Amcam dikkatle karşısına geçmişti televizyonun, ‘bende yanına iliştim’; halam kahvaltı sofrasını hazırlamakla meşguldü.
Büyük askerlerin içinde ortada duran asık suratlı olanı; ‘Yüce Türk Milletti; Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bu bütün olan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda, izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir’ diye tarihe geçecek acılı bir sürecin uzun söylevini okuyordu…
-Darbe olmuş, dedi amcam
Muhittin adında bir yatılı okul arkadaşımla sinemanın önünden geçmiştik. Dışarıda boy boy afişler asılıydı. Muhittin’le ben sekiz dokuz yaşlarında iki çocuktuk. Hiç düşünmeden içeri girdik. Önümüze çıkan merdiveni takip ettik. Geldiğimiz yer locaydı. Perdede bir adam rastgele ateş ediyordu. Mermilerden sakınmak için yere çömeldik. Ama hep perdenin içindeki tuhaf adamlara isabet ediyordu kurşunlar. Tam işin püf noktasını çözmeye başlamıştı ki, bir adam el feneri ile başımızda belirdi. Kulağımızdan tuttuğu gibi dışarı attı bizi. Çünkü iki acemi beleşciydik, bilet almamıştık, dahası paramız yoktu ve locada ikimiz dışında kimse bulunmuyordu. Sağa sola ateş eden bu adamın İrfan Atasoy olduğunu çok sonraları öğrenecektim. Bir dahaki sinema macerama tedbirli başladım. Paramı cebime koydum, gittim biletimi aldım, turnikeden geçip karanlıkta seçebildiğim bir koltuğa oturdum. Bu sefer perdede bir adam espriler yapıyor, ardından düşmanına aman vermiyordu. Bu yerli vesternin güzel bakan ve güzel gülen adamı Yılmaz Güney’di. Tesadüf ki, hem Güney hem de Atasoy Adana’dan tanışıyorlardı, arkadaşlardı. Üstelik Atasoy, ilk kez Yılmaz Güney’in İnce Cumali filmiyle sinema serüvenine başlamıştı.
1984’ün sıkıcı, boğucu Eylül’ün ortalarına doğru, her zaman yaptığım gibi gazete almaya gitmiş, dönüşte de yine her zaman yaptığım gibi, gazeteyi açarak yolda okumaya başlamıştım. İşin doğrusu, Yılmaz Güney cuntacılar tarafından belleğimizden silinmişti. Gazeteyi karıştırırken, içerideki bir sayfada minnacık bir haber gözüme ilişti. Sinema oyuncusu Yılmaz Güney, firarda yaşadığı Paris’te yakalandığı mide kanserinden kurtulamayarak öldü diye yazıyordu. Türkiye sinemasının gelmiş geçmiş en büyük isminin ölüm haberi bile ürkütüyordu cuntacıları. Çok iyi hatılıyorum, haberde resim dahi kullanılmamıştı. Doğruydu, Yılmaz Güney, 9 Eylül 1984’te aramızdan ayrılmıştı. Bu yazı, aramızdan yirmi altı yıl önce ayrılan Güney’in sinemasını anlatmayacak. O başka bir yazının konusu olsun.
Hayatı sürgünlerle, hapislerle, sinemayla, edebiyatla ve aşkla geçen bu büyük insan geride unutulmayacak bir öykü bıraktı. Umut, Sürü, Arkadaş, Ağıt gibi şaheserler kazandırdı. Yol filmi ile cuntanın hakim olduğu kurşuni rengi beyazperdeye taşıdı, Altın Palmiye ödülünü kazandı. Son filmi Duvar ile bu ülkede yapılmayanı sürgünde yaparak, faşist cuntanın cezaevi gerçeğini suratımıza çarptı. Birçok roman yazdı, 1971’de yayınlanan Boynu Bükük Öldüler ile bir yıl sonra Orhan Kemal Roman ödülünü kazandı.
