Oğuz Atay: İnsanın geçmişinden kaçabilmesi için, kendinden kaçabilmesi gerekiyor

Neden bazı insanlar, bazı şeyleri hiç bilmiyorlar? Duysalar, dinleseler, hatta karşılarında görseler bile bilmiyorlar.

İnsanın geçmişinden kaçabilmesi için, kendinden kaçabilmesi gerekiyor. Bunu da bilinçsizce gerçekleştirirse sürdürebilir. İnsan hayalinin ürünlerinde, daha çok kalabalıkların yüzyıllardır usanmadan desteklediği eserlerde, kahramanları geçmişin dumanlı yaşantılarına sürükleyen rastlantılar, karşılaşmalar birbirini izler. Bense yaşantılarımda tekrardan korkarım. Bu yüzden, yıllardan beri tanıdığım kişileri, hayatım boyunca, hayatımla birlikte sürüklemek isterim. Nedense Murat, bunlardan biri değildi. Evlenmiştim, eski ve yıpranmış ve bir daha kullanmayacağımı düşündüğüm kâğıtlar gibi, bazı ilişkilerimi yırtıp atmıştım. Murat -nedense- bunlardan biri de değildi. Belki bir çekmecenin uzak bir köşesinde kalmış silik bir yazıyı taşıyan soluk bir kâgıttı. Çünkü biz o zamanlar hızlı bir yaşantı içinde olduğumuzu sanıyorduk. Yaşamak da bir eylemdi. Gülümsedim. Murat gene kendisine gülümsediğimi düşünerek bana karşılık verdi: “Yıllar geçiyor,” dedi. Ben de itiraz etmedim. Kaldığımız yerden eskisi gibi devam ediyorduk. Belki beni şimdi daha çok beğeniyordu. Oysa ben, Sadık Beye. Refik Beye gülümsüyordum Reşit Beye bile gülümsemiş olabilirdim, fakat Murat’a gülümseyemezdim. Reşit Bey bir bilseydi benim bir zamanlar… Neden bazı insanlar, bazı şeyleri hiç bilmiyorlar? Duysalar, dinleseler, hatta karşılarında görseler bile bilmiyorlar. Oysa Reşit Beyle aynı fakültenin ‘öğretim üyeleri’ olarak aynı lokantanın masalarını paylaşıyor, çoğu zaman aynı masada yemek yiyor, karşılıklı bakışıp duruyorduk. Birbirimizin bardağına su koyduğumuz bile oluyordu. “Biraz ekmek buyurmaz mısınız Hocam,” diyorduk birbirimize.

Hocaların anlattıklarına başımı sallıyordum. Haklısınız diyordum. Ne var ki, ortada haklı olunacak bir durum yoktu. Bir şeyler yaşamışlardı, o kadar. Belki de yaşantılarıyla haklı çıkmağa çalışıyorlardı, yaşantı kırıntılarıyla. Ben Paris’te…” diyordu Refik Bey. Bu Paris’in, bildiğimiz Paris’le bir ilgisi yoktu. Refik Bey Parisiydi bu. Yani adamlar çok ilerlemişlerdi. Evet, şarap içmişlerdi tabii: Refik Bey ısmarlamıştı. Başımı sallıyordum. Çok haklısınız hocam. Sonra metroda çok temiz bir işçi vardı: temiz giyinmişti, temiz bakışlıydı, temiz kucağında temiz bir işçi yemek çantası vardı. Herhalde metro bileti de temizdi. Anlayarak hak veriyordum: Bu temizlik meselesi ülkemiz için, insanlarımız için çok önemliydi. Hele bir de Refik Bey gibi biraz temiz oldunuz mu, Batı demek temizlik demekti. “Adamlar…” diye başlayan birçok söz ediyordu Refik Bey bundan sonra. Gerçi müzeler de temizdi, ama Refik Bey gidememişti. Tabii sohbetlerimizde -ben genellikle susuyordum- resim meselesi açılmıyordu. Van Gogh’dan söz edilmiyordu. Ben de Van Gogh’un temizliğini ileri sürebileceğimi sanmıyordum. Resimlerini görmüştüm, kaldığı odaların sefaletini görmüştüm, her ne kadar kullandığı renklerden çarşafların kirliliği belli olmuyorsa da… Hayır. Van Gogh’un temizliğini savunamazdım. İyi ki müzelere gitmemişlerdi ve benim Van Gogh’u tanıdığımı bilmiyorlardı. Yoksa otobüslerde temiz insanlara sürünen pis işçilerimizi kötüledikleri zaman -Batılıların her iyiliği, bizim kötülüğümüz demekti- onlara ‘can ü gönülden’ katıldığıma inanmazlardı. Van Gogh bir papazdı. Van Gogh bir fahişeyi… aman Allahım! Bu kirli insanlar, bir profesör olarak aralarına katılan bir yabancı aracılığıyla dahi, onların ‘harim-i ismet’lerine sokulamazdı. Evet Refik Bey, bu mesele kapatılmalıdır, evet işçilerimizin adam olması için yapılmasını tensip buyurduğunuz işler (bunlar çok korkunç şeylerdi) hemen yapılmalıdır – Evet, ben alçağın biriydim.

Refik Bey, Tanzimattan beri ülkemizin mutlu azınlığının tanıdığı bir aydın ürününün temsilcisiydi. Yani aramızda kendisi olarak bulunmuyordu. Murat İkinci de başka bir şeyi temsil ediyordu; yıllar sonra da aynı fakülteye aynı sınıfa dönerek, temsilcisi olduğu aydınların direncini, kararlılığını göstermeğe çalışıyordu belki de. Refik Bey hastalanıncaya kadar da ‘temizlikçi aydınlar’ın bu muhterem temsilcisi hocadan matematik öğreniyordu. Murat İkinci’nin Refik Beyden öğreneceği başka bir şey yoktu. Matematik öğreneceği de kuşkuluydu. Refik Beyin Murat’dan hiçbir şey öğrenmek istemeyeceğini de ben biliyordum. Murat Beyin öğrenmesi gereken şeyler Tanzimattan beri başkaları tarafından belirlenmişti. Tarih okumamış olsa da Refik Bey bunları biliyordu; Murat’ı dinlemesi mümkün değildi. Onları karşılıklı konuşurken düşünemiyordum. Her balığın, içinde yüzeceği, ayrı bir denizi vardı. “Refik Hocanızın yerine ben geçtim” diyerek gülümsedim Murat’a. Belki başka bir şey söylemeliydim. Fakat ne diyebilirdim? Toplumcu eylemler konusunda mı konuşmalıydım? Beni dinlemezdi. Belki dinlerdi, bir zamanlar birlikte çalıştığı eski bir eylemci ve yeni profesörün sözlerini; toplumsal bir gözlem yapmış olmak için dinlerdi. Çünkü Murat’ın da en az yüzyıldan beri kaderini çizen hocaları vardı ve Murat -Refik Beyin tersine- onları biliyordu, okuyordu, uyguluyordu. Benden ancak benim nasıl bir insan olduğumu öğrenebilirdi Murat. Beni de ancak temsil ettiği toplumcu akım adına öğrenebilir, eylemin yürütülmesi açısından küçük burjuva aydın kesiminin bilim alanındaki bir örneğinin davranışlarını inceleyebilirdi. Bunun dışında ben bir hiçtim onun için. Üstelik Refik Beyin yerini almıştım. Belki de çıkarcı küçük burjuva aydını da olmuştum artık. Ne var ki, bir bakıma, yerini almış bulunduğum Refik Beye oranla talihli sayılabilirdim: Toplumsal sınıflamada yerimi biliyordum.

Zil çaldı, tekrar sınıfa girdim. Teneffüsü koridorda Murat’la birlikte geçirmiştim. Çok konuşulmamıştı. Zil çalar çalmaz sınıfa girdiğim için, öğrencilerimi beklemek zorundaydım: insanlarımıza, hiçbir işaret gerekli uyarıda bulunamıyordu. Zil çalmıştı bu sadece bu hatırlatmadan ibaretti. Ön sırada, ayakta duruyordum. Sıraların üzeri matematik formüllerle doldurulmuştu. Çeşitli soru ihtimalleri düşünülerek çeşitli kopyalar hazırlanmıştı. Temizliğe düşkün hocalarımız için ‘utanç verici bir manzara’ydı bu. Batılı okul sıralarında görülmeyen bir manzara. Batılı öğrenciler kopya kelimesini duymamışlardı bile. Bu kelimeyi biz icat etmiştik. Fakat nedense icat ederken de İtalyancadan ya da Fransızcadan almıştık. Sıranın tahtasını bir örümcek gibi kaplayan formüllere baktım: Bazılarının üzerine daha koyu ve kalın yazılar yazılmıştı: Devrimci ya da karşı devrimci -yani bir bakıma kendi açısından devrimci- çözümler, tutucu matematik formüllerini ezip geçmişti. Tek yol devrimdi, hayır İslamdı, hayır milliyetçilikti. Kopya formüllerinde büyük bir uyum içinde sıraların üzerini süsleyen öğrenciler ülkenin kurtuluşuna çıkan yollar bakımından derin anlaşmazlıklar içindeydiler. Hepsi çok ciddi, hepsi asık suratlıydı bu yazılarda. Karşılıklı tehditler de eksik değildi. Çapraz yazılmış dört satır ilgimi çekti: Bu daha ürkek bir yazıydı, daha da ince yazılmıştı:

Gönül derdiyle düştüm gurbete ben kaç yıldır
Aşk kapısında girdim nöbete ben kaç yıldır
Yarime kavuşunca Allaha şükreyledim
Doydum sevda denilen şerbete ben kaç yıldır
Hadi ordan yalancı, dedim; acemi şair! Gurbete çıkışının tek nedeni, sefaletten kurtulma içgüdüsüdür. Babanın kaderini yaşamak istemediğin için şimdi sıraların üstünü kirletiyorsun. Çok para getiren bir üniversiteye de giremedin. İnsanlardan kaçtığın için de ‘karşıt gruplar’ içinde yer alamadın. Pis ve küçük bir odada kim bilir kaç arkadaşınla birlikte sefalet çekiyorsun. Aman Allahım dedim, bu ne karışık düzen! Başımı kaldırdım: Sınıfa girilmişti, küçük konuşmaların gürültüsü bile kesilmek üzereydi. Tebeşiri aldım, kolumu tahtaya uzattım: İşte size matematik şerbeti. İçen bir daha ayılmaz.

Suratımı asmış, hızlı adımlarla odama doğru yürüyordum. Yalancı ve zavallı şairlere, devrim konusunda bildikleri birkaç cümleden ibaret edebiyatlarını sıraların üzerine dökenlere, dünyayı tanımayan örümcek kafalarıyla insanlığa saçına sapan yasaklar koyan günah işportacılarına duyduğum öfke suratımdan belli oluyordu. Geniş ve uzun koridor karanlıktı. Olsun dedim, içime uygun bir karanlık: Sonunda aşk kapısının filan olmadığı gerçek bir karanlık! Bütün sahtecilere kızıyordum. Ne var ki, bu öfkenin büyük bir bölümü Server Gözbudak öfkesi değildi, hepimizin -yani bizim kürsünün- çok yakından tanıdığı Refik Bey öfkesiydi. Dalgındım, oysa karşıdan bir kalabalık geliyordu. Dalgınlığımla yol vermek istedim kalabalığa, kenara çekilmek istedim. Olmadı, biri kolumdan tuttu: Dekan Adnan Bey. “Haydi bakalım Server Bey, biraz da gençleri dinlemek lâzım,” diyerek koluma girdi. Yani mesele böyle sıradan bir şekilde başladı. Oysa hemen anlamalıydım: Dekan beni sevmezdi. Durup dururken koluma girmezdi. Hatta, koridor karanlık olduğu için, her zamanki gibi beni görmezlikten gelirdi. Ama, söylediğim gibi, dalgındım, öfkeliydim. Murat’ı görmek de galiba biraz kafamı karıştırmıştı. Bu nedenlerle, “Gençler forum yapıyorlar, bizi de çağırmışlar,” diyerek beni kolumdan çekince ben de yarı uyanık, yarı dalgın sürüklendim. Bu arada, kendime gelip, “Dur yahu, benim bir saat dersim vardı.” gibi zayıf bir direnişte bulunmak istedim, ama dekan, “Serverciğim -daha önce bana böyle hitap etmemişti hiç- forum olunca derse kim girer?” diyerek bu endişemi dağıttı. (Oysa şimdi çok iyi hatırlıyorum -o zaman nedense aklıma gelmemişti, bu aklıma zamanında gelmeyen şeyler yüzünden çok kaybım oldu- dekan Adnan, olaylı günlerde, ‘çocuklar nasıl olsa gelmez’ mantığına güvenerek derse girmeyen bir iki hoca hakkında soruşturma açmaya bile kalkışmıştı. Allahtan üniversite özerkliği vardı, yani işleri kendi içimizde hallediveriyorduk. Neyse.)

Oğuz Atay 
Eylembilim

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz