“Dostlarım! Burada dostlar arasındayım. Buranın kralıyım. Sorarım sizlere: kim, bir ülkeyi bu kadar ucuza ele geçirmiştir? Ben, kraliçeye rüşvet vererek, kerhanistanı ele geçirmiş bulunuyorum. Fakat şurasını da belirtmek isterim ki, bu zafer kolay olmamıştır. Bütün hükümet darbelerinde olduğu gibi, gecenin geç ve tenha bir saatini seçtim. …
“Bir kazma, bir de kürek, bir de ölü gömülecek.”
Efendim, efendimiz, efendimiz. Efendimiz yorgunlar, efendimizin canları sıkılıyor. Sıcak efendimizi bunalttı. Efendimizin sağlığına içiyorum. Sarayımızın içine sokulmaya cüret eden bu menhus sıcak kanımızı kurutuyor, beynimizin suyunu buharlaştırıyor, kullarımıza istediğimiz gibi hizmet etmemizi engelliyor. Muhafızlar! Kim soktu onu buraya? Ülkesinde güneş doğmaz kralımızın odasına çıkan yorgun merdivenlerin mermerlerini hangi ışık kızdırdı? Bir zamanlar duvarlarının dibinde dalgaların oynaştığı bu sarayı kim getirdi bu bozkırın ortasına? Kim icat etti sıcağı? Efendimiz, efendimiz. Efendimizin başına güneş geçti galiba. Hayır, ışık istemiyorum: kapansın ağır kadife perdeler, kimse içeri alınmasın. “Tombalacı mıydın Safter?” Bütün kabahat sıcakta. Düşmanın, sıcak çöllerden gelmesi, savaş alanının şartlarına daha kolay uymasını sağladı. Mermerden yansıyan ışığa bile dayanamayıp sarayın içinde şemsiyeyle dolaşan soylularımız birer birer kırıldılar. Bizi sıcak yendi. “Sonunda tombalacı da olduk efendim. Önceleri büyük kumarlar oynardım. Büyük kumarlarda bulundum. O zamanlar iskambil…” Demek eskiyen kumarbazları kırpıyorlar sonunda… sonunda efendimiz. Hayır, istemiyorum. Bana iyi haber getirin; ölümden, yenilgilerden bahsetmeyin. Nöbetçiler! Bu adamı dışarı çıkarın; çürümüş et kokuyor. Sıcak yüzünden, efendimiz. Çok uzun yoldan gelmiş. Elbiseleri tozlu: havayı dolduruyor, nefes alamıyorum. Pencereleri açın, duvarları yıkın: efendimiz nefes alamıyorlar. Bir elleriyle şemsiyelerini tutmaya çalışırlarken, öteki elleriyle kılıçlarını nasıl sallayabildiler? Işığı görünce pencereye uçan, cama yapışan sinekler kadar da dayanamadılar mı? Tespihböcekleri gibi kıvrılıp ölüverdiler efendimiz. Borular çalınsın, halka haber verilsin. Yağmur duasına çıkılsın.
Bana iyi haber getirin; ölümden, yenilgilerden bahsetmeyin…
Ayağa kalktı, gömleğini çıkardı, kapının yanındaki askıya itinayla astı. Karanlıkta, el yordamıyla bir iki kapı tokmağı tuttu; tuvaleti kokusundan buldu. Işığı yaktı. Lavabonun içine başını soktu. Suyu açtı. Kurulanmadan salona döndü. Yere oturdu. “Kapıda gözcülük yaptığın da oldu mu?” Bana ince elbiseler getirin. Seyrek dokunmuş kumaştan olsun. Gözeneklerinden hava girsin tenime. Tüylerimi bir çayır gibi dalgalandırsın. Hiç esmiyor, efendimiz. Büyük yelpazeler getirin: iki adamın taşıyamayacağı kadar büyük yelpazeler. Mısır resimlerindeki firavunlara tutulanlar gibi geniş, hafif tüylü. Dikişler tenimi yakıyor; dikişsiz beyaz elbisemi getirin bana. Hay Allah kahretsin: bu sıcakta yalnız esmerler imparatorluk edebilir. Bütün krallar akraba olur, dediler. Hepsi de Tanrının oğulları. Beni bu sıcak ülkenin prensesiyle evlendirdiler; oysa ben sarışınım. Buzlu çöllere alışkınım. Olric, Olric! Birşeyler yapmak gerek. Yoksa, bu yenilginin suçunu bana yükleyecekler. Oysa, güneşe sıcağa yenildik hepimiz. “Erkete demek istiyorsun, beyim. Erketelik de yaptım.” “Bize, usulüne uygun bir kumar oynatabilir misin Safter?” Başıyla odadakileri işaret etti: “Bu kadroyla birşeyler yapılabilir bana kalırsa. Sen bu oyunun adabını, erkânını bilirsin herhalde.” Abdülhak Hamit! Sıcak konusunda bir şiir söyle. “Bütün raconunu bilirim beyim. Sen meraklanma; dediğini anladım ben. Safter, eski günlerini yaşatacak sana.” “Ortaoyunu gibi bir şey olacak desene.” “Evel Allah: sen üzülme. Her boyaya boyandık biz. Allah selamet versin, Sadi Beyin tiyatrosunda mezarcıyı bile oynadım ben.” Vücudunu dikleştirdi: “Bir kazma, bir de kürek, bir de ölü gömülecek.” Ölülerimizi savaş alanından toplamayı başardık mı? Halk ölülerini istiyor. Kokudan kimse yaklaşamıyor, efendimiz. “Efendimiz Hamlet.” Turgut, belinden hayalî bir kılıç çekerek Safter’e hamle yaptı. Safter, eliyle masaya tutundu; sonra yavaşça aşağı kaydı. Elleriyle göğsünü kapayarak bağırdı: “İhanet, ihanet!” Turgut koştu, ışıkları yaktı. Kadınlar, müşteriler gözlerini kırpıştırdılar: “Gözümüze geliyor. Dayanamıyoruz. Karanlık!” Turgut ışıkları söndürdü. Gene yere oturdu, kollarıyla arkaya dayandı, gözlerini Safter’e çevirdi. Başına boşalttığı sular kuruyor, yüzünde hafif bir serinlik dolaşıyordu. Efendimiz biraz daha iyi hissediyorlar mı kendilerini? Demek savaşırlarken güneş gözlerine geliyordu? Evet efendimiz: doğru dürüst görememişler düşmanı. Kılıçların ışıltısı gözlerini kamaştırmış: her yer beyaz görünmüş gözlerine. Beyazdan kör olmuşlar. Karda dolaşan insanlar da böyle olurlarmış diyorlar Olric. Doğrudur Efendimiz. Kar da güneş gibi yakarmış. Her şeyi duyuyoruz, hiçbir şeyi bilemiyoruz Olric.
Hem kılıç hem demeç kullanıyorlar
Bu duvarlar arasında kapandık kaldık. Savaş diyorlar, öldüler diyorlar, halk diyorlar. Ne biçim şeyler bunlar? Rivayetler dolaşıyor, sözler geliyor kulağıma. Hep, bir yerlerde birşeyler oluyor, biz bilemiyoruz, Olric. Hep anlatıyorlar, söylüyorlar, naklediyorlar. Bir gün hiç beklemediğim bir sırada, kapı bir tekmeyle açılacak; tanımadığım insanlar dolacak içeriye. O anda, büyük bir ihtimalle, sen de yanımda olmayacaksın; muhafızlar da öldürülmüş. “Kâğıt mı, zar mı, Safter?” Hem kılıç hem demeç kullanıyorlar. Olric ya da Osric gibi bir isimdi. Demek iki silahı birden kullanıyor. Ben o anda sıcaktan bunalmış, yarı ölü, tahtıma uzanmışım. Bu düşüncelerle kendinizi yormayın efendimiz. Nasıl rahatsız olmam Olric? Yoksa Osric miydin? Sıcak beynime vurdu; her şeyi bulanık hatırlıyorum. Bu akşam sarayda bir oyun oynanacak.
Kumarcı için her oyun birdir
“Kumarcı için her oyun birdir. Yalnız beyim, belirli oyunlarla şöhret yapmış namlı kumarcılar vardır. Meraklıları, o oyunlarda böyle kumarcılardan çekinirler. Gene de dayanamazlar: hep o oyunu oynamak isterler. Telaşlı olduklarından, kumarcının şöhretiyle kulakları dolu olduğundan, her zamanki oyunlarını oynayamazlar çok kere. Yenilirler. Kumarcının şöhreti de gittikçe artar. Başedilmez böyleleriyle. Tokatlı bir Poker İbrahim vardı…” Turgut kalktı, gene lavaboya gitti. Kumar sözü iki müşteriyi ilgilendirmiş olacak ki Safter’in yanına yaklaştılar, ilk defa görüyorlarmış gibi, tepeden tırnağa süzmeye başladılar onu. Sonra, hiçbir şey söylemeden ceketlerini çıkardılar; cüzdanlarını pantalonlarının arka cebine aktardılar.
Oğuz Atay
Tutunamayanlar