Urfa’dan Adana’ya göç eden çok fakir bir ailenin çocuğu olarak, sınıfını taa baştan belirledi. Sosyalizmi kuramsal olarak bilmediği bir zamanda, henüz on dokuz yaşındayken yazdığı ‘Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Denklemleri’ öyküsü Yeni Ufuklar dergisinde yayınlandığında, sürgün cezası ile ödüllendirilecekti. Güçlü gözlem ve sezgileri ile yerinin neresi olduğunu anlamıştı. Sosyalizm mücadelesinin peşinden tereddüt etmeden gitti. Kürt olduğunun hem altını çizdi, hem de yaptığı filmlerle sinemaya taşıdı. Sistemin zulmünden hiç korkmadı. Sıkıyönetimin olduğu bir İstanbul gecesinde (22 Mayıs 1971), kendisini arayan ve yardım isteyen yoldaşları Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Cihan Alptekin’i yolların askerlerce işgal edildiği, onlarca arama noktasının bulunduğu bir güzergahtan gidip aldı, evine götürüp sakladı. Cevahir’e özel bir sevgisi vardı Güney’in. Onun öldürüldüğünü duyduğunda çok büyük bir acı hissedecekti. Bu yardımının karşılığında da iki yıl hapis cezası alacaktı. Sürgünde yaşadığı Paris’te devrimcilerin yaptığı dayanışma gecelerine katıldı. Bunların birinde yaptığı konuşmada, ‘Arkadaşlar, dağlarımız, ovalarımız ve ırmaklarımız bizi bekliyor. Biz, bütün ömrümüzü gurbette geçirip, gurbet türküleri söylemek istemiyoruz. Biz, yiğitlikleriyle destanlar yazmış bir halkız ve önümüzde duran bütün güçlükleri yenecek azme, kararlılığa ve koşullara sahibiz. Türk, Acem ve Arap devrimci demokratları, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının en candan savunucuları olarak, bu kavganın bir parçasıdırlar ve ortak düşmana karşı savaşmaktadırlar. Ezilen sınıfların sınıf kardeşliği, en güçlü silahlarımızdan biridir. Dost ve düşman herkes bilsin ki, kazanacağız, mutlaka kazanacağız. Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir’ diyecek kadar devrime, halkların kardeşliğine inanmış bir insandı.
Yılmaz Güney, yaptığının hakkını vermek için tüm imkanları kullanmaktan kaçınmamış bir sinema emekçisidir. Cezaevindeyken çekmeyi düşündüğü Sürü filminin çekimlerinden önce, Zeki Ökten’i Siirt’e gönderip, celeplerle görüşmesini istemiş, canlı hayvan fiyatlarının nasıl belirendiğini bu yolla öğrenmiştir. Gittiği her yere insanlığını götürmüştür. Yattığı bütün cezaevlerinde, mahkumlara ahlak ve erdemi öğretmeye çabalamıştır. Onlar arasında dayanışmayı sağlamıştır. Kumarı yasaklamış, komün şeklinde bölüşmeyi sağlamıştır.
Sinema hayatını, ne yapmak istediğini önceden kurgulamıştır. Ucuz avangard filmlerle seyirciye ulaşmayı hedeflemiş, bunu sağladıktan sonra da kazandıklarıyla inandığı sinemayı yapmıştır. Umut filminin galasında, dağıtımcıların salonu terkettiğini gördüğünde, başına gelecekleri anlamış ama devrimci sinemadan vazgeçmemiştir. İtalyan Toplumsal Gerçekçi sinema akımından etkilenmiş, kamerayı toplumsal gerçeğin üzerine çevirmiştir. Arkadaş’ta sınıf çelişkisinin ne kadar derin olduğunu anlatmış, eskiyi öldürüp yeniye yüzünü dönmüştür. Sürü’de feodalitenin çözülüşünü bütün gerçekliği ile sinemalaştırmıştır. Çocukluğunun geçtiği evi mekan olarak kullandığı Umut ise hiç kuşkusuz en büyük şaheseridir. Türkiye sinemasına birçok yönetmen kazandırmıştır. Yakışıklı erkeklerin, güzel kızların oynadığı ve masal dünyasında geçen, toplumu uyutan filmlerine karşı o Almanya’ya işçi olmak için gitmeye çalışan, diş muayenesinde çürüğü olduğu için gidemeyen, bunun yerine bir cinayeti üstlenmek zorunda kalan Baba’yı çekmiştir. Tarık Akan gibi salon filmlerinde oynayan bir aktörü, hakiki bir oyuncuya dönüştürmüştür. Tuncel Kurtiz’i ete kemiğe büründürtmüştür.
