Yaşar Yaşamaz büyük bir düş kırıklığına uğramıştı. Beyler Koğuşundaki iri herifi Karakaplı Nizami Bey sanarak, herife hem de gönüllü kazıklanmasının acısını ta içinde duyuyordu. On parasız kalmıştı. Bu durum, Yaşar’ı para kazanmak için kamçıladı. Artılı bu Karakaplı Nizami Beylerin kimler olduklarını öğrenmişti.
Cezaevinden çıkınca, onlardan birini bulup, yaşamınca çözümleyemediği sorunlarını çözümleyecek, önce bir nüfuskâğıdı sahibi olup o da başkaları gibi resmen yaşayacaktı. Karakaplı Nizami Beyin dilinden anlamak için para gerekirdi. Cezaevinden çıkmasına azkaldığından, hiç zaman yitirmeden para kazanmalıydı.
Nice zamandanberi Heykelci arkasındaydı. Çalıştırdığı hamurkârından yakınıp duruyordu. Hamurkârı için,
— Namussuza günde beş on bardak çay ısmarlıyorum ki, tükürüğü bol olsun pezevengin… İnadına, ben çay ısmarladıktı tükürüğü kuruyor. Böyle kurumuş, suyu çekilmiş adam görme dim yahu… Ağzına iki tikim ekmek sokup da on dakika çiğnedi mi, herifin tükürüğü kuruyor be…
Yaşar Yaşamaz’a, hamurkârından hep böyle yakınıyordu Heykelci. Yaşar, onun hamurkârlığını yapsa, ikisi de çok kazanırdı. Yaşar’a,
— Senin tükürüğün gür maşallah, diyordu, her gece, gece yarısına dek onca laf anlatıyorsun da, gene de maşallah dilin damağın kurumuyor. Bu benim Hamurkâr olacak alçağın, sen lafın cafcaflı yerinden anlatırken, yutkuna yutkuna, ağzının bütün suyu çekiliyor.
Yaşar, Heykelci’nin kendisine iş vereceğinden güvenliydi. Ama Yaşar iş isteyince, Heykelci birden ağız değiştirmişti. Hem elindeki Atatürk başına bakmadan biçim veriyor, hem konuşuyordu. Yaşar’a diyordu ki, bunca zamandır yanında çalışan biı hamurkârı vardı. O, Allahtan korkardı. Şimdi, durup dururken adama nasıl çıkardım seni işten diyebilirdi. Allah bilir ya, bu Hamurkâr’ın, belki de kırk elli teneke tükürüğünü, yaptığı heykellerin hamurunda kullanmıştı. Evet, oğlanın tükürüğü bol değildi ama, marangoz tutkalından daha yapışkandı. İşte buyüzden eski hamurkârını işten çıkaramazdı. Eh Yaşar da, iyi çocuktu. Yaşar’ın üç beş kuruş kazanmasını isterdi. Öyleyse, Yaşar, eski hamurkârla birlikte çalışsındı. Eski hamurkârın aldığı parayı, bu kez ikisi aralarında bölüşürlerdi.
Yaşar anlamıştı. Heykelci, aynı gündeliğe iki tükürük işçisi birden çalıştırmak istiyordu.
Yaşar, izmarit Avcısı’nın yanına gitti, izmarit Avcısı da, önceden Yaşar’a yanında çalışmasını önermişti. Avcının yanında, Âdembaba Koğuşundan iki delikanlı çalışıyordu. Bu iki delikanlı, cezaevi bahçesine atılan cıgara izmaritlerini akşama dek toplar, Avcı’ya götürürlerdi. Avcı da bu izmaritleri parçalar, tütünlerini harman eder, cıgara tütünü olarak satardı.
Avcı, Yaşar’a son günlerde işlerin kesik olduğunu söyledi. Tütün alıcısı eskisinden boldu. Çünkü harmanlanmış cıgara artığı tütünüyle esrar daha iyi içiliyordu. Ama buna karşılık, hükümlüler bahçeye eskisi kadar bol cıgara izmariti atmıyorlardı. Üstelik, eskiden bahçe, yarıya dek içilmiş uzun cıgara izmaritleriyle dolardı. Oysa, şimdilerde hükümlüler, cıgarayı dibine dek içiyor, ancak cıgarayı tutan parmakları yanınca izmariti yere atıyorlardı. Yani, izmarit avcılığı eskisi kadar kazançlı iş değildi, dört kişiyi beslemezdi.
