hayalimde canlanıyor. Yalnızca Orta Asya, hatta Doğu’yu değil, Goethe başta olmak üzere Batılı şairleri de etkilemiş Nizamî’nin, Farsça yazmış olmasına karşın Azerbaycan’da neden bu denli yüceltildiğini, ulusal kültürün bir parçası sayıldığını anlamaya çalışıyorum. Kimlik tartışmaları bir yana, edebiyatın siyaset karşısındaki gücünün simgesi gibi bu heykel. Lenin’in heykelleri kentin ortasındaki alanlardan sökülüp atılmış çoktan, oysa Nizamî, yalnızca heykeliyle değil, eşsiz yapıtıyla da hâlâ ayakta. Tıpkı, heykelleri Bakü’nün hemen tüm parklarını süsleyen yazarların, Hatayî’den Samet Vurgun’a büyük sanatçıların yapıtlarıyla aramızda yaşadıkları gibi. Samet Vurgun’un çağdaş Azerbaycan edebiyatında ayrı bir yeri olduğu anlaşılıyor. Nâzım Hikmet de, bir şiirinde, onunla tanışamadığından dert yanar.
Nihayet şehrine gelebildim,
ama geç kaldım Samet,
görüşemedik
bir ömür boyu geç kaldım.
Teypteki sesini
dinlemek istemedim Samet,
ölülerin büsbütün ölmeden,
resimlerine bakamam.
Bakü’de kaldığım süre içinde şairlerin heykellerini görebildim ancak, şiirlerini okumaya vaktim olmadı. Ama Samet Vurgun’un dillerden düşmeyen, Azerîlerin çok sevdiği bazı dizelerini bir yere not ettim. Türk şiirinin büyük yenilikçisi, aruz ve hece kalıplarını daha 1920’lerde kırıp atan Nâzım Hikmet’in bu denli geleneksel, hâlâ hece vezniyle yazan “retrograd” bir şairi neden önemsediğine de bir türlü akıl erdiremedim.
El bilir ki sen menimsen
Yurdum, yuvam meskenimsen
Anam doğma vetenimsen
Ayrılar mı könül candan
Azerbaycan, Azerbaycan !
Eski kentin surlarının dibindeki küçük parkta, başı kalpaklı eli bastonlu yaşlıların gelip oturduğu bankların tam karşısında Hiciv ustası Sabir Tahirzade’nin de bir heykeli var. O da, kentin gürültülü caddelerinin, az ilerideki Ermeni Kilisesi ile Kız Kalesi’nin ortasında, hayatın içinden sıyrılıp ölümsüzlerin arasına karışmış gibi. Bir kayanın üzerinde oturuyor; başında kalpak, dizinin üzerinde sağ eliyle tuttuğu bir kitap var. Bıyıklı ve dalgın. “Aslan görirem korkmirem / Gaplan görirem korkmirem / Nerde bir Müselman görirem / Korkirem” der gibi.
Sabir’in heykelinden uzaklaşıp surlarla çevrili “Köhne Bakü”ye geliyorum ama, yazarların dünyası peşimi bırakmıyor. Bu kez de, onların adını taşıyan dar sokaklarda yitiriyorum yolumu. Eski taş yapıların ikinci katlarına eklenmiş ahşap cumbaların altından geçerek Sabir Küçesi’ne (Azerîler sokağa Farsça “küçe” diyor), oradan da Arnavut kaldırımı döşeli Firdevsî Küçesi’ne çıkıyorum. Hazar Denizi, karşımda bu kez, yine Nâzım Hikmet’in deyişiyle “kanatsız bir kapı gibi açık”. Erimiş kurşun renginde de değil. “Yeşil hare hare mavisi yumuşacık”. Ve yaşamı boyunca buralara yolu oldukça sık düşen, ilk kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü burada basılan Nâzım’ın bir beyti geliyor aklıma: “Şehirler, gülüm, caddeleriyle değil / anıtını diktiği şairleriyle büyük oluyor”. Bakü büyük şehir öyleyse. Ama, bunca şair heykelinin arasında, “Bahri Hazer”i, “Geceleyin Bakü”yü, “Kapalı Deniz”i yazmış, yalnızca Samet Vurgun’un yasını tutmakla kalmayıp genç Azerî şairlerin de elinden tutmuş Nâzım Hikmet’in heykeli neden yok ?
2004
Nedim Gürsel
İzler ve Gölgeler