YAŞAMI OTELLERDE GEÇEN YERSİZ YURTSUZ BİR ŞAİR: CHARLES BAUDELAİRE

“İnsanların en yalnızıyım…”

Büyük Ayna Oteli 

Eskimiş, kırık dökük, yorgun
Bir otel bile değildim ki o günden bugüne
Ya çekip gitmişlerdi bir bir. Ya da
Yaşayıp ölmüşlerdi otelleriyle
Edip Cansever

İki haftalığına gelip Passaporta’nın verdiği bu küçük apartman katına yerleşene dek benim için Brüksel, Amsterdam ya da Brugge yolunda bir uğraktı. Tam uğrak da sayılmaz. Yalnızca garlarını biliyordum çünkü; kenti ortadan ikiye bölen Avrupa’nın en eski demiryolunun tüm eski yapıları yok edip tarihsel mimarî dokuyu parçaladıktan sonra ulaşabildiği garları. Bir de tren penceresinden gördüğüm kurşunî gökyüzü ile kırmızı tuğlalı, birbirine yapışık evleri, soğuk taş yapıları. Şimdi Brüksel’deyim, “La Mort Subite” yani “Ani Ölüm” kahvesinde tek başıma. İçtiğim biranın adı da “Malheur”, bir başka deyişle “Mutsuzluk”. Kentin en eski kahvelerinden birindeyim, dolayısıyla eski günlere gidiyor aklım, bir zamanlar yolu bu kente düşmüş, burada içip sarhoş olmuş, acı ve yalnızlık çekmiş şairlerin dünyasına. Ama onları anımsamadan önce müzeleri dolaştım gün boyu. Bruegel’in İkaros’un Düşüşü adlı tablosunun önünde uzun süre kaldım.

İkaros labirentten kurtulup babasıyla güneşe doğru yükselirken dünyayı, dağ ve koyakları son kez seyrettiğini; suya, toprağa, ateş ve gün ışığına bir daha dokunamayacağını bilmiyordu. Bu yüzden, gövdesine balmumuyla yapıştırılmış kanatlarını çırparak alabildiğine yükseldi gökyüzünde. Ama, ne özgürlüğün sevinci ne de güneşin göz kamaştırıcı ışığı başını döndürmüştü. Yükselme, hep daha yükseklere çıkma tutkusuna da kapılmamıştı bir an olsun. Babası Daidalos, alçaktan uçarsa nemli havanın kanatlarını ağırlaştıracağını, çok yükseğe çıkarsa güneşin balmumunu eritip kanatlarını yakacağını söylemişti. Tam ölçüyü bulmak, bir kez havalandıktan sonra göğün mavisinde yükselmeden uçmak insanın elindeymiş gibi. Bir saban yumuşak, yağlı toprağı sürer, uzun yolculuktan dönen gemi demir tararken denize düştü İkaros. Kıyıda balık tutan adam onu görmedi. Kuru dala tünemiş kırmızı gözlü keklik de görmedi İkaros’u. Çobansa koyunlarını tepenin yamacına yaymış, gökyüzünde belirsiz bir noktaya dalıp gitmişti. Dayandığı sopanın dibinden ağaçlara bakıyordu köpeği. Uzakta, mavi beyaz dağların arasındaki boşlukta güneş batıyor, bir gemi limandan ayrılıyordu. Batan güneşin gerçekdışı, donuk ışığında beyaz evleri, kırmızı çatılarıyla bir düş ülkesi gibiydi kent. Sabanın sapını şehvetle tutan köylü, limana giren gemidekiler de görmediler İkaros’u. Denizin koyulaştığı, çivit mavisinden yosun yeşiline dönüştüğü yerde dalgalarla boğuşuyor, az ilerdeki kayalara ulaşmaya çabalıyordu. Tutunacak bir dal, gövdesine uzanan bir çift el bile yoktu görünürde. Kanatlarından dökülen tüyler havada uçuşurken, ölüm soğuk bir deniz gibi derinliğine çekti onu. Şimdi Brüksel’de, bir özel koleksiyoncunun duvarında çırpınıp duruyor hâlâ. Tıpkı, iki yıl bu kentte kalan, öfkesini Belçika ve Belçikalılara kustuktan sonra buradan az ilerdeki “Le Grand Miroir” yani Büyük Ayna Oteli’nin bir odasında ömrünün son aylarını yaşayan Baudelaire gibi.