Yaşar Yaşamaz, kendi adına izmarit avcılığı yapmayı düşünmedi değil. Ama kısım ağası, Yaşar’a izmarit avcılığı için müsaade etmezdi. Çünkü eski avcıdan haraç alıyor, buyüzden de onu koruyordu. Kendi başına izmarit avcılığına kalkarsa, sonu kötü olur, kısım ağasından dayak bile yiyebilirdi. Mapusluk raconunda, ağanın izni olmadan, kimse kimsenin kısmetini elinden almaya kalkamazdı.
Maltızcı’ya çırak olmak istedi. Kısa sürede işi öğreneceğini, çokaz paraya çalışacağını söyledi. Maltıza, zenaatı tenekecilik olan bir hükümlüyü yanında çalıştırdığı için Yaşar’a iş veremedi.
Yandaki koğuşta bir hükümlü, boncuk işleri yaparak geçimini sağlıyordu. Ama o çırak kullanmıyor, kendi el hüneriyle, boncuklardan çantalar, cüzdanlar, tespihler, hatta boncuk işli kadın terlikleri yapıp, hapisane andacı olarak ziyaretçilere satıyordu. Renkli boncuklardan öyle göz alıcı, öyle güzel şeyler yapıyordu ki, insan bakmaya doyamıyordu. Yaşar, öbür koğuştaki Boncukçu’dan da iş istedi. Boncuk işlemesini bilmiyordu ama, çokaz paraya çalışmaya razıydı. Kısa sürede de boncuk işlemeyi öğrenecekti. Boncukçu, kendisine rakip yetiştirmek istemediğinden, yanına çırak almamakta kararlıydı.
Yaşar Yaşamaz, bir geçim yolu bulmak için nereye elini attıysa orasını kuruttu. Günün öğleye yakın zamanında herkes bahçedeyken, o yatağına oturmuş, sazını yavaştan yavaştan çalıp bişeyler mırıldanmaktaydı ki, Yarımporsiyon’un sesi yine ortalığı çınlatmaya başladı:
— İçeriii, içeri! Herkes içeri! Dışarda kimse kalmayacak!..
Koğuşa giren hükümlüler, birbirlerine sorarak bu saatte içeri sokulmalarının nedenini anlamaya çalışıyorlardı.
Az sonra, İdareci,
— Mahkemecileeer, mahkemeciler! diye bağırıp, o gün duruşmaları olanların listesini okumaya başlayınca, hükümlüler neden koğuşlara sokulduklarını anlamışlardı.
Mahkemeye gidecek hükümlüler arasında, birbirlerinin hasımları olanlar varsa, bir vuruşma tehlikesini önlemek için, ya hükümlüler koğuşlarından çıkmadan, duruşması olanlar alınır yada böyle bahçeye çıkmış olanlar koğuşlarına sokulduktan sonra, duruşmaları olanlar ayrı ayrı çağrılırdı.
İdareci, çıngıraklı sesiyle bağırarak duruşması olanların listesini okuyordu:
— Mahkemeciler, mahkemeciler, mahkemecileeer…
Yarımporsiyon, hükümlüleri içeri sokmaya öyle alışmıştı ki, bütün hükümlüler koğuşlarına girdikleri, kısım kapıları da kapanmış olduğu halde, Yarımporsiyon hâlâ, İçeriii, içeri! Mahkemecilerden başka kimse dışarda kalmasın, hadi içeri! diye bağırıp düdüğünü öttürüyordu.
Yaşar Yaşamaz, olup bitenlerle, koğuştakilerle hiç ilgilenmiyor, sanki koca koğuşta tek başınaymış gibi, bişeyler mırıldanarak, çok alçak sesle sazını dımbırdatıyordu.
Koğuşun en yaşlısı olan sis düdüğü sesli eski sabıkalı,
— Ulan dilekçeci, bizim koğuştan mahkemesi olan yok mu bugün? diye sordu.
Dilekçeci de,
— Baba, bizim koğuş, yandımallah koğuşu… dedi.
