Görülmemiş burjuva incelikleri: Bazı durumları anlatmak ne kadar zor – Oğuz Atay

Böyle bir düzen içinde insan düşünebilir mi? Büyük ve güzel şeyleri demek istiyorum. Önce eşya engel oluyor, sonra şartlar: kalorifer, hizmetçi, çocuk odası. Düşünmek için kendime bir daire tutsam. İçinde, düşünmeye engel olacak eşyalardan hiçbiri bulunmayan küçük bir daire. Kapıdan girer girmez ayakkabılarımı çıkarıyorum ve düşünme terliklerimi giyiyorum. Odalardan hiçbirinin özel bir adı yok; hepsi de sadece oda. Bir odada, sandalyenin üstünde, düşünme elbiselerim duruyor. Üstümdekileri çıkarıp hemen bir dolaba kaldırıyorum ve dolabın kapağını hemen kapatıyorum. Ne dolabı olduğu belli değil; dolap işte, her şey konabilir içine.

Her şey, düşünmeyle ilgisine göre adlandırılıyor, her şey düşünmeye yaradığı oranda önemli. Orada ne düşüneceğim? Kim bilir? Oraya gitmeden belli olmaz. Ne düşüneceğimi düşünürüm. Hayır. Önce Ahmet Bayır’ın arkadaşı gibi düşünmeyi öğrenirim orada. Sonra oturur yazarım. Yazmak mı? Bu kelimeden ürktü birden. Ne demek yazmak? Yazmak, kendi düşünceleriyle ilgili bir belge ortaya koymak. Ne kadar ürkünç bir iş. Kafamın içinde belirsiz yaratıklar olarak yüzen ve sadece var olmalarıyla yetindiğim cisimciklerin resmini çizmek. Rüyaların resmini çizmek kadar güç. Fakat Selim yazdı. Adres defterindeki düzgün yazısına hiç benzemeyen bir yazıyla karanlık satırlar doldurdu. Hayır, okumak daha iyi. Otomobilin bagajında duran karton kutunun içinde yatıyorlar. Yarın yola çıkacağım ve kimse bilmeden okuyacağım. Hayır. Günseli bilecek. Belki düşünme evine onu da çağırabilirim; Selim’den, dinlemesini öğrenmiştir hiç olmazsa. Bazı durumları anlatmak ne kadar zor. Nerminciğim, ben bir yolculuğa çıkıyorum, Selim’in yazılarını okumak için. Peki, neden evde okumuyorsun? Hep birlikte yorumunu yapardık. Ne kadar iyi olurdu. Sevgi de konuyla ilgili resimler yapardı, değil mi? Selim Amcanın resmini yap bakalım. Anne, Selim Amca kim? Ben tanıyor muyum? Bir amca işte. Başka amcalara benzemez. Kaya Amcaya benziyor mu? Elbisesinde kaç düğme var? Yanına ne çizeyim? Bir tabanca çiz. Turgut, münasebetsizlik etme. Çocuklara neler söylüyorsun? Selim Amca uzun bir adam, Sevgi. Nerede şimdi? Yaramazlık yaptı, alıp götürdüler evinden. Bütün bu yazıları Selim Amca mı yazmış baba? Hayır çocuğum, ben yazdım. Ben de Selim Amca gibi yazılar yazacağım büyüyünce. Murat gibi duvarlara yazmayacağım. Kim Murat? Nasıl bilmezsin baba? Kaya Amcanın oğlu. Kayaları da çağırsaydık Nermin. Hep birlikte okurduk. Karısı uyuklardı. Bir incelik olarak Selim’in sevdiği yemekleri yapardık. Pikaba da Chopin’in sonu cenaze marşı olan sonatını koyardık. Görülmemiş burjuva incelikleri gösterirdik. Günseli’yi çağırırdık. Bize gözyaşları içinde aşkını ve Selim’in son günlerini anlatırdı. Hep birlikte yapardık, hep birlikte. Her şeyi yaptığımız gibi elbette bunu da birlikte yapardık. Yalnız bir tek şey hariç: hep birlikte ölmezdik sonunda. O Selim’in işi. Bizler seyirciyiz sadece. Dünya bir penceredir; her gelen öldü geçti. Sonra oturur briç oynardık. Sonra pasta yerdik. Sonra gene okurduk. Sonra, bir aralık, hava güzelse, biraz Boğaz’a kadar uzanırdık üç araba halinde. Sonra geri dönerdik. Sen, küçük sandviç ekmeklerine, o güzel mezelerinden sürerdin. Kokteyllerimizi içerken okumaya devam ederdik. Kaya’nın karısı her zamanki gibi uyuklamaya başlardı. Sonra, gözlerini açardı: aman ne güzelmiş çocuklar, tatlı tatlı uyuttu beni, derdi. Bir kerede bitirmezdik hepsini. Her salı, bir Selim günü düzenlerdik. Bir hafta bizde, bir hafta Kayalarda, bir hafta… Kaya derdi ki: neden bunları kullanıp birşeyler yazmıyorsun? Nermin atılırdı: sen istersen her şeyi yaparsın. Yazdıklarını akşamları bize okursun, hep birlikte düzeltiriz. Aylardır bu konuda çalışıyorsun; bu kadar vaktini verdin buna. Uğraştığına değsin. Hep bir ağızdan: tabii, neden yazmıyorsun? Benim tanıdığım bir yayınevi sahibi var: kolayca bastırırız. Gazetelerde sanat haberleri yazan bir arkadaşım var: biraz bahseder. Reklamcı biri var: kapağını yaptırırız. Kuşe kâğıdına basılmış nefis cıvıl cıvıl şömize bir kapak. Siyah çerçeveli ciddi bir ilan: bu kitap ne ciddi kavgaların, ne büyük ve yaygın sıkıntıların, ne de ezilen insanların romanıdır; bu kitap, mustarip bir ruhun iç çekişlerinin romanıdır. Sizlere hizmetten şeref duyan yayınevimiz iftiharla sunar: Tutunamayanlar. Belli başlı bütün kitapçılarda bulunur. Taşraya ödemeli gönderilir. Büyük bir gazetenin sahibi, bizim kayınpederin liseden arkadaşı. İlanı çok ucuza yayımlatırız. Belki tefrika yapmaya bile yanaşır. Duyurma işini bana bırakın. Sonra, küçük dedikodular çıkarırız yavaş yavaş. Yazar, eserinin o kadar etkisi altında kalmış ki neredeyse kendini öldürüyormuş. Tutunamayanlarla birlikte yaşayacağım diye tutturmuş. Aylarca kendine gelememiş. Dilenci filan görmeye dayanamıyormuş artık. Bir süre sinir buhranları geçirmiş. Az kalsın karısından ayrılıyormuş bu yüzden. Allah yazdıysa bozsun: Kaya o ne biçim söz. Henüz tam iyileşmemiş. Evine gelenlerle konuşmuyormuş. İnsanlardan nefret ediyormuş. Hayır, insanları seviyormuş ama, genel anlamda. Bunun dışında kimseye tahammülü yokmuş. Olayı gerçek hayattan aldığını söyleyenler de var. Yok canım! Böyle olaylara rastlıyor muyuz çevremizde? Adamın muazzam bir hayal gücü var. Adam filan değil. Çok genç bir çocukmuş. Daha liseye gidiyormuş. Olamaz. Çok derin bir hayat tecrübesi var bu kitapta. Hayır canım: bizim oğlanla aynı mektebe gidiyorlarmış. Şu Fransa’da bir kız çıktı ya; işte onun gibi. O kızcağıza da inanmamışlardı başında. Kaya Amca, bak Selim Amcanın resmini yaptım. Murat da çok seviyor Selim Amcayı. Büyüyünce onun gibi intihar edecekmiş. Çocukların yanında konuşursanız böyle olur işte. Onlara çok güzel şeyler öğretiyorsunuz. Bu Selim’den çok konuşuluyor artık; başım ağrımaya başladı hafiften. Şimdi anlıyorsun değil mi neden gitmek istediğimi? Anlasan da geciktin biraz. Ben anlıyor musun dedikten sonra anlamak, ya da ben söylemeden önce anlasan da, anlamak diye bir meselenin varlığı… Bütün bunlara dayansam bile, Selim’i seninle paylaşmaya razı olsam bile, sonunda başın ağrıyacak, Kaya da, karısı da senin başını ağrıtabilir. Belirli bir sınırı geçerlerse başın ağrır. Ben mutlak bir yoğunlaşma istiyorum: kolumu bacağımı unutturacak bir yoğunlaşma. Hem de boş yere, durup dururken bir yoğunlaşma. Sana yoğunlaşmadan nasıl bahsetsem? Gerçekten bu kelime, aramızda hiç geçmedi. Bunun gibi birçok kelimeyi karşılıklı hiç kullanmadık. İşte karıcığım, bütün bu nedenlerle, ben de bu yazıları evin dışında okumalıyım. Direksiyonunu istediğim doğrultuya çevirebileceğim bir arabanın arkasında yatan ve beni, sana tarif edemeyeceğim bir biçimde ilgilendiren bu yazıları uzun bir yolculuk boyunca okumak niyetindeyim. Uzun ve hazin bir yolculuk olacak: geçmişten geleceğe uzanan bir yolculuk. Bu yolculukta ben gelişimimi yaşayacağım. Kendime bu hürriyeti vermeden önce, kutuyu açıp bir satırını bile okumaya cesaret edemezdim. Yol uzun ve zahmetli. Bana müsaade.

Oğuz Atay
Tutunamayanlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Social media & sharing icons powered by UltimatelySocial