Yılmaz Güney bir aşk adamıydı. Halkına, toprağına, dağlarına aşıktı. Aşık olduğu kadınlar da oldu. İlkin Nebahat Çehre’yi sevdi. İkili büyük gelgitler yaşadı. O aşkta bazen çocuklaştılar, bazen isyankarlaştılar. Ortayı bulamadılar hiçbir zaman. Sonra bir burjuva kızına vuruldu. Fatoş Güney’di bu kadın. Çekti aldı onu dahil olduğu sınıfın içinden. Yılmaz onunla duruldu, Fatoş onunla evrildi. Bir aşkın olabilecek bütün sınanmışlıklarını yaşadılar. Ölüm koparabildi Yılmaz’ı Fatoş’tan. Belki de yeryüzünün en güzel bakan iki insanından biriydi, diğeri Montgomery Clift. Türkan Şoray, en büyük acısının Yılmaz ile bir film çekememiş olmasına yorar. O kadar güzel bakıyordu ki, sanırım ona aşık olurdum der.
İlk oynadığı film Lütfü Akad’ın yönettiği ‘Bu Vatanın Çocukları’dır. O yaşadığı toprağın çocuklarına inanıyor ve güveniyordu. Onu büyük yapan sanatçı kişiliği yanında, halkına dönük duruşudur. Ülkesinde vatandaşlıktan çıkarılan Güney için, Fransa hükümeti hastalığına verdiği önemden dolayı, özel bir ambulans uçağını hazır bekletmiştir. Yılmaz Güney’i lümpen, kadın ve çocuk döven diye lanse eden burjuvanın tetikçileri bunu anlayabilecek derinlikten yoksunlar. Onlar Recep İvedikleri, Vizonteleleri, Goraları, Hababam Üçbuçukçuları varsın sinema şaheserleri olarak bilsinler.
Siverek’ten Adana’ya ırgatlık yapmak için göç eden bir ailenin çocuğuydu Güney. Sefalet içinde geçen çocukluğunun hıncını içinde taşıdı hep. Ailesinin, çevresinin ve kendisinin yaşadıklarından bir kesiti sinemalaştırmak istedi. Senaryosunu yazdı, oyuncuları topladı, Çukurova’ya doğru yola koyuldu. Bir-iki günlük çekimlerden sonra, Yumurtalık Olayı meydana geldi. Şerif Gören’in tamamladığı film 1974 yapımı Endişe’ydi. Güney’in büyük bir misyon yüklediği film bitip de, izlediğinde, üzülecekti. Güney çekebilseydi Endişe’yi, iz bırakan önemli filmlerinden biri olacaktı. Birçok filmi, tutsaklıktan dolayı kendisi çekemedi ama plan plan filmi çekecek olan yönetmene dikte ettirdi. En büyük projesi, Kürt tarihi ile ilgili bir film çekmekti, senaryoyu kafasında kurmuştu, Cezayir ve Fas’ta mekan baktırmıştı, olmadı. Ömrü yetmedi. Ama unutulmadı da O. Unutulmayacak da.
Malum bugün referandum. Evinde oturanlar için naçiz bir önerim var. Varsa ellerinde bir Yılmaz Güney filmini oturup yeniden izlesinler. Onun yerine göz koymaya çalışan çakma Yılmaz’lar ile gerçek Yılmaz arasındaki binlerce kilometrelik farkı görsünler. Sahi bugün referandum var. Cunta ile hesaplaşma iddiasındakilere sormak gerek, Yılmaz Güney adına müze mi yaptınız? Kültür Bakanlığı olarak adına festival mi düzenlediniz?*
12 EYLÜL SABAHI
Akşam firarda olacaktım; bu kesindi…
Vukuatım vardı, ‘eve istenilen saatte dönmüyordum çünkü.” Suçlanıp kötek yemektense firar etmeyi yeğledim o gün, eve geç gitmek istiyordum!
-Hayır, aslında eve gitmek istemiyordum!
Ne köteği göze almış ne de kötek korkusunu atmıştım üzerimden!
Böyle durumlarda babamın hışmından kurtulmak için babaannemin evine sığınıyordum…
-Yapma, diyordu babam, ‘kucak açıyorsun bu yaştaki çocuğa, bak sokağa alıştı velet!”
