Kasım sonu, kapkara bulutlarla dolu bir akşamüzeri. Işık mücadeleyi çoktan bırakmış ve gün boyu tehdit edip boşalacak enerjiyi bir türlü toplayamamış yağmur, grilikte asılı kalmakla yetiniyor. Ölmeye yüz tutmuş mesleğinin kapı eşiğindeki dükkân sahibi, süpermarketleri aşırı pahalı ve az çeşitli şarküterisine yeğ tutan dünyayı şaşkınlıkla izliyor. Önündeki kaldırımda okul çocukları, iç bayıcı evlerine dönüşü geciktirme arzusu ve alışkanlığıyla itişip kakışıyor. Birbirlerine aksi yönlerden iki kadın pusetlerini sürerek yaklaşıp duruyorlar…
“Kapanmış” diyor biri, öfkeyle. “Tuvalette mi ne, sorun varmış. Sağlık güvenliği şeyi… Ne diye ana Merkez’deki tuvaleti kullanmazlar, anlamıyorum.”
“Zahmet etmiyorlar” diyor diğeri körüklercesine. “Benim oğlanın kaka eğitimi var ama oraya ne zaman gitsek altına yapıyor. Bakın, dedim, çocuğun kaka eğitimi var ama tuvalete gitmesini hatırlatmanız gerekiyor… Kendin hatırlat o zaman dediler! Ee, bu personel ne işe yarıyor o zaman, dedim. Yani niye maaş alıyorlar, değil mi?”
Beriki asık suratla evetliyor. “İşte bunlarla uğraşıyoruz.”
Susup kaka tesislerinden mahrum edilmiş çocuklarına bakıyorlar. Çocuklardan biri uyuyor, diğeriyse uyanık ama kendisini bırakmış, belli belirsiz, aldırışsız gülümsüyor. Gökyüzü fazla dikkat çekmeden kararıyor. Ama sokağın karşısındaki reklam panosunda yakışıklı bir spor yıldızı parlak güneş ışığı altında tembelce oturuyor; tik ağacından oyulmuşu andıran bedeni yağlanmış, ışıldıyor. Altın rengi bacaklarını, dar beyaz şortunda kendini iyice belli eden hayvansı şişliği göze sokarcasına açmış.
Kasım göğü karardıkça korkunç gerçek netleşiyor. Burada hiçbir şey olmuyor ve olmayacak. Yaşam, tüm ihtişamlı parıltısıyla başka bir yerde…
Herkesin böyle günleri vardır ve çoğu insan için bütün yıl Kasım akşamüzeri gibi geçer. Yaşanan duygular cisimsizlik, acizlik ve değersizliktir. Dünya grileşip sasılaşmakta, afili yürek kurşuna dönmektedir.
Bu tür duyguların kaynaklarından biri alışkanlıktır. Tekrar ve aşinalık algıyı öldürür ve deneyimi azaltır. Sorunsa alışkanlıkların gerekliliğidir. Bazıları, mesela çalışma ritüelleri, kaçınılmazdır. Diğerleriyse, kimse sürekli yenisini yaratamayacağından, edinilmek durumundadırlar. Alışkanlıklardan tümüyle arınık yaşamak, tümüyle alışkanlıklar içinde yaşamak kadar fecidir.
Ama potansiyelin günümüzdeki abartılışı aşina deneyimlerin değerlerinin düşürülmesini şiddetlendiriyor. Biteviye hüsranla karşılaşan ve biteviye yenilenen sürekli bir beklenti halinde, farkında olmadan yaşama eğilimini ilk kavrayan ve bu tür tavrın yaşanan şimdinin takdir edilmesini nasıl zorlaştırdığını ilk kavrayan Schopenhauer’di.
Çağın denizkızı şarkıları, kovaladıkları tavşanı asla yakalayamayacaklarını ya da tavşanın sahteliğini asla anlayamayacaklarını bilmeyen yarış köpekleri misali farkına varışın her daim arkasından koşan bu beklenti içinde yaşama eğilimini azdırıyor. Sürekli beklentilerle dikkat dağılmasından kaçınmak gittikçe daha da zorlaşıyor. Arzular tarihte hiçbir zaman bugünkü kadar çabuk unutulmamış, doyum veya alışkanlıkla sıfırlanmamış ve üzerlerine acil yeni istekler bu denli çabuk yazılmamıştı. Herhangi bir şeye neden feci arzu duyulduğunu hatırlamak müthiş çaba gerektiriyor artık. Üçüncü seviyeye, daha rahat programa, daha uzun tatillere ve üniversite öğretmenliğinin daha yüksek entelektüel tatminlerine ulaşmak için yıllarca ikinci eğitim seviyesinde didindim. Tabii işin içinde züppelik de vardı. Öğretim görevlisi statüsüne hasret çektim ve basit bir öğretmen olmanın kepazeliğine içerleyip durdum. Ama başvurudan çok şansa üniversite seviyesine yükseldiğimde, bir-iki yıl içinde uygar dünya çekiciliğini yitirmeye başladı ve kendimi diğer herkesle birlikte öğrencilerin tembelliğinden, yönetimin çıkarcılığından ve acımadan artan idari yüklerden yakınır buldum. Eskiden öylesine biteviye ve şiddetli duyduğum arzuyu hatırlamam ve arzunun nedenlerinin geçerliliklerini koruduklarını fark etmem epey zaman ve çabamı aldı. Cennetteydim yahu!