Maltızcı, yanındakine Yaşar Yaşamazı kafasıyla işaret edip,
— Seninki gene bişeyler yapındırıyor… dedi.
— Kimseyi gözü görmediğine göre, gene türkü yakıyor besbelli…
Maltızcı,
— Akşama dinleriz öyleyse… dedi.
Yarımporsiyon’un düdük sesiyle kendi bağırtısı uzaktan geliyordu:
— Dinleyin, açın kulağınızı! Mahkemecilerin listesi okunacak. Yalnız mahkemeciler çıksın koğuşlardan. Ötekiler hep içeriii, içeri!
Mahkemeciler gittikten sonra kısım kapıları açıldı, hükümlüler yeniden bahçeye çıktılar. Ama Yaşar o gün koğuştan hiç çıkmadı, çok alçak sesle sazını çalıp türküler mırıldandı. Yemek de yemedi.
Akşam yoklamasından, yemekten sonra, koğuştakiler düzenlerini almışlardı.
Kral Sami,
— Haydi Yaşar, bekliyoruz oğlum… diye seslendi. Yaşar Yaşamaz aldı sözü:
— Evet ağbiler, emiceler… Böyle yaşanır mı? Bu da yaşamalı mı? Nedir benim çektiğim be! Yaşadığımı ispat edemedikten sonra, yaşamışım n’olacak, yaşamamışım n’olacak…
Kral Sami,
— Aman Yaşar, sakın… dedi.
— Sakını makını kaldı mı artık ağbi… Canıma tak demiş…
— Yapma… Yoksa canına mı kıyacaksın?
— Ölüm ölüm, bir ölüm ağbi… Kendi kendime, “Oğlum Yaşar, ölümlerden ölüm beğen!” dedim. İçerim fare zehirini, kurtulurum be… Gittim eczaneye. Fare zehirinin en şiddetlisinden bir şişe aldım. Zehir şişesinin kutusu içinde nasıl kullanılacağı yazılı bir kâğıt var. Tarifesinde yazıyor ki: “Aman zehir elinize sürülmesin, biyerinize dokunmasın. Çok tehlikelidir, parmağınızın ucuna değmesin! Bir damlası bin fareyi öldürmeye yeter!”
İşte, tam da benim aradığım zehir. Tenha biyere gittim. Bir şişe fare zehirini içip, ordaki duvarın dibine uzandım. Artık ölümü bekliyorum. Şimdi elim ayağım çekilecek, şimdi damarlarım büzülecek, şimdi dilim damağım kuruyacak, nerdeyse ayaklarım titreyip cartayı çekeceğim. Öleceğim, ölüp de kurtulacağım diye öyle mutluyum ki… Karnım sancıyacak, heryanım uyuşacak diye bekliyorum. Dündenberi de aç olduğumdan, aç karnıma da bir şişe zehiri içmiş olduğumdan, barsaklarım guruldamaya başladı. İçim eziliyor, artık açlıktan mı, zehirden mi, bilmiyorum. Karnıma söz geçirip barsaklarımın guruldamasını kesemediğimden, “Hiç boşuna söylenip durma, son kısmetini verdim. Ne kadar bağırırsan bağır, görüp göreceğin, yiyip yiyeceğinin hepsi o şişe zehirdi, başkası yok…” dedim.
Bir damlası bin fareyi öldürecek bir şişe zehiri içtim de, bende gene bir zehirlenme belirtisi yok. Derken derken, bir ağır uyku bastırdı… Demek, insan böyle zehirleniyor diyerek, uzandığım yere, çöplerin arasına iyice yayıldım. Bir oynak havalı müzik duymaya başladım. Allah Allah!.. Yarı uyku, yarı uyanıklıkçı.
Biyandan müzik, biyandan da kahkahalar duyuyorum. Müzik, oyun havası, kahkahalar gittikçe artıyor.
“Nedir bu cümbüş, nerdeyiz?” diye seslendim. Derinden, tok, yankılanan bir ses duydum:
“Düğün var, düğün… Haberin yok mu düğün olduğundan Yaşar Yaşamaz?”
Allah Allah! Şaştım kaldım. Bu yankılanan dik, kalın ses kiminse, adam benim adımı da biliyor. Demek, beni tanıyor.