İyi bir sığınaktı babaannem, hani gücü yetse babaannemi yardım ve yataklıkla suçlayacaktı babam.
Güçlüydü, suçluyordu da. Karanlık erken mi inmişti o gün? Öyle hatırlıyorum!
Mahallemizin sakinleri evlerine erken çekiliyordu o günlerde; başına kuruluyordular pür dikkatle siyah beyaz televizyonlarının. O akşamı zor ettim. Her an, sanki evi basacaktı babam. ‘Babaannemin arkasına geçecek, eteklerinden tutacak, bağırmasını, kızmasını ve sakinleşip öfkesinin geçmesini bekleyecektim babamın’
Amcam pencerenin kenarında kanepede, halam bulunduğumuz salona kapısı açılan yan odada, ben yer yatağında babaannemin bitişiğinde yataklarımıza çekilivermiştik…
Keyifsiz geçen bir gün, kasvetle yüklü bir akşam ve bir türlü geçmeyen bir gece.
Terk edilen aşıklar gibi, işini-eşini kaybeden çaresizler gibi bir sağa bir sola dönüp durdum o gece…
-Gelse, o akşam kurtulacaktım babamdan; gelmedi. Ertesi güne sarkacaktı suçlanıp cezalandırılmam, ‘bu daha da sıkıcı…’
Uyuyup uyanıp, uyuyup uyanıp durdum yatakta.
-Elma var… Elmaaaa vaarr!
Uzaklaşıp yakınlaşan motor sesleri!
-Elmaaaaa?
Megafon,
-Bu sabahtan itibarennnn?
-Elmaaaaaa
Doğrulmuşum yatağımda, babaannem de doğrulmuştu benim gibi, yatakta oturuyorduk o an karşılıklı. Bize ‘sus’ işareti yaptı amcam, perdeyi aralayıp dışarıya bakınırken pencereden, halam kapının ortasına dikilmişti karanlıkta, olan bitenleri anlamaya çalışıyordu şaşkın bir vaziyette!
-Elma mı satıyorlar sokakta? diye seslendim salonda duran amcam, halam ve babaanneme.
‘Seyyar sebze meyve satıcılarının gündüz çıkardığı bağırtılara benzetmiştim sokaktan gelen gürültüleri.’ ‘Uzan’ dedi, bana bakarak amcam, sonra ‘Uzanın’ dedi salonda duran hepimize, kendisi de uzanarak tekrar yatağına.
Kimseyi uyku tutmadı o gürültüden sonra.
Gün ışıdı ardından, toparlandı herkes…
-Kurtuldun, dedi amcam.
-Gelemez buraya baban, sokağa çıkma yasağı var!
Pencereden dışarıya, sokağa baktım, sokağın öbür başındaki caddeye, ellerinde tüfekleriyle askerler vardı, askeri bir jeep geçti ardından yanlarından.
Başka pencerelerden de gözetliyordular sokağı ve caddenin başını…
Üç dört büyük asker, ‘büyüktüler evet”, büyük ve yaşlı. Bir uzun masanın arkasında oturmuş toplantı yapıyordular siyah beyaz televizyonda.
Amcam dikkatle karşısına geçmişti televizyonun, ‘bende yanına iliştim’; halam kahvaltı sofrasını hazırlamakla meşguldü.
Büyük askerlerin içinde ortada duran asık suratlı olanı; ‘Yüce Türk Milletti; Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bu bütün olan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda, izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir’ diye tarihe geçecek acılı bir sürecin uzun söylevini okuyordu…
-Darbe olmuş, dedi amcam
-Sevindim; babamın benle uğraşacak vakti olmayacaktı o gün…
Kapıya sertçe vurdu birileri.
Babaannemin arkasına geçip eteklerine tutundum entarisinin.
Korktuk, telaşlandık hepimiz…
Babaannem, amcam, halam niye korkmuştu?
Annemi hatırladım birden!
Çok sonra öğrendim kötü bir şey olduğunu darbenin; ‘ruhen ya da fiziken alınan herhangi bir zarardı’ tek başına bir insan için…
Koca bir coğrafyada ızdırap içine sokmadığı ruh bırakmayacaktı ardından!
*Doğan DURGUN (Günlük)
**’12 Eylül Sabahı’ adlı kitap ‘anı’ metin.