Derken, üst üste içtiğim biraların etkisinden olmalı, “Malheur” den sonra yuvarladığım “Mort Subite” adlı bira, Can Yücel’in iki dizesini çağrıştırıyor belleğimde: “Kim kime dumduma / Adamın biri gitmiş güme”. Yalnızca Bruegel’in tablosundaki İkaros’un değil, XIX. yüzyıl Fransız edebiyatının dâhi şairlerinin de Brüksel’den geçip güme gittiklerini düşünüyorum. İşte Baudelaire ! 24 nisan 1864’te hem hava değişikliği olsun diye, hem de alacaklılarından kaçmak için iki haftalığına geldiği bu kentte tam iki yıl kalmış. Onu “Büyük Ayna” Oteli’nde, içindeki “öteki”ni, bir türlü ulaşamadığı o “yabancı”yı görebilmek için bakmaktan bıkıp usanmadığı aynalardaki görüntüsüyle ve tam iki yıl yaşadığı, daha doğrusu çile doldurduğu odanın yalnızlığında hayal edebiliyorum. Saçları dökülüp ağarmış, henüz kırk dört yaşında olmasına karşın iyice kocalmış. Frengi beyin hücrelerini kemirmekte. Çok değil birkaç ay sonra inme inecek tüm gövdesine. Ve öldüğünde, hayatta gerçekten sevdiği tek kadın olan, üzerine her zaman kol kanat geren anacığından başka ardından ağlayanı olmayacak. Verlaine ile Rimbaud’nun tutkulu ilişkisi de bu kentte noktalanacak, alkollü, uğursuz bir gecenin bitiminde sakallı şair Cehennemde Bir Mevsim’in yaratıcısına iki el ateş edip hapsi boyladıktan sonra. Nerval de, kendini Paris’te bir sokak fenerine asmadan önce, âşık olduğu tiyatro oyuncusu Jenny Colon’un peşinden buralara dek gelmiş. Şu an, “La Mort Subite” kahvesinde bana öyle geliyor ki, Avrupa bürokratları değil lanetli şairlerin ruhları dolaşıyor Brüksel’de.

* * *

Bu kentin neden bir dönem gerçeküstücü resmin merkezi olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. İnsanı Magritte’in bir tablosuna beklenmedik açıdan düşen ışık, bir olağanüstü görüntü ya da Kuzey Pasajı’ndaki vitrinler kadar şaşırtabiliyor Brüksel. Kaldığım evin az ilerisindeki Sainte Catherine Kilisesi’nin sağ duvarı, bir zamanlar liman olan ve hâlâ “rıhtım” adını taşıyan geniş, dikdörtgen alanın sınırını çiziyor. Artık liman yok, gemiler Senne Irmağı boyunca buraya dek yanaşıp yük boşaltmıyorlar. Baudelaire’in deyimiyle “en küçük ışık huzmesi bile yansıtmayan” biricik suyolunu XIX. yüzyılda gömmüş Brüksel. Bir İspanya yolculuğu sırasında yolum Valencia’ya düştüğünde kentin içinden geçen ırmağın ikide bir taştığı için yatağının nasıl değiştirildiğini görmüş, dönüşte “Irmağını Kaybeden Kent” diye bir yazı bile yazmıştım. Ama ırmağını düpedüz gömen, yok eden bir kent ilk kez görüyorum. “Irmaksız bir kentin kederi. (…) Parke taşlarının korkunçluğu. Evlerin ön cepheleri balkon dolu, ama kimse yok balkonlarda” diyen Baudelaire’e de hak veriyorum. Yine de, beni asıl şaşırtanın, kentin altında suyu çekilmiş, yatağı boşalıp kaybolmuş “Senne”in –ne tuhaf, yazılışı aynı değil ama Paris’i Paris yapan “Sen”le okunuşu aynı bu ırmağın !– “ebediyete intikal”i olduğunu söyleyemem. Bir “küçük aptes” konusu şaşırttı beni.