“Kimin düğünü?” diye sordum. Gene o yankılanan ses cevap verdi:
“İnsan çağrılı olduğu düğünün kimin olduğunu bilmez mi hiç!”
“Ben şimdi bu düğüne çağrılı mıyım?” diye sordum.
“Hem de kırmızı dipli balmumlu çağrılıkla…” Bu söz üzerine alaylı kahkahalar daha da arttı.
Yarıdan çok çıplak, güzelin güzeli kızlar çevremde dönerek oynuyorlardı.
O kalın, tok ses gene yankılandı:
“Oğlum Yaşar Yaşamaz! Yeryüzünde çektiğin çile elverdi, seni cennete aldım.”
“Aman, burası cennet mi?” diye sordum. O ses yankılana yankılana, “Hem de eşşek cenneti,” dedi. Gene alaylı kahkahalar yükseldi.
Ben bu şaşkınlık içindeyken, kuyruksokumumda acılar duydum. Biri beni arkamdan tekmeliyor. Gözümü azıcık aralayıp baktım; başımda iki kişi dikilmiş. Biri öbürüne, “Sarhoş mudur nedir…” diyor. Öbürü de, “Besbelli serseri…” diyor.
Kalktım ayağa. Çoktan gece olmuş, karanlık basmış ben orda uyurken. Beni kaldıran o iki kişi de bekçi. Ben uyurken çöplükteki kedilerin miyavlamaları, köpeklerin havlamaları da, bana çalgı çalınıyor, insanlar konuşuyor gibi geliyormuş.
Ölmemiş olduğuma çok canım sıkıldı.
“Yazık, ölemedim…” diye kendi kendime söylendim. Bekçilerden biri, “Az daha uyusan da uyandırmasaydık, köpekler parçalayacak geberecektin,” dedi.
“Kendimi öldürmek için cebimdeki son parayla bir şişe fare zehiri alıp içmiştim. O para boşuna gitti…” dedim.
İki bekçi de gülmeye başladı. Hem gülüyor, hem anlatıyorlardı. Hiç gazete okumuyor muymuşum? Eczanedeki ilaçlar hep katkılıymış, bozukmuş. Sağlık Bakanlığı bu etkisiz ilaçları eczanelerden toplatıyormuş. Bekçilerden birinin gecekondusunda o kadar çok fare varmış ki, bekçinin hergün aldığı dört ekmeğin yarısından çoğunu fareler yer, çocuklar da aç kalırlarmış. Ne yaptılarsa, yiyecekleri farelerden koruyamıyorlarmış. Sonunda bekçi de benim gibi, eczaneden bir şişe fare zehiri almış. Hani, damlası değse insanı zehirler diye tarifesinde yazılı olan zehirden. Bir şişe zehiri, ekmek lokmalarına bulayıp evin orasına burasına koymuşlar. O gece hiç fare gürültüsü duyulmamış. Fareler zehirlenip öldü diye sevinmişler ama boşuna; çünkü ertesi akşam fareler daha çok azmışlar. Gene bir şişe zehir daha almışlar, gene ekmeklere bulayıp farelere yedirmişler. Zehirlenmeleri şöyle dursun, fareler zehirli ekmekleri yedikçe beslenip gelişip daha da çoğalıyorlarmış. Sonunda fareler, zehire öyle alışmışlar ki, gecekondunun orasına burasına geceleri zehir sürülmüş ekmek parçaları bırakılmazsa, gürültü patırtı edip kıyameti koparıyorlarmış. Zavallı bekçi de, çoluğu çocuğu geceleri rahat uyusun diye, hergün bir şişe fare zehiri alıp ekmeklere sürüyor, farelere veriyormuş. Son zamanlarda bir şişe zehir yetmez olmuş farelere.
İyi ki fare zehirini ikinci kez denemedim. Yoksa ben de fareler gibi zehire alışacaktım belki de…
Ölmek bile parayla. Parasız kendimi öldürmemin bir yolu var; demiryolu raylarının üstüne yatıp, tirenin üstümden geçmesini beklemek. Öyle de yaptım. Tarifeye baktım. Tirenin gelmesine on dakika var. İstasyondan biraz uzaklaşıp rayların üstüne yattım. On dakika, onbeş dakika, yarım saat… Kalkıp istasyona gittim, ordaki memura, “Yahu, herkesin işi gücü var, nerde kaldı bu tiren, neden gecikti?” diye sordum.