Doğrudan deneyim aynı zamanda bir meta seviyede yaşamanın getirdiği fırsat çokluğunun eliyle de değer yitiriyor. Teknoloji sayesinde bugün insanlarla karşılaşmaya, göz göze gelmeye bile gerek kalmadan tanışmak, arkadaşlık kurmak, sevişmek, çalışmak hatta insanları öldürmek mümkün. Bu durum gerçekliği azaltmakta ve yanılsamayı teşvik ediyor. Potansiyel ve beklentiye yapılan çağdaş vurgu da düşünülürse, günümüzde yaşanan fanteziye yöneliş hiç şaşırtıcı değil.
Hollywood elbette yüz yıla yakın süredir fantezi satıyor. Ama geçmişte filmler gerçek dünyaya yakın ortamlarda gerçek insanlara yakın şeyler sunarken yakın dönemde Yıldız Savaşları, Yüzüklerin Efendisi ve Narnia serilerinde olduğu gibi çizgi roman karakterlerine ve hayali dünyalara eğilim arttıkça arttı. Bundan çıkan sonuç, sinema hayranlarının süper kahraman olsalar bugünün gerçek dünyasında mutlu olacakları, olamıyorlarsa bambaşka bir dünyaya geçmek için dolaba dalmayı yeğleyecekleridir.
Bir diğer önemli gelişmeyse, kişiyi gaddar ordular kurmaya teşvik eden bilgisayar oyunları ve tasarlanabilen beden ve cinsel organlarla seks yapılabilen web siteleri üzerinden kullanıcı-yönelimli fantezi alanındaki muazzam ve devam eden büyümedir. 1970’lerdeki özgürleşme hareketinin hedefi kişinin kendisi olabilmesiydi ama bunun feci zorluğu ortaya çıktı. Yeni özgürleşme, bir başkası olmak artık.
Kazanılan muazzam gelir, üniversitelerin oyun programcılığı diplomaları sunması ve ciddi gazetelerde oyunların ciddi Avrupa sanat filmlerine eşdeğer incelenişleriyle birlikte (görünüşe göre en önemli nitelik “içine alabilme” yani oyunun kişiyi gerçek yaşamdan uzaklaştırabilme becerisi) oyun sanayisinin saygınlığını garantiledi. Spor, çocuk oyunları ve film bağlantılı olanlar dışında bu oyunların çoğunun temelinde, genellikle kılıç veya makineli tüfek seçeneklerinin sunulduğu güç, şiddet ve yıkım fantezileri var (gerçi “katliamda yaratıcılık” da hayranlık topluyor. Guardian’dan bir oyun inceleyicisi, sağ kolunun yerine elektrikli testere takılmış kahramanı öve öve bitirememişti).
Haliyle bugün kılıç fantezileri (Kırık Kılıç: Tapınak Şövalyelerinin Gölgesi, Pers Prensi: Rakip Kılıçlar, Ejder Kılıçları), savaş fantezileri (Savaş Lordunun Narası, Savaş Balyozu, Savaşın Şafağı), intikam fantezileri (Kara İntikam, Emret ve Fethet: Kâbil’in Gazabı, Suikastçının İnancı) ve tabii uygarlığın sonu fantezileri (Direniş: İnsanlığın Sonu, Ölümcül Çarpışma: Kıyamet ve Ebedi Karanlık: Mantığın Ağıtı) gırla gidiyor.
Ama malum, çağımız işbirliği çağı. O yüzden daha otantik etkileşim arayanlar için sonraki basamak, “Yağmacı Azeroth ile İttifak’ın kontrol mücadelesine giriştikleri” ve kullanıcıların Yağmacı (Orklar, Taurenler, Troller, Zombiler, Kan Elfleri) veya İttifak (İnsanlar, Cüceler, Gnomlar, Gece Elfleri, Draeneiler) ırklarından birine katılıp düşmandan olabildiğince fazla kelle koparmaya uğraştıkları World of Warcraft [Savaş Sanatı Dünyası] türü web siteleri. Kelleyi yitirmek de elbette dert değil: “Ölümün nihai sonuçları yok. Ruhunuzu derhal hayalet olarak serbest bırakabilirsiniz ki bu noktada yakındaki bir mezarlığa götürüleceksiniz. Buradan kendinizi tekrar hayata döndürmek için hemen cesedinize koşmanız gerekecek.”
Şayet fantezi seks, şiddetten daha çekici geliyorsa bugün artık kolayca erişilebilir ve genellikle bedava olan pasif pornografi ya da Second Life [İkinci Yaşam] gibi kullanıcıların kendilerine tropik bir ada üstünde açık-plan mimarili bir sahil evi ve elbette genç, dinç, uzun, ince belli, geniş omuzlu veya uyuyorsa basketçi göğüslü, tüm bu varlıkları sergileyecek ölçüde az giyimli ve kızlar için dövme ve hızmalar, erkekler içinse samuray kılıcı veya çifte makineli tabanca türü aksesuarlarla tamamlanan bedenler yaratabildiği web siteleri seçenekleri mevcut. Fantezinin aşırı ilkelle aşırı ilerlemişi neden bu denli çok birleştirdiği, bu tuhaf ortaçağ-uzay çağı seçkisinin nereden geldiği sıklıkla aklımı kurcalamıştır. Her ikisi de (uygarlık öncesi ve sonrası) çağdaş dünyadan kaçış sağladığından olsa gerek. Kısacası, Second Life’ta hiç kimse kırkından yaşlı, kısa boylu, şişko, cildi veya dişleri sorunlu, gözleri bozuk, sarsak veya kel değil. Bu düş dünyasında tek gerçek şey, sahteliği satın almak için gerekli para. Hazır “avatarlar” cinsel donanımdan yoksunlar ve aksesuarların en olmazsa olmazlarından sanal penisin fiyatı 5 dolar. Cinsel organlara sahip olmamaktan ötürü özür dileme ihtiyacı olmasa konuya dair saha çalışması yapardım.
İyi ama ara sıra biraz fanteziye dalmanın ne zararı var? Kierkegaard’a göre başka birisi olma arzusu had safhada umutsuzluğun bir belirtisiydi. Ve bu had safhada umutsuzluk, modern bir olaydır. Geleneksel toplumlarda yaşam tümüyle toplumsal cinsiyet ve sınıfla belirlenirdi. Başka biri olma imkânı bulunmadığından kimse böyle bir şeyi hayal etmezdi. Ancak, bireysel özgürlüğün sürekli gelişimi herkesin her şey olabileceği fikrini teşvik etti. Şöhret artık yetenek ve sıkı çalışma ön-şartlarından koptu. Daha heyecan verici ve tatmin edici yaşama ulaşmada hiçbir engel kalmamış görünüyor. Haliyle hayal kurmanın, fanteziye dalmanın çekiciliği dayanılmazlaşıyor. Oysa fanteziye dalmak, azaltmayı hedeflediği umutsuzluğu tam aksine azdırır. Gerçeklik ve benlik o kadar hayal kırıklığına uğratıcıdır ki kaçışı teşvik ederler; ama fantezi, gerçekliği olduğundan daha moral bozucu gösterir ve kaçış ihtiyacını şiddetlendirir. Fantezinin bağımlık yaratmasının nedeni budur. Bugün milyonlarca insan oyunlarda ve fantezi web sitelerinde günde on dört saat zaman harcamaktadır.
Second Life iki heteroseksüel erkeğin lezbiyen ilişki yaşayabileceği tek yer, orası kesin ama fantezi dünyasının en acı yüzü, gittikçe gerçek dünyaya benzemeye başlamasıdır. Anlaşıldığı kadarıyla Second Life aboneleri “yetişkin” adalarda fantezi seksten sıkılmaya başlamış ve gittikçe işe dönmeye, sanal araziler, evler, aksesuarlar ve hizmetler satmaya başlamışlar. Haliyle gerçek dünyada yaptıkları gibi düşçüleri kaçıran gerçek kapitalistlerin sayısı, sahte lezbiyenlerinkini giderek katlamaktaymış. Millete sanal emlakçılar lazım sanki! “Gerçek organlarınızla ş’aapın” türü radikal öneriler sunan Get A First Life [Esas İlk Yaşamı Yaşayın] adlı rakip sitenin ortaya çıkışıysa cesaret verici tek haber.
Sanal sevgililer bazen buna kalkışıyor. Bir kadın, romantizmin yeni dans salonlarından birinde, bir web sitesinde bir adamla tanışıyor; âşık oluyor ve bir süre siber-uzayın büyülü yeşilliklerinde takılıyorlar. Tabii ikisi de geçmişlerinde birçok başarısız ilişki yaşadıklarından temkinli davranıyorlar. Önce birbirlerini web-kameraları sayesinde çıplak, cinsel bölgelere zum yaparak tetkik ediyor, her şeyin yerli yerinde olduğunu görüyorlar. Kadın kamera karşısında vibratörüyle orgazm olurken erkek de onu izleyerek mastürbasyon yapıyor. Sonunda birbirlerine uyduklarına kanaat getirip gerçek yaşamda buluşmaya karar veriyorlar. Kadın, yerin uygunluğundan değil, âşıkların buluşacağı en romantik yer bellediğinden Waterloo istasyonunu seçiyor. Adam elbette elinde on altı beyaz gülle gelecek ve kadın, Agent Provocateur’den aldığı yeni iç çamaşırlarını giymiş olacak. Her şey kusursuz. Hayır, feci bir eksik var. Kadın bir arkadaşına yakınıyor: “Keşke bizi filme çekecek biri olsaydı.”
Modern dünyada bir olay, filme alınmadıkça veya fotoğraflanmadıkça gerçekten olmuş sayılmıyor. Birincil deneyimin yaşanamaması, fotoğraf veya filmin birincil deneyim yerine gerçekliğe dönüşmesi anlamına geliyor. Bu olgunun ilk örneklerinden biri, astronotların Ay’a ilk ayak basışlarının ardından dünyaya sağ salim dönüp yetkililere raporlarını verdikten sonra halk önüne çıktıklarında yaşanan medya çılgınlığını öğrenmeleriydi. Ay’da henüz yürümüş yegâne iki kişiden biri olan Buzz Aldrin, diğer Ay yürüyüşçüsü Neil Armstrong’a dönmüş ve “Neil, bütün olayı kaçırmışız” demişti.
Ekran yaşantısının zorba hükümranlığı tüm yaşamı ele geçiriyor. Çözünürlükleri yükselen ekranlar gittikçe daha genişliyor, sayıları ve yaygınlıkları artıyor, kamusal alanları gittikçe daha fazla zapt ediyor ve yaşamın başka bir yerde yaşandığı kuşkusunu sürekli güçlendiriyorlar. Ekranlardaki gerçeklik ekranların çevresindekinden, ekran insanlarıysa kendilerine kapılan gerçek insanlardan çok daha gerçek hale geliyor. Ekranlar büyüyüp parlaklaştıkça izleyenler ufalıp matlaşıyor. İzleyiciler sonunda Platon’un mağarasının sakinleri misali sürekli karanlıkta yaşayan gölgelere dönüşecek, gerçek kusursuzluk sadece ekrandaki parlak dünyaya kalacak.
Ekranlar büyüdükleri kadar da küçülüyorlar. Taşınabilir, kişisel ekran zaten kaçınılmaz bir gelişmeydi. İnsanların kişisel telefon ve müzik çalarlar kadar ekranlara da ihtiyacı vardı. Bu üçlü yakında tek bir zımbırtıda birleşecek. Gözlüklere gömülü ekranlar çoktan piyasaya çıktı ve teknoloji uzmanları yakında lenslerde nano-robotlara gömülü, gözün hareketleriyle çalışan ekranların çıkacağını öngörüyorlar. Disney Dünyası sırf görüş alanınızda hatta yüzünüzün önünde değil, gözbebeklerinize gömülmüşken garibim gerçekliğin ne şansı olabilir?
Ekran görüntüleri canlı, dinamik, parlaktır ve hızla değişirler. Gerçek ise ölgün, durağan, mattır ve pis kokulu, yamru yumru, nasırlı ayaklarını sürüyerek ilerler. Haliyle bugün gerçekten gerçek olmak için bir imaja dönüşmek gerekiyor; sadece ekranlarda görünen kişiler gerçekten varlar.
Ekranlardaki tüm davranışlar abartılıdır. Pembe dizilerdeki krizler çok daha yoğun ve dramatik, komedi dizilerindeki kahkahalar çok daha sık ve histerik, sohbet programı sunucularının şakaları çok daha pervasız ve parıltılı, açlıktan kırılan Afrika’dan haber veren muhabirlerin endişesi çok daha yoğun, çıkarcılıkla ilgili görüşlerine başvurulanların öfkesi çok daha haklıdır. Sıradan insanların sıradanlığı bile ekranda abartılı sıradanlığa dönüşür: Sıradanlıkları ışıltılı, çekicilikten yoksunlukları çekici, bayağılıkları şıktır.
Can alıcı nokta, ekran yaşamının gerçek yaşamdan daha hızlı olmasıdır ve gittikçe çıldıran kurgulamalarla bu hız sürekli artmaktadır. Ekran değişimleri gerçek hayattakilerden çok daha hızlı gerçekleşir ve her bir değişim yeni anlayışlar kurmada gerekli dikkati sekteye uğratmak suretiyle yönelim tepkilerini tehlike olasılığı içeren yeni ortamlara doğru tetikler.[198] Tepki psikolojiktir ve dört ila altı saniye sürer ama reklamlar, müzik videoları ve aksiyon filmleri tepkiyi saniye başı tetiklediğinden beden ve beyin dengeyi düzeltmeye zaman bulamaz. Sistem sürekli kırmızı alarm halindedir. Gözü ekrandan ayırmanın ve televizyonu kapamanın güçlüğü bundan kaynaklanır. Bu durumun uzun vadeli sonuçları durağan, ağır hareket eden veya tek bir konu ya da göreve uzun süreli yoğunlaşma gerektiren şeylere dikkat etmenin gittikçe zorlaşmasıdır. Ve elbette gerçeklik gittikçe sarsak ve tatsız gelmeye başlamaktadır.
Deneyim, katılmaya karar verdiğimiz neyse, odur. Haliyle deneyimin kalitesi, dikkatin kalitesine bağlıdır. Ama pasif, uyaran-güdümlü dikkat sadece en dramatik ayrıntıları, parlak renkleri ve gürültülü patlamaları fark etme eğilimindedir. Öte yandan faal, amaçlı dikkat, yani Budist dikkatlilik eylemi, manzaranın tümünü kayda almak gibidir. Kültürel şartlandırmanın Batılı ve Doğulu dikkat biçimleri yarattığını gösteren kanıtlar mevcuttur. Amerikalı ve Japon deneklerden bir sualtı manzarasını yirmi saniyeliğine inceleyip ardından gördüklerini tasvir etmeleri istendiğinde Amerikalılar “kocaman mavi balık” türü şeyler sayarken Japonlar “akıntılar, kayalar, yosunlar ve balıkları” saymışlardır. Doğu gerçekliği daha kapsamlı, daha dolu ve daha zengindir.
Televizyon haberleri de gerçekliği küçültüyor. Walter Benjamin modern insanın “çevresindeki dünyaya ait verileri deneyim yoluyla özümseyişinin gittikçe seyrekleştiği” değerlendirmesini ta 1930’larda yapmıştı. Günlük basındaki haberlerin yenilikleri, kısalıkları ve ilinti kurulamazlıkları yaşama girmelerini imkânsızlaştırıyor. Benjamin bunun sonucunu “deneyimin körelişi” adıyla tanımlamıştı. Gazetelerden telaşa kapılmak ne antikalık ama! 24 saat haber yağdıran, her yerde hazır ve nazır ekranları görse ne derdi acaba?
Benjamin’in ima ettiği gibi, geleneksel toplumların yıkılışı da deneyimi yoksullaştırmıştır. Eski toplumlara özlem duymak kolaydır ama aynı zamanda insanların neden bu toplumlardan kurtulmak için çırpındıklarını da hatırlamak gerekir. Büyüdüğüm geleneksel yapılı toplumda can sıkıntısından, baskıdan ve uydumculuktan kaçmak için can atardım. Ama bağımsız yaşamın önemli ölçüde zenginlik kaybı getirdiğine kuşku yoktur. Ödenecek bedel daima vardır. Özgürlük şişkin değil, inceciktir.
Toplumların bir zamanlar uydumculuk için verdikleri ödülü bugün özgür birey kendi kazanmak zorunda. Peki, o zaman zayıf deneyimi zenginleştirmek ve şaşı dünyayı yeniden büyülü hale getirmenin yolu ne?
Walter Benjamin kısa ömürlü haberlere karşı tam zıtlarını teklif etmişti: “İletişimin en eski biçimlerinden biri, öyküdür. Öykünün amacı bizzat olanı aktarmak değildir (bu, haberin amacıdır); öykü, olayı, dinleyenlere deneyim olarak geçirebilmek için anlatıcının hayatına katar.” Benjamin geleneksel öykü anlatımını kastediyordu ama söz konusu gelenek bugün hâlâ edebiyatta mevcut.
Edebi okuma, gayet kuru ve ölgün görünenlerin aslında gizemli ve sıra dışı olduklarını ortaya çıkarmak suretiyle kişisel deneyimi zenginleştirir ve yaşamı, olayları sanki gerçekten olmuş gibi hissettirerek iletip yeni deneyimler sağlar. Edebi okuma sadece geçmiş deneyimleri yenilemekle kalmaz, Budist dikkatlilik kavramındaki gibi dikkat istemesi, şimdiyi kıyas götürmez ölçüde zenginleştirir. Okumak, yalnız yapılmasına karşın diğer insanlara yönelik bir reddediş içermez. Kopuş bir kez daha paradoksal bir hareketle dünyaya daha derin katılımı getirmektedir. Okumak duygudaşlığı, haliyle sevimsiz hatta iğrenç karakterlere yönelik anlayışı esinleyerek şefkat ve sabrı artırır. Ve okumak insana mahrem, yakın bir dost çevresini, yazarları kazandırır. Son olarak ama aynı ölçüde önemlisi, okumanın kendisi önemli bir deneyimdir.
Geçen yüzyılın en büyük iki deneyim zenginleştiricisi Joyce ve Proust’tu. Joyce gündelik hayatın tuhaf dokusunu tekrar yarattı ve Proust bu hayatın aynı ölçüde tuhaf psikolojisini ortaya çıkardı. Proust’un başat temalarından biri beklenti ve hüsranın psikolojisiydi. Kayıp Zamanın İzinde’nin anlatıcısı bu nedenle bitmek tükenmek bilmez, ardından hayal kırıklığı ve umutsuzluğun geldiği bir ateşli arzu ve beklenti döngüsünde yaşıyordu.
Proust’un içinde yaşadığı toplum bugün bize İnka uygarlığı kadar uzak ve yitiktir. Ama anlatıcının yaşam tarzı, ilişki ağları, partiler, karasevdalar, gelişigüzel seks, kaprislilik, dürtüsel alışveriş, şöhretlilere tapınma ve şöhretlileri saplantıyla takip çarpıcı güncelliktedir. Ve anlatıcının gıpta ettiği aristokratlar, özel oldukları düşünüldüğü için özel olan, kendilerine hayranlıklarını teşvik amacıyla tasarlanmış tümüyle tuhaf ve kapalı bir dünyada yaşayan, uzaktan şiddetle cazip, yakındansa had safhada bayağı modern şöhretlerin birebir eşeyleridir.
Proust aynı zamanda en eğlenceli yazarlardandır. Dahası eğlenceliliği, komik yazının en yaygın ve tembel işi tarzı abartmaya, karikatürleşme ve farsa değil, insanların gerçekten ne yaptıklarına ve söylediklerine şiddetle yoğunlaşmasından kaynaklanır. Sosyete salonlarında geçen gülünç sahneler kahkahaların yanında yüz buruşturma ve homurdanmalara da yol açar çünkü tasvir ettiği kusurlar son derece tanıdıktır. Proust’un açıkça belirttiği hedef buydu: “Gerçekte her okur kendi başınadır. Yazarın yaptığı, okura elindeki kitap olmasa muhtemelen kendi başına tadamayacağı, yaşayamayacağı şeyi fark ettiren bir tür optik alet olmaktan ibarettir. Ve okurun kitapta anlatılanı kendinde görmesi, anlatılanın doğruluğunun kanıtıdır.”
Bu yolla alınan derslerin güzelliği, soyut talimatlarla alınmalarından ziyade daha fazla özümsenmeleridir. Proust okuduktan sonra sürekli beklenti içinde yaşamanın saçmalığını ve çılgınlığını ta kemiklerinizde, DNA’nızda anlarsınız.
Ama gündelik hayata büyüyü tekrar ve en çok katan roman, Joyce’un Ulysses’idir. Proust nasıl her okuru kendisini yorumlayabilen bir kişiye dönüştürmeyi amaçladıysa, Joyce da okurun önemsiz günlerini Homeros’takiler gibi garip, zengin, kahramansı ve mitik günlere, okurun her gününü başka bir maceraya dönüştürmeyi amaçlamıştı. Joyce önce bilinç-akışı tekniğiyle sıradan düşünen bir zihnin biteviye kırpışan, her daim hareketli gözlem, algı, bellek, imgelem ve arzu sahnesinin zenginliğini ortaya çıkardı. Ardından, görüşünün kapsamlılığı ve yazım tarzının güzelliğiyle kendisinden önce sıkıcı veya tatsız diye reddedilenleri edebiyata yükseltti. Yazılmasından neredeyse yüz yıl sonra, bugün bile Ulysses’te, gündelik sefaletin sıradanlığıyla insanı çarpan sahneler vardır. Bu “her türlüsü uyar” çağında bile tuvalette dedikodu sütunlarını okuyan bir adamı tasvire birden fazla sayfa ayıracak yazara zor rastlıyoruz: “Kendini sıkarak sessizce okuyordu, birinci sütunu sonra, hafif bıraktı ama tutaraktan, ikincisine geçti. Yarılayınca koyuverdi kendini o okurken bağırsakları kendi kendine rahatlasın diye, hâlâ sabırla okuyordu dünkü az bir kabızlığı kendini salıp giderken. Keşke basurları çıkaracak denli kazulet olmasa gene. Yo, bu iyi.”
Hepimiz yenilenmenin özlemini duyarız ama yenilenmenin sadece yeni şeylerde, yeni bir yerde, yeni bir sevgilide, yeni bir işte bulunacağını zannederiz. Ama bildiğini yeni gözlerle görmek daha verimli ve çok daha az masraflıdır. Ve böylesi dönüştürücü gözleri sunan birkaç yazar mevcuttur. Çağdaş dünyada bu tür kabuk-kırmalar hem daha zor hem daha gereklidir. Eskiden kabuk falan yoktu ve insanlar açlığa, soğuğa, hastalıklara ve şiddete karşı açıktaydı. Deneyim kaçınılmaz ölçüde yakında ve gerçekti. Ama bugün çoğunluğu eski tehlikelere karşı koruma altında tutan kabuk kalınlaşıp sertleştikçe ortaya yeni bir tehlike, kabuğun koruduğu yaşamın kabuk içinde çürüyüp ölme tehlikesi çıkıyor.
Yani kabuk-kırıcıları ve göz-açıcıları aramak lazım. Otantik yazarları okuyun ve işinizde yeni bir işe başlayın; yaşadığınız yerde tatil yapın ve en heyecanlısı, eşinizle fırtınalı yeni bir ilişkiye başlayın…
Proust ve Joyce gibi yazarlar elbette zorludurlar. Ama zorluğun tatmini artırdığı da gerçektir. Okumanın her daim kolay olduğu varsayılır çünkü okumayı öğrenişimizi unutmuşuzdur ve hiç düşünmeden okuyoruzdur. O yüzden zor gelen bir kitapta kabahatin okurdan çok kitapta olduğunu zannederiz. Ama müzik aleti çalmayı öğrenmek gibi, okumak da çeşitli zorluk seviyelerine sahip bir beceridir. Proust ve Joyce okumayı zorlu gösteren, çoğu yazarın okura kitabı okutturmakta kullandığı olaylar dizisinin yokluğudur. Olay dizileri verimlidir –herkes bir sonra ne olacağını merak eder– ama olay dizisi yönelimli romanların sonları çoğu zaman akla yatkın değildir ve hüsran yaratır. Bu muydu veya bu kadar mı yani, deriz. Bunun nedeni, gerçek hayatta olay dizilerinin değil, sadece karmaşık yapılı bir devamlılık ve bağlantılılığın bulunmasıdır. Okur bu yüzden nahoş kazıklandım duygusuna kapılır. Ayrıca olay dizileri anında unutulurlar. Bir hafta önce okuduğunuz bir macera romanını anlatmaya çalışın bir. Olay dizilerinin hazzı tamamen beklenti ve heyecandır; yanıltıcı ve kısa ömürlüdür ve bu nedenle olay dizisi yönelimli romanlar güzellik kalıntısı veya tortusu bırakmazlar. Yaşamın doku ve tadını yaratabilen romanlarsa, okunması daha zor olmakla birlikte daha zengin doyum sağlayıp bellekte daha uzun kalırlar. Kötüsü, bu tür romanların azlığıdır. Proust ve Joyce olaylar dizisi kullanmadan başarıya nasıl ulaşılacağını göstermişlerdir ama verdikleri ders, potansiyel çağı tarafından unutulmuştur. Bugün kitap eleştirmeleri arasında, sanki olaylar dizisi bir romanın elzem özelliğiymiş gibi, “olay dizisi başarıyla kurgulanmış” veya “olay dizisi zayıf kalmış” eleştirileri ve olay dizisi yokluğuna şaşırılması gayet yaygındır.
Kısacası edebi okuma insanın kendisini, dünyayı ve diğer insanları anlayışını güçlendirerek deneyimi derinleştirip genişletebilir. Bir yazar için en müthiş yeteneklerden biri, berbat, gaddar davranan ama tümüyle sevimli karakterler yaratabilme yeteneğidir. Bunun en muazzam örneği, Shakespeare’in insan doğasında en tiksinilecek ne varsa hepsini bünyesinde toplamış karakteri Falstaff’tır. Falstaff hırsız, ödlek, yalancı, kendini beğenmiş, ayyaş ve hepsinden beteri, para uğruna adam öldüren, yüreği nasır tutmuş bir şövalyedir. Ama herkes sever Falstaff’ı. Bir defasında, entelektüel ve ahlaki disiplin adına, IV. Henry’yi seyretmeye gitmeden önce Falstaff’ın kusurlarını listelemiştim; karakteri onamamaya kararlıydım ama herkes gibi tiyatroda ihtiyar ahlaksıza güldüm, karakteri sevdim. Ve Prens Hal kral olmak üzereyken eski içki arkadaşını öyle olması gerektiği için reddettiğinde –böylesi yoz biri iktidara yakın tutulamazdı– herkes gibi ben de zavallı Falstaff’a üzüldüm ve nankörlüğü yüzünden Hal’e kızdım. Hal’in ret cümlesi, edebiyat tarihinin en acıları arasındadır: “Tanımıyorum seni, ihtiyar.”
Kısacası, yaşam için olamayacağı gibi, yazmanın da reçetesi yoktur ama işte, gene de bir tane sunuyorum: Bir edebiyat eseri olay dizisiz ama merak uyandırıcı, şaşırtıcı ama kaçınılmaz olmalı ve berbat ama tümüyle sevimli karakterler barındırmalıdır.
Bir de kitabı şöyle sol ele alıp doyurucu ağırlığını hissetmenin, ardından şehvetle açılarak eşsiz kokusunu salmasına izin vermenin ve nihayetinde bir grup sayfayı sağ elde tutup sağ başparmakla taramanın, arada keyfe göre, gelişigüzel bir sayfada durup göz atmanın hazzı vardır. Bir sultanın iktidarsal, dalıp gitmeli hazzıdır bu. Ve okumak da ayrı bir şehvettir. Okumak bir temas sporudur; fizikseldir, faaldir, yorucudur. Okumak üstün, numaracı ve hızlı bir güçle kapışmaktır ve bu güç, yakın dosta dönüşebilecek bir güçtür. Postmodern yaklaşım yazarları ortadan kaldırıp edebiyatı bir “metinler” dizisine dönüştürmeye çabalamıştır ama gerçek okurlar, okumanın arkadaşlık demek olduğunda Proust’la hemfikirdir. Yazarlar, uzam ve zamanda yayılan gizli bir sosyal ağdaki dostlardır.
İşlevsiz, dar görüşlü, beden-düşmanı, dünyayla yüzleşemeyen efemine mızmız okur stereotipi, ABD’deki Ulusal Sanat Vakfı’nın (NEA) okurlara yönelik yürüttüğü düzenli ve kapsamlı araştırmalarla çürütülmüştür. NEA bulgularına göre kitap okuyanlar, kitap okumayanlara göre bedensel egzersizlere, faal spor yapmaya, müzelere, tiyatrolara ve konserlere gitmeye, gönüllü işlere kalkışmaya ve seçimlerde oy kullanmaya çok daha meyillidir. Proust’a göre okumak adlı temas sporunun güzelliği, işbu temas türünün sohbetin faydalarını, sohbetin her türlü bezdiriciliğinden uzak sunabilmesidir çünkü bu, “bir başka düşünme yoluyla, süresi boyunca yapayalnız, yani insanın yalnızlıkta sahip olduğu ve sohbette derhal yitip giden entelektüel gücün tadını çıkarırken sürdürdüğü bir iletişimdir.” Okumak, derinlikle derinliğin, sosyal buluşmaların dikkat dağıtıcılıklarından ve saçmalıklarından uzak karşılaşmasıdır ve canlı, kişisel her türlü karşılaşmadan daha fazla şey kazandırır, haz verir (ki yazarlarla şahsen tanışmanın genellikle hayal kırıklığı yaratmasının nedeni budur).
Es geçmenin kabul edilir, göz gezdirmenin (skimming) kabul edilmez olmasının da nedeni budur. Es geçmek, ara vermek, soluklanmak için bağlantıyı kesmektir ama göz gezdirmek, karşılaşılan rakibin yetersiz kalması, yüzeysel, tembel, kaba, ilgi çekicilikten uzak bir zihinle temas edildiği anlamına gelir. Göz gezdirmeye yönelten her kitap derhal bırakılmalıdır. Beyinlerimiz de bu durumun farkında görünüyorlar: Kısa süreli göz gezdirme, uzun, yoğunlaşarak yapılan okumadan daha fazla göz ağrıtır.
Okuma deneyimi yakın dönemde, Proust’a yakınlık duyuyor görünen sinirbilimciler tarafından araştırıldı. Hatta Proust was a Neuroscientist [Proust Bir Sinirbilimciydi] adlı bir kitap bile var. Ve Maryanne Wolf, Proust and the Squid [Proust ve Mürekkepbalığı] adlı kitabında okumanın, konuşma ve görmenin aksine, genetik program ürünü olmadığını ve bu yüzden her birey tarafından öğrenildiğini ve bu öğrenme sürecinin beyinde, kullanılan dile bağlı belirgin bağlantılar yarattığını söylüyor. İki dilli (İngilizce ve Çince) bir felç hastasını tedavi eden doktorlar, ilgili beyin hasarı sonucunda hastanın İngilizce okuyamadığını ama Çince okumaya devam ettiğini görmüşlerdi. Yani gerçek hatta somut anlamıyla “bizler, okuduğumuz neyse, oyuz.” Çocuklar okumayı öğrenirken her iki beyin yarıküresinin başat bölgeleri de devrededir ama okuma becerisi geliştikçe, sağ tarafın herhangi bir yerde öngörülemez yollardan faaliyete girmesi mümkün olmakla birlikte, esas faaliyetin çoğunlukla sol yarıkürenin ufak bir bölgesinde yoğunlaştığı görülür. Başka bir deyişle sol yarıküre okumaya ayrılmış bir işlev geliştirmekte ve kavrayışları, ilhamları üreten paralel sağ yarıküre fikir yürütme ve çağrışımlar yapmada, Tanrı’nın zihni misali yaramazlık etmede ve hoplayıp zıplamada daha fazla serbest kalmaktadır. Wolf, “Okumanın esas sırrı” diye bağlıyor, “beyne öncekilerden daha derin düşüncelere dalma zamanı yaratmasıdır.” Göz gezdirmenin sorunuysa bu “ilişkiler kurucu boyutu”, “okuyan beynin derin üretkenliğini” yitirtmesidir.
Okumayı göz gezdirmeden ayıran, “Aha!” ilhamına yönelik bu potansiyeldir. Okuma hızı okurdan okura farklılık gösterebilir ama göz gezdirmenin hızı bir editör tarafından ayarlanır (ve bu düzenleme işi gittikçe çılgınlaşmaktadır). Göz gezdiriciler sağ beyin çağrışımsal büyüsünü yaparken vecit halinde uzaklara bakabilme lüksüne sahip değildir. Ekrandaki görüntüyü genelde anca buzdolabından bir bira daha almaya kalkmak için dondururlar.
Derin okuma dikkatlilik yaratır; ağır gözden geçirmeyse dikkati yok eder. Ve bu durumun yaşamın her iki ucunda da kötü sonuçları olabilir. Çocukluğun başlarında ağır göz gezdirme beyinde dikkat ve düşünmeyle ilgili şebekelerin gelişimini engellerken yaşlılıkta beyinsel bozulmaların ve Alzheimer hastalığının yolunu açmaktadır.
Yani, okumak sadece fazlasıyla zevkli olmakla kalmaz, çağrışımsal beynin gelişiminde ve korunmasında anahtar rol üstlenir. Okumak, hele deneyimi de zenginleştirdiğinde, iyice doyuruculaşır. Flaubert’e verelim gene sözü: “Çocuklar gibi kendinizi eğlendirmek ya da hırslılar gibi yaşama dair talimat bulma amacıyla okumayın. Hayır, yaşamak için okuyun.”
Michael Foley
Kaynak: Saçmalıklar Çağ