Kilise’nin alana bakan duvarında yalnızca erkeklerin hizmetine sunulan açık hava tuvaletinden, yani bir “pisuvar”ın aykırılığından söz etmek istiyorum. Benim gözümde gerçeküstücülerin deyimiyle tam bir saugrenu duruşu olduğunu itiraf etmeliyim bu mekânın. Sıkışan herkesin yeşil boyalı, yer yer pas tutmuş paravanın arkasına geçip, abartmıyorum, düpedüz kilise duvarına işeyebileceği bir tuvalet var burada. Alanın iki yanında ise, ağızlarından su fışkırtan küçük ejderhaların süslediği havuza karşı kentin en şık lokantaları arzı endam etmekte. Mahalle sakinlerinin işeme merakı, Chartreux Sokağı ile Vieux Marché Aux Grains Alanı’nın kesiştiği köşede, mermer masalı o güzelim kahveleri geçtikten sonra karşınıza çıkan kasvetli yapının çaprazında da devam ediyor. Küçük bir köpek heykeliyle karşılaşıyorsunuz köşe başında. Sevimli buldok arka sol bacağını kaldırmış, kaldırımın kenarına çöğdürmekte. Brüksel’in simgesi “Manneken-Pis” kadar küçük bir heykel bu da, ama Jerôme du Quesnoy’un XVII. yüzyılın başlarında yaptığı “Manneken-Pis” gibi iki eliyle pipisini tutmuyor –istese de tutamaz zaten !– arka bacağını kaldırmakla yetiniyor sadece. Altında bir çeşme olmadığı için de sidiği görünmüyor. Avrupa bürokratları ile göçmen işçilerin, Leonidas’ın önünde kuyruğa giren Japon turistler ile Büyük Meydan’a doğru akan kalabalığın birbirlerinden habersiz ama aynı telaş, aynı vurdumduymazlıkla bir sokaktan ötekine, tramvay duraklarından kahve teraslarına koşuşturdukları Brüksel’de, herkesin gözüne çarpmayan böyle sürprizlerle de karşılaşmak mümkün. Dikkat ederseniz güzellikler demedim, sürprizler dedim. Bu kentte, Lautreamont’dan beri süregelen (o da genç yaşta ölmemiş miydi ardında anlamı hâlâ tartışılan bir yapıt bırakarak) “olağanüstü”nün işaretleri de diyebilirdim ya da düpedüz “ihtiyaç giderme mekânları”. Bakalım bu kent daha ne sürprizler sunacak bana.

* * *

Baudelaire “Rue de la Montagne” yani Dağ Sokak”taki “Le Grand Miroir” (Büyük Ayna) Oteli’nde kalmış. Yaşamı otellerde geçen yersiz yurtsuz bir şairin, alacaklılarından kaçmak için neredeyse haftada bir taşınan, bununla birlikte tuvaletine son derece düşkün, her gün en az iki saatini giyim ve kuşamına ayıran bir “dandi”nin yine bir otel odasında hayata veda etmesi belki doğal ama, Manş kıyılarına doğru dümdüz uzanan, engebeden yana hiç şansı olmamış bir ülkenin başkentinde dağ adını taşıyan bunca sokağın bulunması biraz şaşırtıcı değil mi ? Altı yaşında yetim kalan Kötülük Çiçekleri’nin şairi, üvey babası General Aupick’in otoritesinden kaçıyordu belki. Annesinin, yatağını bir başka adamla paylaşmasına elbette itirazı vardı. 1848 Devrimi patlak verdiğinde eline geçirdiği bir tüfekle barikatlara tırmanıp “Haydi Arkadaşlar, General Aupick’i kurşuna dizelim !” diye bağırmamış mıydı ? Çok küçük yaşta yatılı okula gönderilmiş, daha sonraları ise sorumsuz ve başına buyruk bir yaşam tarzını benimsediği, afyon çekip aşırı dozda apsent içtiği, sokak kadınlarıyla düşüp kalktığı, bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de erotik şiirler karaladığı için aileden dışlanmıştı. Babasından kalan serveti har vurup harman savurmaya başlar başlamaz general duruma el koymuş, Madrid’e büyükelçi atanmadan önce bir noter kararıyla üvey oğlu Charles Baudelaire’in elini kolunu bağlamıştı. Genç şair annesiyle parklarda, müzelerde, kahvelerde görüşebiliyordu ancak. Madam Aupick’in kulağına, bir oğulun annesine söyleyebileceği en güzel, en tatlı sözleri, yakınmaları, bitmek tükenmek bilmeyen çocukça şikâyetleri ancak dışarıda fısıldayabiliyordu, dayalı döşeli evlerinde değil. Onunla, kocasını aldatan bir kadınmış gibi, ya kuytuda ya da kalabalığın içinde eriyip kaybolabilecekleri yerlerde buluşuyordu. Evet, sokaklarda sürtmeyip de ne yapacaktı Baudelaire, Paris’in hatırı sayılır genelevlerinden, çatı katlarından, otel odalarından dışarıya adım attığında kentin kalabalığına, bohem yaşamına karışmayıp da İmparatorluk Fransası’nın en tutucu, en burjuva çevreleriyle sanat sorunlarını mı tartışacaktı ? Kariyerini senatoda tamamlayan General Aupick’in salon arkadaşlarına mı okuyacaktı “ahlaksız” şiirlerini ? Yine de, annesine yazdığı sayısız mektuplardan birinde, her zamanki gibi yalnızlık ve parasızlıktan değil, evsizlikten de şöyle yakınıyor:

“Son bir ayda altı kez taşınmak zorunda kaldım. Otel odalarında, pireli yataklarda sürünüp durdum. Şu anda başımı sokacak bir yerim bile yok. Kitaplarımın yere saçıldığı bu eşyasız deliğe ev demeye bin şahit ister !”

Walter Benjamin, Baudelaire üzerine yazdığı ünlü denemesinde şairin 1842-1858 yılları arasında tam on dört adres değiştirdiğini, uyuduğu yatakların giderek “gelişigüzel”, rastlantısal olduğunu yazıyor.

Gerçi bir süre önce annesi oğlunu onlarla birlikte yaşaması için ikna etmiş, Charles eve dönmüştür ama, döner dönmez de üvey babasının ağına düşmüş, General Aupick’in istediği gibi bir “mösyö” olamayacağını artık iyice anlamıştır. Bir veda mektubu yazarak terk eder ailesini, annesinden kitaplarını, ayakkabılarını, terliklerini ve en önemlisi de “iki siyah kravatını” Hôtel Dunkerque. 22 Rue Laffite’e göndermesini ister. Bir başka mektubunda da, meşrebine uygun bir ev aramaktan yorgun düştüğünü, sıkıntı ve açlıktan (bir de parasızlıktan) önüne çıkan ilk otelde bir oda tutup uykuya daldığını, bir daha da oradan ayrılamadığını yazar. Baudelaire’in meskeni, ömrünün sonuna dek oteller olacaktır artık.

Brüksel’de “Büyük Ayna” Oteli’ni boşuna aradım. 1914’e dek otel olarak kalmış, daha sonra çeşitli şirketlere büro olarak kiralanmış, 1959 yılında da, kentin uğradığı korkunç mimarî katliama dayanamayıp yıkılmıştı. Şairle alay edercesine, bir katında “Noterler Odası”nın da bulunduğu yüksek bir yapı dikilmişti yerine. Kendi öz babasından kalan serveti gıdım gıdım vererek şairin yaşamını cehenneme çeviren Noter Ancelle’i anımsadım. Ve Brüksel’in elli yıl önce geçirdiği büyük değişimi XIX. yüzyılın ikinci yarısında geçiren, kuşkusuz bu nedenle Baudelaire’in hep kaçıp gitmek istediği, ama buraya dek gelip “Büyük Ayna” Oteli’ne sığınmadan önce bir türlü ayrılamadığı Paris’in kaderi düştü aklıma. Büyük kentin yalnızca kalabalığını, boğuntusunu, büyük yalnızlığını değil şiirsel atmosferini de yansıtmıştı şair. Ve “Ne yazık, demişti, bir kentin görünümü / Ölümlü insanın kalbinden daha hızlı değişmede”. Bu hızlı değişime ayak uydurmasını bildi Baudelaire, otel odalarının pencerelerinden seyretmekle kalmadı Paris’i, Haussmann’ın açtığı geniş bulvarlarda, parklarda, sokaklarda, Sen Nehri’nin rıhtımlarında da dolaştı. Felç geçirip odasına kapanmadan, bir daha kalkmamacasına yatağa çakılmadan önce Brüksel’de çıktığı sabah gezintileri, bir uçtan bir uca kat ettiği alanlar, yazmayı tasarlayıp da bir türlü yazamadığı Zavallı Belçika adlı kitabı için kentin mimarîsi, özellikle de kiliseleri için aldığı notlar gerçekte bu dolaşmaların, kentsel bir mekânla haşır neşir olmanın, orada yaşayıp onda erimenin uzantısından başka bir şey değildi. Yine de, aylakça dolaşmaya pek uygun düşmüyordu Brüksel. O, buraya geldiğinde, Belçika bağımsızlığını yeni kazanmış bir ülkeydi, başkenti ise büyükçe bir kasabadan farksızdı. Sokaklar dar, avlular karanlık, kahveler dumanlı ve havasızdı. Kaldırım yok denecek kadar azdı. Oysa Baudelaire, Haussmann’ın girişimiyle labirenti andıran sokakları yıkılmış, yerlerine burjuva yaşam tarzını yansıtan, bir örnek, uyumlu taş yapıların sıralandığı geniş bulvarlar açılmış kalabalık bir metropolden geliyordu. Paris’te yaptığı gibi gün boyu sokaklarda dolaşıp genelevlerde sabahlayamaz, iç sıkıntısını dağıtmak için afyon kahvelerinde vakit öldüremezdi. Bir otel odasına kapanmaya, kendini cezalandırmak için bu kez de yabancı bir kentte, dört duvar arasına kapanmaya mecburdu. Brüksel’den nefret etmesinin, orada şiir yazamamasının bir nedeni de buydu sanıyorum. “Hayal gücü sahibi insanlar için vazgeçilmez olan gezinti bu kentte imkânsız” diye yakınıyor notlarında.