İstasyon memuru, “Sen bu memlekete Merih’ten mi geldin yahu…” diye çıkıştı. “Neden Merih’ten geleyim?” diye sordum.
“Bu memlekette tirenin tarifesine göre işlediği ne zaman görülmüş ki…” dedi.
Zehirler bozuk, tirenler zamanında gelmez. Ee, peki, ne olacak! En iyisi havagazıyla boğulup ölmek. O sırada, dört arkadaşla birlikte bir han odasında kalmaktayım. Hanın odabaşısının odasında havagazı musluğu var. Bigün, temizlemek bahanesiyle, odabaşının odasına girip kapıyı ardından sürgüledikten sonra, havagazı musluğunu sonuna dek açtım, burnumu da musluğa dayadım. Havagazından zehirleneceğim diye beklerken, bir rahatlık, bir ferahlık duymaya başladım. O sırada, odanın kalın tahta kapısı güm güm dövülmeye başlandı.
Odabaşı, “Aç kapıyı Yaşar!” diye biriki kez seslendikten sonra, “Herhalde temizliği yapıp gitti…” diyerek anahtarını, kilide sokunca, burnumu havagazı musluğundan ayırmadan, “Girmeee! Tehlikeli!..” diye bağırdımsa da, odabaşı kapıyı açıp içeri daldı. Beni, burun deliğimi havagazı musluğuna sokmuş görünce, “Ne yapıyorsun Yaşar?” diye sordu.
“Aman azkaldı, müsaade et, havagazından zehirlenmek üzereyim,” dedim.
Odabaşı güldü, “Oğlum, bu saat akşam yemeği saatidir. Şimdi herkes evinde havagazı ocağını kullandığından, havagazı borularından gaz gelmez, temiz hava gelir,” dedi.
“Yahu, ne biçim memleketteyiz be… Yaşasam, bırakmazlar ki yaşayayım… Ölsem, ölünmez. Zehirler etkisiz, drenler tarifesiz, havagazı gazsız… Peki biz kendimizi nasıl öldüreceğiz!” diye bağırdım.
Odabaşı, şaka yaptığımı sanıp, “Canına kıyacaksan, söğüt dalı Bursa bıçağına ne olmuş…” dedi.
Hay Allah razı olsun. Öyle ya canım, insanoğlunun bir bıçaklık canı var. Odabaşına, “Sağol, hay aklınla bin yaşa!” deyip yürüdüm. Bıçak alacak param da yok. Sırtımda kalın ceketim var. Hava kış, soğuk ama, öldükten sonra ceket neyime yarayacak? Ceketi ucuza satıp güzel bir bıçak aldım. Bıçağı soktum cebime. Bir de mektup kâğıdıyla zarf aldım ki, Anşe’me bir elveda mektubu bırakayım. Mektubu yazmak için bir kahveye girdim. Tam Anşe’me mektubu yazmaya başladım, “Elveda ey kahpe dünya!” diye yazmıştım ki, birden kahveyi arama tarama polisleri bastı.
Öndeki sivil polis, “Eller yukarı!” diye bağırdı.
Kahvede oturanların hepsi ellerini havaya kaldırdı. Polisler, hepimizin üstünü başını aramaya başladılar. Üstümü arayan, cebimde bıçağı buldu.
“Bu ne?” diye sordu. “Bıçak!” dedim.
“Kör değilim, görüyorum bıçak olduğunu. Ne yapacaksın bununla?”
“Hıyar soymak için…”
Aldı bıçağı. Gene de büsbütün şanssız sayılmam, silah taşımaktan bir araba dayak attıktan sonra bir de mahkemeye verebilirlerdi. Ben kendimi öldürmeye girişmeden önce, nasıl olsa yaşanmıyor, kendini öldürmenin kolay olduğunu sanırdım. Yahu, ağbiler, ölemiyorsun da… İp mi? Denemedim mi sanıyorsun? Kendimi hanın odasının tavanına astığım ip koptu. Zehiri bozuk, ipi çürük, bıçağı sende bırakmazlar, tireni tarifesiz, havagazı hava…
Aynı odada kaldığımız arkadaşlardan birinin tabancası olduğunu dikizlemiştim. İzledim gizlice, tabancanın yerini öğrendim. Bigün odada onlar yokken, ordan tabancayı alıp namlusunu alnıma dayadıktan sonra tetiği çektim. Evet, tetiği çektim… Dan! Yere yuvarlandım. Tabanca sesine odaya doldular. Beni yerde gören kahkahayı basıyor. Yahu, bu nedir? Ben ölmekteyim, onlar gülüyor. Şakağımdan yüzüme aşağı kanımın aktığını duyuyorum. Ama hiçbir acı duyduğum yok…
Neye gülerlermiş, bilir misiniz? Arkadaşın tabancası, tıpkı gerçeğine benzeyen bir oyuncak tabancaymış. Tetiğe basınca, hem patlar, hem de namlusundan boya fışkırtırmış. Ben, şakağımdan kan akıyor sanmaktayım, oysa namludan fışkıran renkli boyayla suratım maskaraya dönmüş de ona gülerlermiş.
İşte böyle ağbiler; ölmek istesen de ölünmüyor. Yaşanmıyor ila… Sürün sürünebildiğin kadar…
Anladım ki, insanın şansı yoksa ölemiyor bile… Ben de o zaman kendi kendime, “Yaşar oğlum, ne yaşayabiliyorsun, ne ölebiliyorsun… Sen de boş ver, nerden incelirse ordan kopsun!” deyip, odadaki arkadaşlardan birinden borç alıp, bir lokantaya daldım. Günlerdir ağzıma sıcak yemek girmemiş. Pastırmalı yumurtaya bayılırım. İki tabak pastırmalı yumurta yedim. Üstüne de makarna, sonra da zeytinyağlı dolma… Aşçıdan çıktım, pastacıya girdim. İki de pasta yedim, işi tıkırında insanlar gibi. Oooh! Bir de gazete alıp, parka gittim. Bir sıraya oturup gazetemi okumaya başladım. Dünya umurumda değil artık… Ne iş düşünüyorum, ne para… Gazetemi okurken, karnıma bıçak gibi bir sancı saplandı ki, dayanılası değil. Kıvranmaya başladım. Hem kıvranıyorum, hem inliyorum. Dayanamadım, tahta sıraya uzandım. Boncuk boncuk ter dökmekteyim. Başıma meraklı insanlar toplandı. Kendi canımın acısına düşmüşüm ama, gene de konuştuklarını duyuyorum.
“Herif ölüyor galiba…”
“Ölmüş bile…”
“Yok, daha ölmemiş, ölse kımıldar mı hiç…”
“Eh işte, nerdeyse ölecek… Baksana yüzüne, mosmor kesilmiş…”
“Yahu, adama bişey yapmalı be, yazık!..”
“Sakın dokunmayın haaa, üstünüzde kalır…”
“Evet evet, başınız derde girer, hiç dokunmayın en iyisi…”
“Vallahi öyle… Ondan sonra artık, karakollarda, emniyetle filan, işin yoksa uğraş dur…”
“Vallahi, karakola yakanızı bir kaptırdınız mı, bir daha kurtarmak zordur.”
“Uzak durun, uzak durun!.. Tanık yazarlarsa, yanarsınız haa, enaz bir ay sorgusu morgusu sürer.”
“Yahu, kimsede insanlık kalmamış be… Açılın ulan, açılın!” Öyle bir acı ki sanki barsaklarım kazınıyor.
Efendiden bir adam, “Polise haber verelim de hastaneye kaldırsınlar. Yazıktır adama…” dedi, demesiyle de, “Poliiiis!” diye bağırmaya başladı.
Parkın kapısı dışındaki kalabalık içinde polisler de gidip geliyordu ama, adamın, “Poliis!” diye bağırmasına hiçbiri aldırmıyordu.
O adam, epiy zaman, “Poliis!” diye boşu boşuna bağırdıktan, polislerin gelmeyeceğini anladıktan sonra, çevresini saran ve gittikçe artan kalabalığı yarıp, karşı kaldırımdaki polise gitti.
“Bay polis, lütfen gelir misiniz?” dedi. Polis, “Ne var?” diye sordu. “Şurada bir adam ölüyor da…” Polis, “O işe ben karışmam. Ben trafik polisiyim, burdan ayrılamam,” dedi.
Adam bu kez sokakta, “Poliiis!” diye bağırdı.
Yolcular arasından bir polis görüp gitti yanına, “Bay polis, bir dakika! Şurda bir adam ölüyor. Bakar mısınız biraz…” dedi.
Polis, “Adam mı ölüyor… O işlere ben karışmam, ona İkinci Şube polisi bakar. Ben pasaport polisiyim…” deyip hızlı hızlı uzaklaştı.
Sancılarım zaman zaman azalıyor, sonra gene birden bastırıyordu.
O iyiliksever adam, bir polis bulmaktan umudunu kesmedi.
Gittikçe artan kalabalığın ortasında bir polis bulabilmek için çırpınıyordu. Sonunda buldu, yardıma çağırdıysa da, o polis de, “Ben böyle işlere karışamam, ben vilayet maiyet polisiyim!” deyip uzaklaştı.
İyi ki, ordan çok polis gelip geçiyordu. Yardımsever adam, bir polis daha buldu.
“Koşun, gelin, bir adam ölüyor, yardım edin!” dedi.
“Ben karışmam, belediye polisiyim…” diyerek, kovaladığı işportacının arkasından koşarak ordan uzaklaşmanın umarını buldu.
Adam, “Polis yok mu, poliiis…” diye bağırmaktaydı.
Tam o sırada ben de acıdan, sancıdan kıvır kıvır kıvranmaklaydım. Polis vardı, çoktu ama, hiçbiri bu işle ilgilenecek polis değildi. Adam, uzaktan gördüğü bir polise koşup, “Affedersiniz, kaçıncı şubedensiniz?” diye sordu. Polis, İkinci Şube polisi olduğunu söyleyince, adam, “Aman ne iyi, şurda bir adam ölmek üzere, yardım edin lütfen,” dedi.
Polis, “Ben karışamam. İkinci Şube’denim ama, Hırsızlık Masası memuruyum,” deyip adamın elinden kurtuldu.
İkinci Şube’den bir polis daha bulmuş, çok sevinmişti ama, o da, ikinci Şube’nin Kaçakçılık Masası’nda çalışan bir polis olduğu için, ölenlere karışamıyordu.
Yardımsever adam, hiç umutsuzluğa kapılmadan polisten polise koşuyordu. Bir polis daha buldu.
“Affedersiniz ikinci Şube’den misiniz?”
“Evet, n’olacak?”
“Cinayet Masası’ndan mı?”
“Evet…”
“Ah ne isabet!.. Çok şükür!.. Bay polis, koşun, şurda bir adanı ölmek üzere.”
“Nerde?”
Adam, beni gösterdi eliyle: “işte şurda!”
“Ben karışamam…”
“Neden bayım? Hem ikinci Şube’den, hem Cinayet Masası’ndansınız?”
“Evet ama, orası benim bölgem değil. Ben bu yolun üst yanına bakarım.”
Yardımsever adam, başka bir polise koştu. “ikinci Şube’den misiniz?” diye sordu.
“Cinayet Masasından mı?”
“Evet.”
“Burası sizin bölgeniz mi?”
“Evet.”
“Aman ne şans!.. Şurda bir adam ölüyor da…”
“Ben karışmam.”
“Neden?”
“Bugün izinliyim.”
İyiliksever adam, nerdeyse umutsuzluğa kapılmak üzereydi. Yanıma geldi. Benim de sancılarım biraz azalmıştı. O iyiliksevcı adamın yanına yaşlıca bir bay sokuldu, “Siz,” dedi, “polis mi arıyorsunuz?”
“Evet, arıyorum ama, polis yok ki… Bulduğum polisler de ‘ben karışmam’ deyip kaçıyor.”
Yaşlıca bay, “Siz gerçekten polis gelsin istiyorsanız, benim dediğimi yapın. Öyle sizin çağırdığınız gibi polis çağrılmaz.”
“Ya nasıl çağrılır?”
“Çıkın şu bankın üstüne. Sonra da ordan, ‘Bu ne biçim düzen? Bu ne rezalet! Bu ne alçaklık! Bu ne utanmazlık!’ diye bağırın. İşte o zaman, yerden mantar gibi polis biter, havadan karga gibi polis üşer, sen de şaşar kalırsın…”
O iyiliksever adam, “Tek polis gelsin de, dediğinizi yaparım,” deyip benim üstünde sancıdan kıvrandığım banka çıktı, ama sanırım biraz korkuya kapıldığı için, fısıldar gibi söylendi:
“Bu ne biçim yönetim, bu ne biçim düzen!”
Sözün arkasını söyleyemedi. Yirmi otuz kişi birden o adamı çevirip kimisi elinden kolundan, kimisi yakasından paçasından tuttu.
Adam, “Siz kimsiniz?” dedi. Onlar da, “Polisiz!”
“Siyasi polis!”
“Sivil polis!”
“Ajan…” diye kendilerini tanıttılar. Üzerine ençok saldıranlardan birine, adam, “Sen?” diye sordu.
O da, “Ben de muhbirim!” dedi.
Başımda toplanan kalabalığın yarısından çoğu, sivil polis olduğundan adamı yakalayıp sürükleyerek götürdüler. Nereye götürdüklerini anlayamadım. Çünkü sancılar öyle artmıştı ki, kendimden geçmiştim.
Gözümü hastanede açtım. Gözümü hastanede açtığımda, hastaneye getirileli iki gün olmuştu. Beni hastaneye kim getirmiş, nasıl getirmiş, bilmiyorum.
Bana bakan çok iyi bir hekimdi. “Oğlum, niçin canına kıydın?” dedi.
“Bende o talih nerde a efendim, çok uğraştım ama, canıma kıyamadım,” dedim.
O zaman hekim bana, zehirlenmiş olduğumu, hastanede içimi temizleyip beni kurtardıklarım söyledi. Ben de, fare zehiri bile içip zehirlenmediğimi, aşçıda yemek yedikten sonra o sancıların başladığını söyledim. Neler yediğimi öğrenince, hekim, “Tamam…” dedi. “Pastırma… Üstüne makarna… Üstüne zeytinyağlı dolma… Üstüne de bayat pasta… Elbet zehirlenirsin.”
Kendimi tutamayıp ağlamaya başladım.
“Doktor Bey, hazır zehirlenmişim, ne diye beni kurtardınız?” dedim.
“Niçin ölmek istiyorsun?” diye sordu. Ben de başımdan geçenleri kısaca anlatıp, “Başka ne yapayım… Yaşamak istiyorum, yaşayamıyorum; ölmek istiyorum, ölemiyorum. Siz söyleyin ne yapayım?” dedim.
Yaşar Yaşamaz, derin bir iç geçirip, koğuş arkadaşlarına,
— İşte böyle ağbiler, dedi, yaşasan yaşanmaz, ölsen ölünmez Hükümlüler, şaşma belirtisi olarak, hep birden,
— Haydaaa! çektiler.
Yaşar, o gece gerçekten çok içlenmişti. Sazının üstüne yumulup yeni türküsünü söyledi:
Kala kala gölgem tek can yoldaşı
Yoruldum kendimden taşı ha taşı
Bağrıma taş bastım bağrımda taşı
Yaktı da kül etti gönül ataşı
Ağlaşan ağlanmaz gülsen gülünmez
Yaşasan yaşanmaz ölsen ölünmez
Bize yaşamak da ölmek de yasak
Resmi kayda kuyda olmuşuz tutsak
Bırakın ölelim ölüm de bir hak
Ölünmez yaşanmaz bilmem ne yapsak
Ağlasan ağlanmaz gülsen gülünmez
Yaşasan yaşanmaz ölsen ölünmez
Yaşar, son ikiliği söylerken, koğuş arkadaşları da kendisine katıldılar:
Ağlasan ağlanmaz gülsen gülünmez
Yaşasan yaşanmaz ölsen ölünmez
Yaşar,
— Beni ölümden kurtaran hekim çok iyi insanmış, dedi.
Heykelci,
— Seni adam ölümden geri çevirmiş, daha da iyi olmaz mı… dedi.
Yaşar,
— İyiliği o kadarla da kalmadı, bana, nüfuskâğıdım olmadan iş verecek birini salık verdi… dedi.
Koğuştakiler, ertesi akşam da, bu serüveni dinleyeceklerini anlamışlardı.