Baudelaire için yazma eylemi de, bir bakıma, sokakta yürümekle eşanlamlıdır. Sözcüklere parke taşlarına basar gibi bastığını, nicedir düşlediği uyaklara sokak fenerlerine çarpar gibi takıldığını yazar bir şiirinde. Uğraşını bir eskrim oyuncusunun hareketlerine benzetir. Hep dışarıda, sokakta, aylakça dolaşabileceği yerlerdedir. Yaşamı boyunca ne bir kitaplığı oldu Baudelaire’in, ne de kendini dışarıdan, kentin uğultusundan, kalabalıktan soyutlayabileceği bir çalışma odası. Kahvelere, otellere, geçici mekânlara sığındı hep, yalnızlığını, kimsesizliğini bu mekânlarda daha derinden duyumsadı. Sonunda Brüksel’de “Büyük Ayna Oteli”ne demir atıp orada bilincini ve konuşma yetisini yitirdi. Kırk altı yaşında ve kahrolarak. Claude Pichois şairin son günlerini yaşadığı mekânı şöyle betimliyor:

Baudelaire’e, arka avluya bakan, ikinci kattaki 39 numaralı oda verilmişti. Cilalanıp parlatılmış, dar ve dik bir merdivenden yukarı katlara çıkılıyordu. Daha ilk bakışta odanın yoksulluğu göze çarpıyordu. Yeşil bir örtüyle kaplı yatak, maun taklidiydi. Yanında dolap, konsol ve kadifeleri yıpranmış bir kanepe ile koltuk sıralanmıştı. İki tane de sandalye vardı. Yerdeki küçük halının rengi çoktan atmıştı. Şöminenin üzerinde duvar saati yoktu, onun yerine bir abajur konulmuştu. Sıvası yer yer dökülmüş duvara bir masa dayalıydı.
Paris’te bulvarları, pasajları, kahveleri dolduran kalabalığın içinde suda balık gibiydi Baudelaire, oysa bu dar otel odasında kendini kafese kapatılmış gibi duyumsuyordu. Bir bakıma, kendini cezalandırdığını da söyleyebiliriz. Bir yargıç, çoğu kez de eli kırbaçlı bir kadındı hayat. Onu aşağıya, hep aşağıya, kendi uçurumuna doğru çekiyor, şeytanla işbirliğine zorluyordu. Paris’te tanımadığı çehrelerin, anonim insanların arasında kaybolmak kolaydı. Bu bağlamda, sonradan çağdaş edebiyatın en önemli izleklerinden biri olacak “kent yalnızlığı”nın, Sait Faik’in o eşsiz deyişiyle “kavun acısı yalnızlık”ın öncüsüdür Baudelaire. “Yoldan Geçen Kadın” adlı şiirinde sokakta bir an göz göze geldiği, bir kez daha karşılaşmayacaklarını bildiği bu “heykel bacaklı”, “uzun, ince ve soylu” genç kadına duyduğu cinsel arzuyu şöyle dile getirir:

Nereye kaçıp gidiyorsun böyle ?
Gerçi sen de bilmiyorsun ya benim nereye gittiğimi !
Oysa, ancak bu kadını sevebilirdi, ne esmer tenini koklamaya doyamadığı Jeanne Duval’i, ne bir geceleğine sahip olup hemen uzaklaştığı, şiirinin esin perilerinden Madam Sabatier’yi gerçekten sevebilmişti. Kadınlarla ilişkisinde bir düşüşü, pisliği, kötülüğü aramıştı hep. Sonradan şiirlerine girecek “Korkunç Yahudi”den frengi mikrobunu bilerek kapmıştı. Çoğu kez soyunmadan, hatta eldivenlerini bile çıkarmadan sevişmişti onlarla. Ama bir daha karşılaşmayacağını bildiği bu kadını sevebilir, ona âşık olabilirdi.

* * *

Baudelaire’i keşfettiğimde Galatasaray Lisesi’nde yatılı okuyordum. Gece geç vakit yatakhanenin mavi karpuzlu, çiğ ışığı kapatılıp herkes uykuya daldığında yorganı başıma çeker, cep lambamın ışığında kendimi Kötülük Çiçekleri’nin dünyasına bırakır, Baudelaire’in eşliğinde denizaşırı yolculuklara çıkardım. O zamanki bilgimle şairin dünyayı dolaştığını, şiirlerinde tüm ayrıntılarıyla dile gelen o yumuşak iklimlere bizzat gittiğini, melez sevgilisi Jeanne Duval’in teninde yalnızca şehvetli bir kadının değil göz alabildiğine uzanan kumsalların, mavi ve uçsuz bucaksız denizin kokusunu da soluduğunu sanıyordum. Oysa Baudelaire yirmi yaşına bastığında, belki biraz uslanır diye üvey babasının zoruyla Bordeaux’dan Kalküta’ya yelken açan bir gemiye bindirilmiş, ne var ki daha ilk uğraktan (Mauritius Adası) gerisin geriye Fransa’ya dönmüş ve Brüksel’de noktalanacak hüzün dolu bir yolculuğa kendi içinde çıkmıştı. Yine de, yaşamı boyunca belleğinden silinmeyecek anılar, uzak ülkelerin özlemiyle yanıp tutuşan duyarlı bir şairin dizelerinde yaşayacak görüntüler kalmıştı bu yolculuktan. Geleneksel değer yargılarına başkaldıran, toplumla uyum sağlayamayan sanatçının, avlanıp bir gemi güvertesine bırakılır gibi sokağa bırakılan “kıyı adamı”nın alegorisi olarak da okuyabileceğimiz ünlü “Albatros” şiiri gibi. (“Vakit öldürmek için tayfalar / Albatros kuşlarını yakalar”). Ya da “Yolculuğa Davet” şiirinin yıllar sonra hâlâ unutmadığım, ezberimden çıkmayan ilk dizeleri gibi:

Yavrum zevkini düşün,
Oraya gidip bir gün
Yaşamanın birlikte !
Sevmek, daima sevmek,
Sevmek ölünceye dek

Sana benzeyen yerde,
Görünce göklerdeki
Islanmış güneşleri

Arasında sislerin,
Sihridir beni saran
Yaşlarla parıldayan
Ve, elbette, on altı yaşımın cinsel istekleriyle daha bir anlam kazanan, okudukça doyamadığım, şehvetli bir yabancı kadın için yazıldığı ilk bakışta anlaşılan, en önemlisi de yolculuk özlemini o kadının teninde yaşatan “Uzak İklimlerin Kokusu”.

Göğsünün kokusuyla içimi doldururken,
Ilık bir güz akşamı gözümü kapayarak
Değişmez bir güneşin aydınlattığı, sıcak
Mesut kıyılar geçer gözlerimin önünden;

Enginlerde kaybolmuş uyuklayan bir ada,
Acayip ağaçları, tatlı meyveleri var;

Ve saf bakışlarıyla hayret veren kadınlar,
İnce, çevik vücutlu erkekler hep orada.

Büyülü iklimlere kokundur çeken beni,
Görürüm dalgalarda, arasız sallanmaktan
Yorulmuş gemilerin kaynaştığı bir liman.

O demirhindilerin burun deliklerini
Ve havayı dolduran kokusu, öylesine
Karışır ruhumdaki denizci türküsüne.
Bu gizemli, biraz romantik, ama son derece özgün dizeleri Fransızca asıllarından okuyordum elbet, daha doğrusu okumaya çalışıyordum, anlamadığım sözcüklerin altını çizerek. Sonra, asıllarını aratmayacak güzellikteki çevirilerini Sabahattin Eyuboğlu’nun, Suut Kemal’in ve Cahit Sıtkı’nın kaleminden de okudum. Ama büyü, yıllar sonra Paris’te, Baudelaire uzmanı Claude Pichois’nın Sorbonne Üniversitesi’nde izlediğim seminerlerinde bozuldu. Prof. Pichois genç şairin bindiği “Güney Denizleri” adlı geminin kaptanı Saliz’in General Aupick’e yazdığı ayrıntılı bir mektubu bulup yayımlamıştı. Kaptan, üvey oğlunun kamarasından pek çıkmadığını, gemi Hint Okyanusu’nda yol alırken değil manzaraya bakmak, tayfaların bile yüzüne bakmadığını, çok içine kapalı bir delikanlı olduğunu yazıyordu babasına. Ve, tüm ısrarlarına karşın onu yolculuğa devam etmesi için ikna edemediğini ekliyordu. Baudelaire’in sorunu kendi iç dünyasıyla, yakın aile çevresiyleydi, okyanusun ötesindeki ülkelerle değil. “Yolculuğa Davet”te yazdığı gibi orada her şey “nizam, şehvet, sükûn ve ihtişam”dı çünkü, oysa onun kargaşaya, düzensizliğe ve kötülüğe gereksinimi vardı. Çirkinliğin, içe kapanışın, “spleen” olarak adlandırdığı kentte duyumsanan sıkıntının estetiğini yakalamaya çalışıyor, kendi yalnızlığında, “çoklukta tek başınalık” dediği kendi cehenneminde yol alıyordu.

Derdim, yeter, sakin ol, dinlen biraz artık;
Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam,
Siyah örtülere sardı şehri karanlık;
Kimine huzur iner gökten, kimine gam.

Bırak, şehrin iğrenç kalabalığı gitsin,
Yesin kamçısını hazzın sefil cümbüşte
Toplasın acı meyvesini nedametin
Sen gel, derdim, ver elini bana, gel şöyle.
Baudelaire, sanıldığının aksine, uzak ülkelere yelken açmadı, gemilere binip dünyayı dolaşmadı, ama dünya kanalda sallanan gemiler örneği onun ayak ucuna dek geldi.

Gör bak
Kanallar üzerinde
Uyuyan serseri gemileri
En küçük arzunu bile
Tatmin etmek üzere
Dünyanın bir ucundan gelen gemileri.
Gemiler dünyanın bir ucundan gelmiş, ırmağını gömen Brüksel’in en kuytu kanalına demir atmış, alacakaranlıkta sallanıp duruyorlardı. “Büyük Ayna Oteli”nde, kirli yatağına uzanmış, konuşmadan, düşünmeden, hissetmeden ölümü bekliyordu şair. Yüzü aynaların içinde kırılıyor, biçimden biçime giriyor, bu kez hazzın değil acının kırbacıyla kıvranıyor, bağırıp çağırmak istiyor, ama ağzından “Kahretsin”den başka sözcük çıkmıyordu. Evet, kahrolmuş, yaşamı boyunca olmak istediği insanı oynayıp bir türlü becerememiş, hep kendi uçurumunu aramış, ne içine girdiği kadınların ne de ona zehirli bir hediye gibi bağışlanan varoluşun içinden çıkabilmişti. Şiirinin de içinden çıkamadığı gibi. Sonunda ana rahmine geri dönmüş, bir otel odasının dar yatağında büzülüp kalmıştı işte. Artık onu çağıran gerçek yolculuğa, “Yolculuk” şiirinde yazdığı dizelerin eşliğinde çıkabilirdi:

Ey Ölüm, koca kaptan ! bu kent sıkıyor artık,
Vakit tamam ey Ölüm, açalım yelkeni biz !
Olsa da katran gibi gökle deniz karanlık,
Doludur ışıklarla o bildiğin kalbimiz !

Nedim Gürsel – İzler ve Gölgeler – Doğan Kitap – 2012

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz